Kaybolan bir meslek: Müvezzilik
Kaybolan mesleklerden en ilginç olanlarından birisi de hiç kuşkusuz, müvezziliktir. Çeşitli kaynaklara göre, müvezziliğin 1875’de başladığı, 1908’den sonra da yaygınlaştığı görülüyor. Çocukların gazete satıcılığı yapması Birinci Dünya Savaşı sonrasında, İstanbul’un düşman işgali altında bulunduğu yıllarda, 1918-1919 arasında başlıyor. İstanbul’da yayınlanan Türk gazeteleri işgal kuvvetleri komutanlığının sansürü altındaydı; sansürün yayımını yasakladığı haberleri ve makaleleri İstanbul halkına duyurmak ve okutmak isteyen gazeteler kapanmayı göze alır bunları yayınlarken, müvezzi olarak da ehliyeti olmayan çocukları kullanırdı. Büyük şehrin ayak takımı arasından seçilen iyi koşan, sırım gibi oğlanlar, delikanlı ve olgun yaştaki müvezzilere oranla hem korkusuz hem de işgal zabıtası önünden çok daha kolay kaçıyorlardı. Yakalandıklarında da çocuk oldukları için, yakayı birkaç tokatla kurtarıyorlardı. Çocuk müvezzilerin dağıttığı ilk gazete, Hadisat (1918-1919). İlk sayısında Süleyman Nazif tarafından yazılan “Karagün” başlıklı makale nedeniyle, işgal zabıtası tarafından toplansa da kaçak yayınlanan ikinci baskısı okuyucuyla buluşuyor. İlk adım, Vatan’ın özgürlüğü adına böylece atıldıktan sonra, İstanbul’da çocukların gazete satması, o günden 1950’li yılların ikinci yarısına kadar devam ediyor. Gazete satan çocukların büyük çoğunluğu İstanbul doğumlu. Hemen hepsi dar gelirli ve ayak takımı ailelerin çocukları. Bu çocuklar işe 12-13 yaşlarında atılıyor. Bir kısmı kendine iş edinirken, bir kısmı da hem okula gidiyor hem de gazete satıyor. Gazeteleri baş bayilerden alıyorlar. Bayiin güvenini yitiren çocuğa binde bir rastlanıyor. Çoğu yetim zaten, dul anası ile bazen bir ya da iki kız kardeşi ile yaşadıkları dar gelirli aile yuvasına katkıda bulunmak için yola çıkmışlar. Kitap, kalem, defter gibi okul masraflarını karşılamak, giysi ayakkabı ihtiyaçlarında aileye yük olmamak dürtüsü, bir çocuğu gazete satmaya yönelten başlıca nedenler arasında sayılıyor. Gazete satan çocukların yaşamını mercek altına alan Reşat Ekrem Koçu, “Tazı” lakabıyla anılan bir müvezziyi anlatır bir yazısında. Çocukların bir kısmı ana caddeler üzerinde, bir kısmı gazete okuyan, alan semtlerin kendilerince benimsenmiş, müşteri edinilmiş sokaklarında; bir kısmı meydanlarda, bir kısmı da günün her saatinde gazete alıcısı bulunan köprünün vapur iskelelerinde, Sirkeci ve Haydarpaşa garlarında ve Rumeli yakası ara trenin diğer istasyonlarında dolaşır, bulunur, yolcularını almaya başladığı andan hareketlerine kadar vapura ve trene girerek kamaraları, vagonları çıngıraklı sesleriyle dolaşırlardı. Biri gider diğeri gelirdi. Çocuklar, gazete isimlerini ezberleyerek, keşfettikleri dil kurallarını benimseyerek bağırırlardı. Örneğin, 1938-40 yılları arasında, İstanbul’un en çok satan üç akşam gazetesinden Haber, Akşam, Son Posta’ nın isimlerinde, kısa ve hafif heceli haberin adı, ismi kuvvetlendirmek için iki defa tekrar edilirdi: “Haber… Haber...” denirdi; Akşam adı ise, “ş” den sonra bir “y” ilavesi ile uzatılarak kuvvetlendirilir, Akşıyam… diye bağırılırdı. Çok heceli Son Posta’ ya ise, ikinci kelimedeki “p” yerini kuvvetli “b” ye bırakır, Son Bosta derlerdi. Her üç gazetenin adı birlikte söylenecekse, başa kısa ve hafif heceli Haber alınır sona çok heceli Son Posta kalırdı. Artık ne ortadaki Akşam adını uzatmaya ne de “p” yi kuvvetlendirmeye gerek duymazlardı. İsim zincirini Haber, Akşam, Son Posta diye tamamlarlardı. Gazeteler, gazete matbaalarından alınan kalın matris kartonu içinde sol koltuk altında taşınır ve sağ omuzdan atılmış bir kayış ile bu yük dengelenirdi. Gazete satıcısı bir çocuğun işe çıktığında yükü yaklaşık 5 kilo olurdu. Müşterisi çok bir müvezzi çocuğun taşıdığı gazete ve dergilerin ağırlığı neredeyse 10 kiloyu bulurdu. Gazete satan çocukların çoğu, yazın yalın ayak, başları açık, saçları dağınık gezerlerdi. Tıpkı sütçünün, bileyicinin sesleri gibi gazete satan çocukların sesleri de mahallilerin alışkın oldukları sesti. Sokağın başında uzunca bir “Yazıyoooor” çektikten sonra günün “Havadis” lerini seslendirirlerdi. Ardından gazetelerin isimlerini sıralarlardı: Vatan, Cumhuriyet, Hürriyet, Akşam… Kendilerine özgü haber anlayışları vardı: “Cinayeti yazıyooor” diye yeri göğü inlettik- leri gün, Türk askerinin Kore’ye gideceği haberi onları hiç ilgilendirmezdi. Gün gelecek, toplumdaki değişme ve gazetecilik iş kolundaki gelişme dağıtım şirketlerinin kurulmasına yol açacak, müvezzilik sisteminin sonunu getirecekti. Derken, 1966 yılında Son adlı gazete çıktı ortaya. Hürriyet gazetesinin bir yan ürünüydü. Bir akşam gazetesi olarak planlanmıştı. Sabah gazetelerinin iyi işleyemediği olayları, gece meydana gelen çeşitli hadisleri bulup, geliştiren saat 12.00’de İstanbul’da satışa sunan bir gazeteydi. Satışları ilk ve ortaokul öğrencileri yapıyordu. Gazete 15 kuruştu. 100 Son gazetesi satan 250 kuruş kazanıyordu. Bu para iki saatlik çalışma sonucunda kazanılıyordu. O tarihte hiç de küçümsenmeyecek bir paraydı. Öğrenciler büyük ilgi göstermişlerdi. İstanbul’da üç yüz bine yakın gazete satılıyordu. Son gazetesi tirajını arttırırken ‘Pereja’ kolonyalı bir ‘kokulu gazete’ kampanyası başlattı. Gazete her gün Pereja’nın değişik kokularıyla basılıyordu. Baskı ustası, mürekkebin içine esansları döküp gazeteyi basmaya başladığında Cemal Nadir Sokak Pereja kokusu içinde kalıyordu. Kokulu gazete Son, yenilikçi, hareketli, dinamik, güzel bir gazeteydi. Ve güzelim Son gazetesi eridi, kaybolup gitti. Son gazetesini dağıtan okul öğrencileri de mesleğini seven eski müvezziler gibi yeni düzende ayakta kalmak için direndilerse de yenildiler. Ama tarihin tozlu sayfalarına ilk adlarını yazdıranlar koltuklarının altındaki matris kartonu ile onu omuzlarına bağlayan kayış içerisindeki gazeteleri bağıra çağıra satanlar oldu. Selim Esen
Gerçekedebiyat.com