Durakta bir kardan adam / Celal Ulusoy
İlk kez, okulların açılışının ikinci haftasında fark ettim onu. Kahverengi uzun saçları… Saçlarına oranlı uzun boyuyla salına salına yürüyüşü. İçine düşmekten çekindiğim iri siyah gözleri. Birilerini ararken radar gibi etrafı tarayışı… Bambaşka duygulara götürdü beni. “İşte bu!” dedim, “Hayatı paylaşabileceğim kız bu…!” Tam anlamıyla tutulmuştum. Güneş veya ay tutulması gibi bir şey değildi bu; dört dörtlük bir akıl tutulmasıydı. Adeta yörüngesine girmiştim. Etrafında dönerken göz hapsine de aldım onu. Gündüzleri yetmiyormuş gibi rüyalarım da bile o vardı. Koskoca amfide başka yer yokmuş gibi yakınına oturuyor, mit ajanı gibi belli bir mesafeden izlemeye çalışıyordum. Hem beni fark etmesini istiyor, hem de fark edilmekten çekiniyordum. Aynı anda hem var, hem yok olmak gibi bir durumdu bu, “Titrek Hamsi Örgütü” gibi. Benim dışımda birinin daha fark etmesinden de korkuyordum. Böylece günler geçti… İsmi Sema’ydı. Maltepe’de özel bir yurtta kalıyordu. Bir yerlere fazla takılmadan otobüsle gidip geliyordu okula. Okula onunla gidebilmek için, sabah erkenden kar kış demeden Maltepe’ye kadar yürüyordum. Böyle uzaktan uzağa seyretmenin, hayalet gibi çevresinde dolaşmanın bir anlamı yoktu; bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım. Ama nasıl? Taşralı utangaç yaratıklardandım. Bir kızla göz göze gelmemek için köşe bucak kaçan bir tiptim; ateş altında kalıp vurulmaktan korkuyordum. Bir kıza nasıl yaklaşılır, nasıl hitap edilir, kuracağın ilk cümle nedir, neler konuşulur…? Bu konulardan bir haberdim; dımdızlak bir cahildim anlayacağınız. Bizim oralarda bu türden ilişkilerimiz pek olmazdı. Lisedeki sınıfımızda bazen üç beş kız olurdu. Onlarla iki laf ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Boyum biraz uzun diye en arka sıralarda oturur, en öndeki bu arkadaşların ancak enselerini seyrederdim. O da sıra gelirse… Hocanın tahtaya kaldırmasını, kızlara sınav veriyormuşum gibi geldiğinden hiç mi hiç istemezdim. Bu yüzden de oldum olası sözlü sınavdan nefret ettim. Hayatımda yüz yüze gelip konuşma fırsatı bulduğum kızlar olmadı değil, oldu ama onların neredeyse hepsi de hısım, akraba kızlarıydı. Onlarla bile baş başa kalma şansımız yoktu. Bırak arkadaşlık yapıp bir muhallebiciye gitmeyi, yan yana durmamız bile hoş karşılanmazdı. Bu konularda oldukça deneyimsiz olduğumuz gibi, böyle bir ilişkiyi arkadaşlarımızla konuşmaktan bile çekinirdik. Abilerimizin beynimize çaktıkları mıh gibi bir sözü vardı: “Oğlum bak! Üniversiteye gitmeden kızlarla ilgilenmeyeceksin, içki sofrasına oturmayacaksın. Üniversiteye girince de mutlaka bir kız arkadaş edineceksin. Ama sağlamına ha…! Öyle eğlencesine, oynaşmasına değil! Bir yamukluğunuzu duyarsam elimden kurtulamazsınız! Bunu da böyle bilin! Ha bir de şu mesele var tabi: Kızlara takılıp derslere, güncel olaylara boş vermek de yok! Aşksa aşk, siyasetse siyaset… Aksi halde canınıza okurum vallahi!” Bu öğüt ayet gibi inmişti bilincime; uymazsam cehennemi boylayacaktım sanki. Yavaş yavaş çevresinin sarılmaya başladığını görüyordum Sema’nın. “Kurtlar sofrasına” düştü düşecek gibiydi. Kızlı erkekli arkadaş gruplaşmaları başlamıştı. Bir kısmı siyasi içerik taşısa da sıradan arkadaş grupları da vardı içlerinde. Ben de memleketten tanıdığım, hatta aynı okuldan gelen arkadaşlarla takılıyordum. Böyle sersem sersem dolaşırken aklıma abimin dedikleri geliyor, beni bu hale getirdiği için içimden küfrediyordum. Beni adeta iğdiş etmişti adam. Bu kadar da olmazdı ki. Lafa bak! “Lisede kızlardan uzak dur, üniversitede ise kızlardan ayrılma!” Yok ya! Beni ne sanıyordu bu adam, anti sosyal bir kişiliğe mi sürüklemek istiyordu beni? Adam dokuz fakülte bitirmiş gibi bize ayar veriyor… Hele bir kere gel de bak neler oluyor! Kıza iki laf etmeyi bırak, üç metreden daha yakınına varamıyordum. Elim ayağım titrediği gibi dizlerimin bağı çözülüyordu ki, ölümden beter. İlk yarıyıl bitmek üzereydi; arkasından ara sınavlar başlayacaktı. Ders çalışmam gerekiyordu; ama bir türlü kendimi veremiyordum. Sınıf arkadaşım, aynı zamanda ev arkadaşım da olan Caner’le karşılıklı masaya oturuyorduk. O harıl harıl çalışırken ben biraz kitaba bakıyordum, biraz da ona… daha çok da içime… Aklım fikrim Sema’da; kurduğum hayaller arasında ona ulaşmanın yollarını arıyordum. Arada bir sigara içme bahanesiyle masadan kalkıp dolaşıyor, can sıkıntısını dağıtmaya çalışıyordum. Aslında evde miyim, okulda mıyım, yoksa ıssız bir yerde miyim belli değildi; fakat Sema’yla birlikte olduğum kesindi. Yerin de bir önemi yoktu… Bu halimi gören Caner günlerdir içinde sakladığı merakını atıverdi ortaya: “Hakan, sen ne yapıyorsun? Bakıyorum okulda bir tuhafsın, evde bir garip davranıyorsun. Ders çalışalım diye oturuyorsun ama düğen öküzü gibi saatlerdir aynı sayfada dönüp duruyorsun! Aşık mısın sen oğlum? Doğruyu söyle bana! Gerçi bir şeyler sezer gibiyim ama…!” Arkadaşıma bakarken yüzümdeki ifadenin her şeyi anlattığından emindim: “Evet aşığım demek istiyorum ama onun nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikrim bile yok aslında(…) Çok çaresizim; ne yapacağımı bilmiyorum; yardım et bana!” der gibiydim adeta. “Anladım! Bakışın ve suskunluğun her şeyi anlatıyor. Konuşmaya çalışsaydın bu kadar açık ifade edemezdin... Nerden mi biliyorum; çünkü bu durumu ben de yaşadım lisedeyken; içinde bulunduğun durumu anlatacak kelimeleri bulmakta zorlanıyor insan. Sanki dilini bilmediğin bambaşka bir ülkede, sisler içinde yaşıyor gibisin… Belli ki, bir girdap içine düşmüş, çıkmak için kıvranıp duruyorsun. Görünen o ki, sevdiğin kıza bir türlü açılamıyorsun, değil mi? Bunu yapabilmek için gerekli cesareti de bulamıyorsun. Kıza yaklaştıkça kalbin yerinden çıkacak gibi çarpıyor; adeta trampet çalıyor. Ayakların birbirine dolaşıyor. Ha düştün ha düşeceksin!... Çevresinde dolana dolana akşamı ediyorsun! Sonra da avını yakalayamamış kurt gibi yorgun düşüp, aç karnınla kös kös evine dönüyorsun! Bu halleri çok iyi biliyorum. Bir çıkmaz sokağın içinde, kendine çıkış yolu aradığını benim kadar kimse bilemez… “Ne bakıyorsun öyle! Neden şaşırdın ki? Aşık olan sadece sen misin bu dünyada..?” “İyi de bunca yıllık arkadaşız ama böyle bir aşk yaşadığını ilk defa duyuyorum senden! İnsan hiç açık vermeden nasıl çeker bunca acıyı? Sen ne ‘saman altından su yürütüp yürek yakanmışsın’ da haberimiz bile olmamış. Bu durumda epeyce tecrübe kazanmışsındır! O girdaptan nasıl çıktığını söyle de biz de yararlanalım!” “Ne çıkması? Çıktığımı da kim söyledi sana?” “Nasıl yani, hala peşinde misin o kızın?” “Peşinde değilim diyeyim, ama bu sefer de o benim peşimi bırakmıyor. Diyeceğim kafamdan bir türlü atamıyorum. O beynimde kaldıkça da bir başkasına bakamıyorum. Mesele bu; anladın mı?” “Vallahi ne yalan söyleyeyim; anladım desem yalan olur! Sanırım ben oraya gelmedim daha…!” “Neyse, benim meseleyi bırakalım da sana dönelim. Bu açılma konusunda birinin bir önerisi olmuştu. Bana yaramadı. Daha doğrusu ben beceremedim. Belki sen becerirsin…! Ne dersin?” diyerek yüzüme baktı Caner. Yanıtım gecikmedi: “Merak ettim neymiş o?” Bir an kararsız kalır gibi oldu. Yola girmişti bir kere duramazdı. “Kıza açılmak için neye ihtiyacın var? Cesarete değil mi? Öyleyse, gidip meyhanede iki duble atacaksın, sonra da kıza yanaşacaksın?” “O kadar kolay mı?” dedim. “Söylendiğine göre kolay!” yanıtını verdi. Duramadım can alıcı soruyu soruverdim. “Kolaydı da sen niye yapamadın?” Duraladı. Böyle bir soruyu bekliyor olsa da kafasında yanıt aradığı belliydi. “Nasıl yapabilirdim; kaç kez denememe rağmen, daha ilk dublede masada sızıp kaldım da ondan! Belki sen sızmazsın diye söylüyorum…” Gerekçesi oldukça mantıklıydı. Bazı insanların alkolden çabuk etkilendiklerini duymuştum. “İçmişliğim var, öyle sızma filan olmadı ama…!” “Belki sana uyar dedim ya…” *** Arkadaşımın önerisine uyarak bir gün öğleden sonra yabancı dil dersine girmedim. Niyetim okul civarındaki, arada bir takıldığımız bir meyhaneye gidip kafayı cilalamaktı. Böylece aldığım cesaret şurubunun etkisiyle Sema’ya arkadaşlık teklifinde bulunabilecektim. Meyhaneye gittim, içerde bir, iki erkenci dışında kimse yoktu. “Bu iyiye işaret!” diye düşündüm. Meze olarak iki üç parça yiyecekle bir 35’lik rakı söyledim. Sema’nın çıkışına iki saat vardı. Acele etmeme gerek yoktu. Kafamdan kısa bir senaryo yazdım. Ona nasıl yaklaşacağımı, nasıl hitap edeceğimi, ağzımdan çıkan ilk sözcüklerin neler olacağını az çok belirlemiştim “lügattan.” Siparişler gelmeden bir kez daha düşündüm. Düşündükçe heyecanım artıyor kalbim çarpmaya başlıyordu; bedenim otururken kalbim koşuyordu. Usta bir içiciden ders almıştım. Tavsiyeler uygun olarak önce mezelerden tabanlık yaptım sonra da yavaş yavaş içmeye başladım. İçtikçe gevşiyor, gevşedikçe dünyayı yeniden yaratmanın planlarını yapıyordum. Bunun yanında kızla konuşmak neydi ki? Çocuk oyuncağı… Mezeleri de rakıyı da tam zamanında bitirmiş masayı tertemiz yapmıştım. Durgun bir deniz kadar sakindim. Bütün hücrelerim uyum içindeydi. Ters bir durum yok gibiydi. Şöyle bir kalkıp ihtiyaç gidereyim dedim ama ilk hamlede kalakaldım. Kafam fazlasıyla kıyaktı… Bizim oralarda zom olmak derlerdi buna. Evet olmuştum… İyi kötü tuvaletin yolunu bulmuş, taşın deliğini hayal meyal görmüş, kazasız belasız işimi de yapmıştım. Hesabı ödeyip caddeye çıktım. Dışarda hava epeyce soğuk olmasına rağmen ben ateşler içinde yanıyordum. Aşkla alkol kaynaşınca insanın bir alev topuna dönüşmesine ilk kez tanıklık ediyordum. Bu halimden çok memnun kalmıştım. Bütün çekingenliğim, utangaç halim, pısırıklığım uçup gitmiş, yalın kılıç düşmana dalan cengaver gibiydim. O an için, kılıç yerine bir demet çiçek almayı nedense akıl edememiştim. İnsanları çift görmüyordum ama herkesin niye üstüme üstüme geldiklerini de pek anlayamamıştım. Planımda, Sema’yı otobüs durağına giderken yakalamak vardı. Yavaş yavaş oraya doğru yürümeye başladım. Bir yandan da kurguladığım plana uygun olarak ezberlediğim sözleri hatırlamaya çalıştım. Başta hiç birini hatırlayamasam da sonradan her şey gelmeye başlar gibi oldu. Hesabıma göre Sema’nın çıkışına daha on dakika vardı. Bir kenarda beklemeye başladım. On dakika geçmesine rağmen Sema görünmemişti. 20 dakika geçti gelen giden yoktu. Sabırsızlanmaya başlamıştım. Gelmemesine imkan yoktu; dersi vardı ve o derslerini asla kaçırmazdı. Neredeyse 4 aydır onu izliyordum(…) Kaldırımda gidip gelmeye başladım. Alev topu yavaş yavaş soğumaya, oldukça iyi olan kafamın hali de bozulmaya, ”kötüleşmeye” başlar gibi olmuştu ki, Sema göründü. Nasıl oldu bilmiyorum ama Sema’yı görür görmez ayıktım. Kafamda flaşlar patlamıştı sanki; bir ölüyü bile uyandırırdı bu ışık. Otobüs durağına ve bana doğru yaklaştıkça ben neredeyse uzaklaşıyordum. Paniğe kapılır gibi oldum, neredeyse tam gaz kaçacaktım. Neler oluyordu. Yokladım ki, ben de ne cesaret kalmıştı ne de “iyi kafa”; alkolle birlikte her şey uçup gitmişti... Böylece Sema iki üç metre önümden süzülüp giderken sesimi bile çıkaramadığım gibi, soğuktan korunma numarasıyla ağzımı yüzümü örtmüştüm bile. Böylece ilk denemem fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Geri döndüm; aynı meyhaneye tekrar gittim. Garsonların şaşkın bakışlarına aldırmadan “soğuk su…” yerine iki duble daha içtim. Bu kez salaklığıma ve yüreksizliğime elbette… Kendi kendimi yiyordum. Bu denememden Caner’e hiç bahsetmedim. O da konuyu açmadı bir süre. Harekete geçmediğimi sanıyordu. Fiyaskoyla biten bu denemeden sonra moralim biraz bozulsa da vazgeçmeyi düşünmüyordum. Dönem sınavlarından dolayı bir süre beklemeye karar verdim. Sanki her şeyi görmüş de yüzüme vuracakmış gibi utanıyor ona yaklaşamıyordum. Caner sorunca da sınavlarla ilgili bir mazeret uydurdum. Fakat kararlıydım: Ara tatiline çıkmadan önce tekrar atağa geçecektim. *** Kafamda Sema, önümde ders notları, kitaplar… Sanki sınavlara hazırlanıyordum. Bir, iki, üç, dört derken sonuncu sınava gireceğim. Başarısız girişimden sonra yaşadığım travmayı atlatmış gibi davranıyordum. Derslerden biri hariç diğerleri tamamdı sanki… “Sema’ya bu kez mutlaka açılmam gerekir, yoksa kuş uçar gider! Belki de benim son şansımdır bu!” diye düşünürken, son sınavdan bir gün önce, önemli bir ayrıntıyı atladığım geldi aklıma: Aynı saatte aynı sınava gireceksek, ben nasıl hazırlanıp da yatacaktım pusuya? Kafayı bulmadan Sema’yı nasıl bulacaktım? Bunun imkanı var mıydı?... Yarım saat veya 45 dakika erken çıksam bile olmazdı. Tek bir çözüm vardı: Son sınava girmemek… Nasıl olsa, veremediğimi düşündüğüm bir ders vardı çantada. Onun yanına bir arkadaş koymanın sakıncası yoktu. Kendimi böyle ikna ettim. Ne de kolay olmuştu. Hayatında bir kez, o da basit bir yanlışlıktan dolayı bütünlemeye kalan ben, böyle bir çözümü nasıl da buluvermiştim. Kendimi yavaş yavaş tanınmaz hale mi getiriyordum acaba? Böyle mi başlıyordu bu yabancılaşma dedikleri? Yoksa her şeyi bir aşkın kör gözlerine mi yüklemeliydim? Bir sorunu çözdüm derken ikinci bir ayrıntıyı atlamak üzere olduğumu hatırladım: Sınav sabah 10.00 ‘la 12.00 arasındaydı. “Ne var bunda?” diyeceksiniz. “Sizin için hava hoş tabi de… Sabahın köründe meyhaneye gidip kafayı nasıl çekecektim ben? O saatte meyhanenin açılıp açılmayacağı bile meçhul. Hadi açıldı diyeyim servis açarlar mı bakalım? Hadi onu da yaptılar diyelim! Ben nasıl içeceğim…? Hadi içtim diyelim! Daha öğlen olmadan o kafayla nasıl sokağa çıkacağım…? Çıktık diyelim… Kızın karşısında ayakta durabilecek miyim…? Of, offf… Aşık olmak meğerse ne kadar da zormuş!” Kafamı didikleyen sorularla kalakalmıştım. Çare yok, ne gerekiyorsa yapacaktım. Bu yola girmiştim bir kere; dönersem kahpeydim. Vazgeçmek ise bizim gibi delikanlılara hiç yakışmazdı. İçilecekse içilecek, çıkılacaksa çıkılacaktı… Karasevda dedikleri böyle bir şeydi her halde; gözüm ne başka bir şey görüyor, aklım ne başka bir şey düşünüyor, gönlüm ne başka bir şey istiyordu… Caner’le birlikte çıktık evden. Havada kar soğuğu vardı; yağdı yağacak gibiydi. İçimdeki yangına kar kış vız geliyordu… Daldık buz gibi havanın içine. Planım hakkında hiçbir fikri yoktu Caner’in. Söylememiştim. Sınava gidiyoruz sanıyordu garibim. Okul sokağına gelince ben görmemiş gibi yaparak dosdoğru yürüdüm gittim. “Hey, nereye gidiyorsun aslanım? Bu ne dalgınlık böyle? Okul burada okul…!” Duymazlıktan gelerek yürümeye devam ettim. “Hakan oğlum, sana diyorum sana…! Sağır mısın...?” Yanıt vermem gerektiğini düşünerek, “Sen git ben az sonra gelirim. Az işim var…” diye bağırdım ona bakmadan. Bir kez daha gittim aynı meyhaneye. Kapısı açıktı. Ortalıkta kimseler gözükmüyordu. “Kimse yok mu?” diye seslendim. Yanıt gelmedi. Daha güçlü bir sesle bir kez daha sordum. Garsonlardan orta yaşlı biri geldi mutfak tarafından. “Sabah sabah ne istiyorsun delikanlı?” dedi “Dükkanı daha açmadık..!” Yüzünden “Bu salak da nereden çıktı şimdi? Karga bokunu bile yemedi daha!” der gibi bir ifade vardı. “İçmeye geldim!” dedim. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. “Sen deli misin, yoksa manyak mısın aslanım? Git işine…!” diyerek tersledi. Garip bir diyaloğun içine düşmüştük. O çekiyor ben çekiyordum… “Ne deliyim, ne manyak…!” “Yoksa aşık mısın lan?” sorusuna yanıt vermedim… “Ulan hergele, baştan söylesene şunu(…) Usta acil durum!” diye seslendi mutfaktan yana. Ustadan bir yanıt gelmedi. “Şuraya otur delikanlı!” diyerek bir masa gösterdi bana. “Biz halden anlarız yeğenim; bir: kader kurbanlarının, iki: gönül yarası olanların, üç: sokakta kalanların her zaman başımız üzerinde yeri vardır! Unutma bunu! Anlatmak ister misin?” Yanıt vermedim. “Tamam… İstemiyorsan anlatmazsın. Ya da istediğin zaman anlatırsın! Biz buradayız ve her zaman dinlemeye de hazırız…!” “Vay be,” dedim içimden “birden itibarlı adam oluverdik!” Henüz kahvaltı da yapmamıştım. Akşamdan kalan mezelerden getirdi garson “Kusura bakma bunlar kalmış!” diyerek. Önce yedim sonra da içtim… içtim… içtim… Biraz da hızlı içtim. “Zom” oldum…! Zamanla yarışıyordum. Saat 11.15’te de kalktım. Bayağı iyi hissediyordum kendimi. Kasaya yaklaşırken, “Bu da bizim ikramımız olsun, aslanım!” dediğini hayal meyal hatırlıyorum garson abinin. Ayaklarım yine kesilmişti yerden. Hafiften uçuşa geçmiş, bir bulut kümesinin içine düşmüş gibiydim. Belki de bulut bendim; tam hatırlamıyorum. Dışarda lapa lapa kar yağıyordu. Yerde de epey birikmişti… İki kişiye çarptım istemeden. “Çüş ulan… sabah sabah…!” diyerek azarladı birisi. “Önüne baksana delikanlı! Sarhoş musun sen!” diye çıkıştı ötekisi. Adam anlamış mıydı, yoksa boş atıp dolu mu arıyordu... Bilemedim. Yanıt verecek değildim… Zamanım da yoktu zaten. Başka neyim vardı neyim yoktu onu da tam hatırlamıyorum. Otobüs durağına yakın bir köşede, okulun çıkış kapısını görecek şekilde pusuya yattım. Yattım dediysem lafın gelişi, korkuluk gibi ortada dikiliyordum. Yağan kara aldırdığım yoktu. Tilki gibi avımı bekliyordum. Hesabıma göre Sema’nın çıkmasına daha 15 dakika vardı. Geçti 15 dakika; tek tük çıkanlar oldu, Sema görünmedi. Yarım saat oldu, öğrencilerin birçoğu çıktı gitti; ortalıkta o yoktu. “Bir 15 dakika daha..!” dedim. Gözlerimi kırpmadan bekledim. Yine yok… Yok, yok…! 45 dakikada kardan adam olmuştum. Çoktan ayıkmıştım. O halimle girdim okula… Ortalıkta pek az öğrenci vardı. Büyük amfi neredeyse bomboştu. Diğer salonlara, tuvalet de dahil, muhtemel yerlere baktım: Sema yoktu… Ona benzer biri bile yoktu… Sınıftan birkaç arkadaşı görmeme rağmen soramadım da… Kuş çoktan uçup gitmişti. Okuldan tam çıkacakken Caner yetişti arkamdan “Sen neredesin oğlum! Büyük amfide yoktun! Yoksa öbür amfide mi girdin sınava?” diye bir şaplak attı omuzuma. Bu hiç aklıma gelmemişti; ama Hızır gibi de yetişmişti. “Evet!” dedim “öbür salondaydım.” “Nasıl geçti?” dedi. “İyi!” dedim. “Allah kahretsin! Yalan söylemek ne kadar da rahatlatıyor adamı!” dedim içimden. Ona da soramadım Sema’yı, yalanım ortaya çıkmasın diye. Belli ki, bir aylık ara tatili zehir olacaktı bana. Sema’yla görüşemediğim gibi bir de sınavdan olmuştum. Bir hesap hatası yapmış, bütün planlarım, ikinci cemre gibi suya düşmüştü vakitsiz. Düşündükçe afakanlar basıyor, kendi kendimi yiyordum. Ama vazgeçmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Eninde sonunda Sema’ya ulaşacak duygularımı açığa vuracaktım. Yıkılmış bir durumda memlekete giden otobüse bindik o gün akşam. Caner’in yanında enkaz gibi duruyordum; her yanım kırık dökük… “Senin neyin var? Enkaz gibisin! Gören de ‘öldün öleceksin’ sanır” demez mi? Bir de şaşırmıştım. Kızmıştım da… Kendime kolayca itiraf ettiğim durumu başkasından duymak dokunmuştu bana. “Bir şeyim yok iyiyim ben, sınav yorgunluğu sadece!” diyerek geçiştirmek istemiştim. “Ha siktir lan!” dedi. “Bir de yalan söylüyorsun! Ben nereye gittiğini, ne yaptığını bilmiyor muyum sanki? Seni takip ettim. Meyhaneye gidip kafayı çekip zom oldun! Değil mi? Bu saate kadar, o kadar kötü görünüyordun ki yüzüne vuramadım.” İşte bunu beklemiyordum. Bir günde bu kadar şok fazla geldi. O anda, yer yarılsa içine girer, öl deseler ölürdüm… “Derdin ne oğlum senin? Bir kız için sınava girmemekte ne oluyor? Bari bir işe yarasaydı. Yine kaçırdın değil mi? Senin kafa cilalamanı bekleyecek mi sandın bire akılsız! Kızın ne kadar çalışkan olduğunu bilmiyor musun? Yarım saatte bitirdi işini de herkesten önce çıktı gitti… Senin acıklı halini yukardan gördüm ben.” İtiraz edecek ne halim vardı, ne de hakkım. Ne diyebilirdim? O an yapabileceğim tek şeyi yaptım: ağladım, oyuncağı kırılmış çocuklar gibi ağladım… *** Tatil süresince hep Sema’yı düşündüm; hastalık gibi sarmıştı bedenimi. Bütün organlarım Sema’yı haykırıyor; kemiklerim onun için saz çalıyor; hücrelerim müzik notaları gibi ona koşuyorlardı. Şaşırtıcı bir şekilde, hiç de rahatsız değildim bundan. Aksine daha önce hiç denemediğim garip bir tat alıyor, hem acı çekiyor, hem de mutlu oluyordum. Mazoşist miydim, neydim işte… Bir gün ağabeyimin, “Sen aşık mı oldun lan?” sözleriyle ayağa fırlamışım. En duyarlı yerime dokunmuştu. Panik halinde, “Ne münasebet abi, ben kim aşık olmak kim? Benim o taraklarda bezim yoktur bilirsin!” yalanıyla onu durduracağımı sandım. “Ulan, geldiğinden beri iki laf edersin diye bekliyorum. Senden hiç ses çıkmıyor! Sanki gurbetten gelen sen değilmişsin gibi kös oturup, kös düşünüyorsun be birader! Aşık değilsen başka bir derdin var o zaman. Okul koşulların mı kötü, dersler mi kötü? Gönderdiğimiz harçlık mı yetmiyor? Yoksa o şehre mi alışamadın oğlum, bir şey söylesene?” Hiç de sohbet edecek halim yoktu. “Yok be abi; biraz ders, biraz sınav, biraz da yol yorgunluğu bizimkisi işte! Koskoca Başkente alışmak da kolay olmadı tabi. Düşündüğün gibi bir derdim yok!” “Sendeki de ne yorgunlukmuş be birader! Şuraya geleli on gün oldu, sanki İstiklal Harbinden çıkmış gibisin be kardeşim…” benzeri yakınışlarını dinlemek zorunda kaldım abimin. Peşini bırakmaya niyetim yoktu Sema’nın. Tatil dönüşünde yine takıldım peşine. Belli bir mesafeden koruma ve kollama görevimi sürdürmeye başladım. Okuldaki ilgim yetmiyormuş gibi, bazen peşine takılıp, mit ajanı gibi, yurduna kadar da takip ediyordum. Buna rağmen yanına varıp bir merhaba bile diyemedim. Yaklaştıkça elim ayağıma dolanıyor, kalbim yerinden fırlayacakmış gibi hopluyor, dilim damağım kuruyordu. Tekrar deneyecektim. Olmadı bir daha… bir daha…! Yine gittim meyhaneye. Meyhaneciyle, garsonlarla dert ortağı olmuş, bir dediğimi iki etmiyorlardı. Üstelik öğrenci tarifesi de uyguluyorlardı. Bu da nereden çıktı demeyin. Çok önemli ve ayrıcalıklı bir tarifeydi bu. Belki ilk kez bir meyhane öğrenci indirimi uyguluyordu. Bu yüzden müşterilerinin büyük çoğunluğu bizim arkadaşlardan oluşuyordu. Öğrenci harçlıklarıyla kafa bulmaya çalışıyorlardı. İçip içip zom oldum bir kez daha… Bir kez daha çıktım yola. Otobüs durağında Sema’yı bekledim. Bir kez daha göründü okul yolunda. Yaklaştı yaklaştı; O bana yaklaştı, ben ona… Aramızda iki, üç metre varken yine ayıktım. Yine yıktım incir çuvallarını. Çuvallar dolusu inciri berbat ettim. Kuşu bir kez daha kaçırdım… Yılmadım birkaç gün sonra yeniden denedim. Yine başaramadım… Çuvallamalarım arttıkça ben kahroluyordum… Ama yine de denemeye devam ediyordum. Yenilmeye doymayan pehlivana dönmüştüm. Bir gün Caner, “Ne yaptın oğlum?” dedi “kıza açılabildin mi?” Ondan bir şey saklayacak halim yoktu artık. “Dediğin gibi kaç kez içip yaklaştımsa da ağzımı açamadım! Sanki ona yaklaştıkça kilitleniyorum,” dedim. “Nasıl yani bunca zamandır boşuna mı koşturuyorsun buralarda? Sen bir şeylerden mi korkuyorsun yoksa? Kız seni yiyecek değil ya? Alt tarafı iki kelime edeceksin! Evet derse ne ala! Hayır derse de kıyamet kopmayacak ya!” “İyi de meyhaneye gidip içiyorum, içiyorum zom oluyorum, kızın tam karşısına geldiğim sırada ayıkıyorum!” “Nasıl ayıkıyorsun?” “Basbayağı ayıkıyorum işte?” “O zaman biraz daha içeceksin ki, ayıkmayasın!” “Yani iki duble daha içersem ayıkmaz mıyım diyorsun?” “Evet aynen öyle diyorum…” Öyle yaptım. Caner’in dediği gibi fazladan iki duble daha içtim. Tavsiye üzerine kokmayayım diye, neredeyse bir tutam da maydanoz yedim. Lakin ayağa zor kalktım. Çıkış kapısını el yordamıyla buldum! Garsonlar bu durumuma şaşırdılarsa da, anlayışla karşıladıklarından emindim. Kaldırımda bulut gibi uçuyordum. Herkes üzerime geliyor, kimisi çarpıyor kimisi dirsek atıyordu. “Kaç kişinin, ‘Sarhoş musun be kardeşim?’ sorusuna muhatap olduğumu bilmiyorum. Yanıt veremediğim için üzgün olup olmadığımı hatırlamıyorum. Bu kez cesaretim tamdı ama otobüs durağını az kalsın ıskalıyordum; geçip gittiğimi son anda fark ettim. Karşıdan onu gördüm. Yanında tıpkı onun gibi biri daha vardı… “Fark etmez; biriyle konuşsam yeter!” dedim içimden. O yaklaştı ben yaklaştım. O yaklaştı ben… Neredeyse çarpışacağız. “Bir dakika konuşabilir miyiz?” der demez “Çekil şuradan pis sarhoş!” demesiyle çantayı kafamda bulmam bir oldu. Bu sefer de çanta darbesiyle ayıkmıştım. Arkasına bile bakmadan yürüdü gitti… “Böyle de olmaz ki canım; yol ortasında…” dedi birisi. Böyle bir yanıt alacağımı hiç beklemiyordum. Ama olan olmuş, bütün hayallerim suda boğulmuştu. İki hafta okulun semtine bile uğrayamadım. Bu durumda her gün içmem gerekirken ben meyhanenin yakınından bile geçmedim. Ağzıma bir damla içki koymadım. İçimden Caner’e verdim veriştirdim. Caner’in ders notlarından yararlanacaktım güya. Ama bırakın derslerle ilgilenmeyi kitapların, ders notlarının yüzüne bile bakacak halim yoktu. Önerilerinin ters tepmesi nedeniyle Caner de çok üzülmüştü besbelli. “Sen gitmezsen, ben de gitmeyeceğim okula bundan sonra!” söyleriyle beni sıkıştırıyordu. Caner olmasaydı kesin bırakırdım okulu. Kaç kez terminalden çevirdi beni. Okula tekrar gitmeye başlasam da tadım yoktu. Hele Sema’dan köşe bucak kaçıyordum. Aynı amfide olmasak sorun değildi. Ama… Her saat aynı salonda olmak, her saat yüz yüze gelmek ihtimali beni yiyip bitiriyordu. Bu yüzden, herkesten önce amfiye giriyor en arkaya geçip kendimi gizlemeye çalışıyordum. Amfi boşalmadan da çıkmıyordum. Benim için bu hikaye bitmişti. Ona bir daha yaklaşabileceğime ihtimal vermiyordum. O yıl okul bitene kadar kuyruğumu kıstırıp it gibi kaçtım ondan. *** Zor da olsa ikinci sınıfa geçmiştim. Ekim ayının ortalarındaydık. Keyfim kaçıktı. Daha küçük bir amfide biraz daha küçülmüş bir gruptuk. Sersem salak gibi derslere girip çıkıyordum. Sema’dan kaçma şansım iyice kısıtlanmıştı. Ama yine de elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyordum… İçime kapanmış bir halde karanlık köşelerde, ağaç diplerinde, en uzaktaki kanepelerde kendimi öldürüyordum. Bir öğleden sonra, görünmez olduğumu düşündüğüm bir kanepeye oturmuş kara kara düşünüp, kendimle hesaplaşmanın keskin sınırları içinde debelenirken arkamdan, “Bana ne söyleyecektin?” dedi birisi. Ses tanıdık gelmişti. Hiç de ihtimal vermediğim biriydi. Fakat ”Bu o!” dedim içimden. Birden nasıl bir can geldiyse üzerime, ayağa fırladığım gibi, “Senin için ölüyorum, diyecektim!” diye haykırdım. Celal Ulusoy
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR