Duygu ve insan
Daha önce “Akıl ve İnsan” konusunu işlemiştim. Denebilir ki, akıl ve duygu birbirinden ayrılabilir mi? Etle tırnak gibidir ikisi ve birlikte de ele alınabilir elbette. Bu nedenle konuya ilişkin bazı söz ve yazılarımda bir arada değerlendirdim, önceki yazımda da yer yer duyguyu da kapsama alanına aldığım oldu. Ancak, yazının çok uzaması kaygısıyla ayrı ayrı değerlendirmeyi yeğledim. Kanımca duygu ve düşünce iç içe geçebildiği gibi biri ötekine dönüşebilir de. Etkileşim içinde oldukları da bazen ayrılıp karşı karşıya geldikleri, çatıştıkları da bir gerçektir. Tartışılabilir olmakla birlikte bu konuda ilk olarak şöyle bir denklem kurmuş, Çatlak Nar kitabımda yer vermiştim: DENKLEM Akıl + Duygu = 100 100 – Akıl = Duygu 100 – Duygu = Akıl Akıl ? Duygu Akıl + Duygu = İnsan İnsan – Akıl ~ İnsan – Duygu İnsan – Akıl – Duygu = Canlı Söz Uçar kitabımda da “Her insanın kendine özgü duygu ile akıl oranları değişken, toplamı ise sabittir” ve “İnsan tinsel anlamda duygu ve akıldan oluşmaktadır. Oranları değişse de ikisinin toplamı değişmez. İkisinin eşitliği dengeyi, bir anlamda ideal insanı ifade eder” biçiminde bu denklemi dile getirmiştim. Vurgulamam gerekir ki bu denklem lise kimya formüllerinde belirtildiği gibi, normal şartlar altında (NŞA) değerlendirilmelidir. Diyesim, bir insanın duygusuz olması çok akıllı; çok duygusal olması akılsız, çok akıllı olması duygusuz olduğu anlamına gelmez. Ancak, uç durumlar bunun dışında kalabilir. Örneğin bağımlılar, tiryakiler, fanatikler, meczuplar, müritler, saplantısı veya fobisi olanlar, bir davaya adanmışlar, âşıklar, karasevdalılar… kendi alanlarında daha az akla başvurur, daha az sorgular, daha çok iman eder, akla ve mantığa aykırı söylem ve eylemlerde bulunabilirler. “Âşıkın gözü kördür” sözü bence bunun iyi bir anlatımıdır. Bu körleşme bireysel düzeyde olduğunda da kötüdür ama toplumsal, ulusal düzeyde olduğunda kötücüllüğü geometrik olarak artar. Bunun en eski ve sürekliliği olan örneği güçlendikçe ideolojiye dönüşen, katılaşan, siyasallaşan ve köktencileşen dinler, mezhepler ve tarikatlardır. Kuramsal olarak, insanın tanrı inancının, dine bağlılığının bir zararı olabilir mi? Yüce amaçlarla yola çıktığında en azından insancıl ve iyicil olan dinler insanın temel yapısına göre zamanla değişime uğramasaydı olumsuzlanacak yanları yoktu. Ne yazık ki feodal dönemden başlayarak egemen sınıf ideolojisine dönüşen köktendincilik hem bir baskı ve sömürün aracı hem de yüzyıllardır hem dinler arası hem de mezhepler hatta tarikatlar arası (din içi) düşmanlıkların ve kanlı çatışmaların kaynağı olmuştur. Oysa bunun temeli, bireysel düzeyde iyi niyetle dine sıkı bağlılık, iman, takva denen dini inanca teslimiyettir ama ne yazık ki “cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Kanımca, benzer bir değerlendirmeyi giderek dogmalara boğulan ve bir tür dine dönüşen ideolojiler için de yapmak yanlış olmaz. Feodal yapı sonrası, burjuva toplumunda yeşeren, başlangıçta uluslaşma, halkların sömürgecilikten kurtulup bağımsızlık elde etmeleri, ulusal devletlerin doğması gibi olumlu gelişmeler sağlayan milliyetçilik için benzer şeyler söylemek olası. Özellikle direniş, kurtuluş ve kuruluş dönemlerinde bir ülke insanının vatanını, milletini, bayrağını, dilini sevmesi, bunlarla gurur duyup övünmesi yadırganabilir, olumsuzlanabilir mi? Elbette hayır! Ötesi bunlar övgüye değer duygu ve nitelikler sayılır. Ancak ölçüsü kaçıp da ırkçı, şoven bir içerik kazandığında körlüğün en kötücül, en tehlikeli ve saldırgan biçimini alır, saldırganlaşır ve tehlike saçmaya başlar. Gerek dindarlığın gerekse milliyetçiliğin değişerek yüce duygu ve düşüncelerden sıyrılıp uzaklaşması ve kötücüllüğe saplanması kutsama, aşırı övgü, abartılı ama boş sevgi, bağlılık ve üstüne titremeyle başlar, alınganlık, eleştiriye katlanamama, eksik, yanlış kabul etmeme ötekileştirme, düşmanlaştırma, hain ilan etmelerle sürer. Olağan milliyetçiliği sömürenler ve aşırı, ırkçı, şoven milliyetçilikten çıkarı olanlarca pompalanıp körüklenen bu tür duygular toplumun birliğini sarsar, iç ve dış barışı tehdit eder, ayrışma, kamplaşma, bölünme, çatışma ve savaşlara zemin hazırlar. Bu bağlamda körleşme, mantık yitimi, alınganlık ve paranoyak yaklaşımlar uç verir. Köktendinciliğin ve ırkçı şoven milliyetçiliğin ortak ve temel bir özelliği, “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” ilkesini tersine çevirmesi, her alanda çifte standart uygulaması ve akıl, mantık, insaf ölçülerinin dışına çıkması, kör inanca dönüşmesidir. Kendi inancına yapılan kutsama ve yüceltmeler de başkalarına yöneltilen suçlama ve aşağılamalar da aslında kendine ve inancına güvensizliğin ve aşağılık duygusunun dışavurumundan başka bir şey değildir. Başkalarının düşünce ve inançlarını kötüleyip aşağılayarak kendininkileri yükselttiğini sanmak yanılgıdır. Kişiler, toplumlar, uluslar arasında bunlar karşılıklı olduğunda birbirini besler; kin, nefret, düşmanlık ve çatışma yaratır. Bundan yararı olanlar bu nedenle körükler, kışkırtır. Duygu konusunda doğruluk payı da olan “kadınlar erkeklere göre daha duygusaldır” savı bazı yönleriyle yanlış veya eksiktir bence. En yanlış yanı, kadının duygusallığının güya akılsızlığına bağlanması, “saçı uzun aklı kısa” diye yaftalanmasıdır. Oysa, “Kadınların ‘akılsızlığı’ duygu fazlalığı ise, erkeklerin akılsızlığı da duygu eksikliğidir.” (Söz Uçar) Akıl ve düşünce ile verilen kararların doğruluk ve yanlışlık payları, duygu, sezgi ile verilenlerle yaklaşık aynı olması büyük olasılıktır. Birçok insanın “hislerim beni yanıltmaz” inancı, yanılgılara karşın buna dayanmaktadır. Duygu ve sezgi, bilgi ve akıldan yoksun değildir. Kadınların yanına çocukları da katarak diyebiliriz ki bu iki kesim duygularını bastırmadan, frenlemeden gösterebilenlerdir. Doğurgan, görece daha sevecen ve şefkatli/merhametli olan kadınların daha duygusal olmaları doğaları gereğidir, olağandır. Erkek duygusallığı da aynı ölçüde olmasa bile küçümsenecek gibi değildir. Ancak, erkek egemen toplum koşullandırmaları nedeniyle erkekler duygularını denetlemek, bastırmak hatta köreltmek zorunda kalabilirler. Çocuk yaştan başlayarak “erkekler ağlamaz, karı gibi ne ağlıyorsun, sen ne biçim erkeksin” gibi “ayıplayıcı/aşağılayıcı” yaklaşımlar bilinçaltına işlenmekte, ayırdında olmadan koşullanma oluşmaktadır. Buna gülmek bile eklenebilmekte, “karı gibi (ne) gülüyorsun” türü sözlerle dile getirilmektedir. Duygusal, neşeli, esprili erkeği ayıplama, efemine (kadınsı) sayma ve aşağılama, erkekliğini sorgulama/küçümseme ve dışlama, ağırlığı azımsanmayacak baskılardır. Bunlar daha çok feodal, tutucu, dindar toplumların kalıntılarıdır ve erkek egemenliğini berkitme işlevi vardır. Bu da bu egemenlikten hoşnut olan kesimin işine gelmektedir. Ne yazık ki, en alttakilerde daha yaygın biçimde erkekler kendilerinden daha aşağıda görüp egemenlik kuracakları birilerine gereksinme duyar, bunun kurbanı da çoğunlukla karıları ve çocukları olur. Anılarımda siyasi bağlamda yer alan, deneyimli bir yoldaşımın bir öğüdü bir yanıyla bunu da anlatmaktadır: “yoksulun üstünde bir Allah’ı, altında bir karısı vardır; sakın ola ki bu ikisine dokunma!” Bilindiği gibi insan ben merkezlidir; değişik ölçülerde de olsa bencildir. “Önce can sonra canan” sözü bunun özlü bir ifadesidir. Öz savunma, kendini koruma amaçlı mazeret üretme, bahane bulma, acı gerçekler yerine tatlı yalanları yeğleme; korku, tedirginlik, endişe, kaygı gibi özellikler düşünce karışımlı duygulardır. Ölene bile “ben sensiz ne yapacağım, bunu bana nasıl yaparsın?” türü sitem yüklü sorular bencilliğin dışavurumu değilse nedir? Akıl yoksunluğu da duygu yoksunluğu da eksik insanlıktır. İkisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalınırsa, bana göre, deli veya aptal olmak bile duygusuz olmaya yeğdir. Elbette, kin, nefret, öç, olumsuz kıskançlık gibi kötücül duygular bunun dışındadır.'(Deliler Teknesi N: 101) Ali Günay
Gerçekedebiyat.com