Roman sanatı ve Türk romanında vasatlaşma -(1)
Türk romanındaki sığlaşma, çoraklaşma ve vasatlaşma, yadsınması olanaksız çok acı bir gerçeğimiz. Kendi ruhsal-düşünsel dünyamda düş gücünü, toplumsal ideallerin yeşertildiği canlı yaşamsal bağları, yeni bir toplum ve insan tasavvuru olanaklarını kısırlaştıran derin bir kaygı, huzursuzluk nedeni. Benim için bu durum, adeta fikri takip haline getirdiğim, deyim yerindeyse kafayı taktığım ciddi bir kültürel, estetik sorun. Düzeysizliğin, sıradanın, liyakatsızlığın, cehaletin dört yanımızı sardığı, kitap okuma oranının alabildiğine düştüğü toplumsal gerçekliğimizde, üstelik az sayıdaki okumak isteği ve çabasındaki insanı da okumaktan soğutan bir ayna niteliğinde bugünkü Türk romanının içerik ve estetik düzeysizliği. Kuşkusuz çoraklaşmanın, kökü daha derinlerde olan karmaşık, katmanlı, çok boyutlu bir çok nedeni var; ama en başta bir aydın ve sanatçı sorunu olduğunu vurgulamalıyım. Daha doğrusu, çağın ve ülke gerçeklerinin, her geçen gün kendini dayatan bu gerçekleri değiştirme zorunluluğunun nasıl algılandığı, nasıl yorumlandığı ve estetize edildiği ya da edilmediği ile bağlantılıdır; bu nedenle ideolojik ve felsefi bir içeriğe sahiptir. Çünkü bütün bunlar diğer sanat türlerinden çok daha fazla roman sanatıyla bağlantılıdır. Nitelikli okuyucunun, Orhan Pamuk ve benzerlerinin postmodern roman türündeki “söz oyunları” ustalığına dayanan içeriksiz sahte “estetik” parıltıyı farketmesiyle birlikte çoraklaşma ve sığaşmanın yarattığı anlamsızlık, yavanlık duygusunun rahatsız ediciliği daha belirgin duyumsanmaya başladı. Siyasete de yansıyan aynı sığlık ve yapaylığı gizlemeye çalışan ruhsuz ve maskeli medayatik laf ebelikleri, düzeysiz sahte imge ve algı üretimleri ve bunun tam tersi görünümdeki ısmarlama, öğretilmiş abartılı duyarlılık gösterileri bu popüler kültür sıradanlaşmasının değişik dışavurumlarıdır. Üstüne üstlük, eleştiri süzgecinin de dinamitlenip işlevsizleştirilmesiyle, az çok okunmaya ve eleştirilmeye değer düzeyde bile olmayan düzeysiz, bayağı, hatta çöplük niteliğindeki, olsa olsa ancak günlük vakit öldürmeye yarayan adı “roman” kitaplar piyasada en baş köşeleri işgal ettiler. Romanda -aslında genel olarak sanat ve edebiyatta- sığlık ve vasatlaşmanın en belirgin göstergelerinden, aynı zamanda nedenlerinde biri, sanat ve edebiyat ile devrimci ideoloji ve siyaset arasındaki bağların tamamen kopmuş olmasıdır. “Devrimci ideoloji ve siyaset” diyorum, çünkü doğası ve işlevi gereği devrimci olan sanatın gerici ideoloji ve siyasetle bağdaşması mümkün değildir. Ama ne yazık ki, 68'in ulusalcı, toplumcu ve aydınlanmacı büyük dalgasından sonraki elli yıllık süreçte, -olması gereken estetik niteliğiyle- sanat ile siyaset, bir türlü istenen bütünlüğü ve buna bağlı olarak en yüksek düzeyde hakikati/doğruyu yakalayıp büyük toplumsal ve kültürel enerjiyi yaratmayı başaramamıştır. Bu son elli yıllık süreçte devrimci ideoloji ve siyasetin estetikleşmesi gerçekleşmediği gibi, sanat ve edebiyat da ulusal, toplumcu ideoloji ve siyasetten uzaklaşmıştır. Bunun temel nedeni hiç kuşkusuz 1980'lerden bu yana sanat ve edebiyata egemen olan, “içerik ve anlam hiç bir şey, biçim ve anlamsızlık her şey” diyen neoliberal postmodern ideolojik ve kültürel anlayıştır (Daha geniş bilgi için Çürümenin Estetiği-Yeni Ortaçağın Kültürel Biçimi Postmodernizm ve Ulusal Kültür kitabıma bakılabilir). Teori dergisindeki yöneticilik yıllarımda ekonomi ve siyasetten sanat ve edebiyata aşağı yukarı toplumun her sorununa gücüm yettiğince kafa yordum. Bu konularda az veya çok, derinliği ve yetkinliği tartışılır, ama mutlaka belli bir düzeyde ilgilendim, tartışmalarım, makalelerim, izlenimlerim ve araştırmalarım oldu. Geçtiğimiz 20-30 yıllık süreçte dağarcığımda biriken ve bir kısmını, Çürümenin Estetiği ve Asya Çağında Kültür ve Sanat adlı kitaplarımda yansıttığım düşüncelerimin devamı olarak yoğunlaştığım “Roman Sanatı ve Estetiği” bağlamında açmaya ve tartışmaya çalışacağım. *** Roman sanatı denince, bir çok roman yazarı veya okuru kuşkusuz ortalama bir düşünceye sahip. Ortalama düşüncenin en alt, en sıradan tanımı da “hayatım roman” esprisinde gizli; kişilerin, okuyucuya “ilginç” gelen, “sürükleyici”, “akıcı”, okuyucunun çoğu kez kendi hikayesini, kişilik ögelerini bulduğu, çok başarılıysa bir oturuşta tamamını okutan gerçek hayatların, maceraların biraz uzunca hikayesidir. Romanla ilgili bu ortalama tanımlama veya yorumların en gelişmiş biçimi şamlarhikayeden daha uzun, birden çok hikeyeyi, temayı/izleği içeren, çizdiği karakerleri ve olay örgüsüyle toplumsal ve insani gerçekliği daha karmaşık ve katmanlı boyutlarıyla yansıtan ve gerçekliğin yerine gerçeklik ile düşsellik, ya da gerçek ile gerçek dışılık arasında kurgusal dünyalar yaratan... vb olarak ifade edilebilir. Sadece ortalama, sıradan okuyucu için geçerli değildir bu tanımlama; roman yazarı olarak kendini tanıtan -bir kısmı için, kendini şöhret piyasasında pazarlayan denebilir- bir çok kişi için de geçerli. Çünkü onlar da, postmodern kültürün sanatta içeriği ve niteliği yadsıyan, “herkesin sanatçı olduğunu” ilan eden, sıradan, bayağı şeyleri, yani vasatı sanat diye yücelten ve yutturan Batı merkezli moda ve egemen kültürün ürünleridir. Mafyalaşmış emperyalist tekellerin sanatı metalaştırıp ticaret ve reklam aracına dönüştürerek nitelikli gerçek sanatı piyasadan kovduğu, bir iki sözlü-yazılı, görsel gösteri(ş), gevezelik, “söz ve imge oyunları” yapan her önüne gelenin sanatçı, romancı ilan edildiği bir iklimde yaşıyoruz. Hiçbir estetik ölçütün, eleştirinin, nitelik belirleyici ilkenin olmadığı, yozlaşma ve çürümüşlük kokan bu kirli iklimde kendine roman yazarıyım diyen çoğu kişi, belki de sanatının felsefi, estetik niteliğinden kesinlikle bihaber olarak romancılığa soyunuyor. Ya da bütün bunların bilincinde olsa bile, sıradanın, cehaletin meydan okuyucu, tantanalı, gürültülü rüzgarını arkasına alarak, kolay ve ucuz yoldan şöhret olmayı, günü kurtarmayı ve köşeyi dönmeyi tercih ediyor. Peki, bir sanat türü olarak romanı en yetkin biçimiyle, yani olması gereken en üst özellikleriyle nasıl tanımlayabiliriz? Bir kere en başta, yukarıda verdiğimiz ortalama bilgilerdeki tarih anlatır gibi düz ve genellikle tek boyutlu hayat hikayesi ya da hikayeler toplamından oluşan anlatımların ötesinde bir içerik-biçim ve anlam derinliğine sahiptir roman. Elbette her romanın omurgasını oluşturan bir öyküsü vardır; bu, onun zaman akışı içindeki yerinin ve nesnel gerçeklikle bağının köprülerini kurar. Okuyucunun duygu ve düşünce dünyasında bir gerçeklik duygusu ve anlam yaratabilmek için bu zorunludur. Ancak onun, öyküden farklı olarak estetik niteliğini oluşturan, öykü ve öyküler toplamından çok diğer boyutlarıdır. Bu boyutları da içeren bir roman tanımını Stefan Zwieg'ın deyişiyle şöyle betimleyebiliriz: “Romancı, en son, en yüksek anlamıyla, sadece ansiklopedik bir deha değil, evrensel bir sanatçı ve eserin genişliğiyle içindeki figürlerin zenginliği gözönünde bulundurulduğunda, bir evren yaratan, kendi kişileriyle, kendi yer çekimi kanunlarıyla kendine ait bir dünya kuran ve yanına da kendine ait yıldızlı bir gökyüzü koyan kişidir.” Bu tanımlamayı, en özlü biçimde, Rus eleştirmen ve estetik düşünürü Belinski, “Sanat gerçekliğin yeniden üretimidir; öyle ki yeniden kurulan bir dünyadır” deyişiyle açıklar. Yeni bir dünya kurma ideali sanatın merkezine konurken sanat ve de romanda bu, nasıl bir anlam taşımakta? “Roman; somut, yaşanmış bir deneyim olarak bütünlüğün parçalandığı, ama bütünlük ihtiyacının sürdüğü bir dünyanın epiğidir” der Lukacs, “Roman Kuramı” adlı kitabında. Destansı anlatım olarak epiği de şöyle tanımlar: “Epik, kendi içinde tamamlanmış bir hayatın bütünselliğine biçim verir; roman ise, biçim vererek hayatın gizlenmiş bütünselliğini açığa çıkarıp inşa etmeye çalışır.” Yani roman, bütünselliğini yitirmiş bir dünyada bütünselliğe ulaşma çabasıdır. Başka deyişle, insan bütünselliğinin parçalandığı, bozulmuş, kirlenmiş bir toplumda gerçek insani özelliklerin, yetilerin, özlemlerin araştırılması, ortaya çıkarılması ve gerçek değerine kavuşturulmasıdır.” Lukacs'ın yüksek bir yoğunlukla ifade ettiği bu karşılaştırmalı felsefi tanımlamada, yaşanmış bir hayatın bütünsel bir anlatımı olan epik ya da destansı anlatımdan farklı olarak romanın, modern çağdaki epik olarak aslında çok önemli ve temel nitelikte bir özelliği verilir. Bu özellik, Marks'ın ifade ettiği gibi, sınıflı toplumların ve sömürü sistemlerinin oluşmasıyla birlikte insanın emeğine ve doğaya yabancılaşmasına, böylece kendi doğal bütünlüğünü kaybetmesine son verme mücadelesinin estetik anlatımı olmasıdır. İşte modern çağın epiği olarak roman bu parçalanmışlığa ve onun yarattığı derin acılara, eşitsizliklere, haksızlıklara ve bütün bunların bireyde yarattığı ruhsal parçalanmışlığa, iç çatışmalara, ikiyüzlülük, yalan, köleleşme gibi insani alçalışlara son vermenin ve bireyin kaybedilen bütünselliğini yeniden inşa etmenin sanatsal çabasıdır. Hatta bu çaba sanatın özüdür. Bu niteliğiyle roman, bilimin ve sanatın içerdiği geniş bir alanı kucaklayarak ancak sözkonusu amaca uluşabilir. Bu nedenle neredeyse bütün sanatları kucaklayan çok boyutlu, sınırları ve kuralları kesin çizilemeyen bir sanat türüdür. İnsanın parçalanmışlığını, bunun birey ile toplum ve bireyin kendisi ile çatışmalı bütünlüğün, bu çatışmanın yarattığı derin acıların en yetkin anlatımını Dostoyevski romanlarında buluruz. O, en karşıt ve en keskin uçlara varan bu bölünmenin ve çatışmanın sanırım en derin, en kapsamlı ve çarpıcı betimlemelerini yapar. Dostoyevski'de insan, bütün şeytani ve meleksi çatışmalı özellikleriyle olağanüstü bir derinlikte verilir. Onun çok boyutlu, çoğul karakter betimlemelerinde, insan bütünlüğünü arayışın, doğal insani olanın ruhsal, manevi en üst mertebelerine ulaşma çabasının ritmini, soluğunu her an duyumsarız. Zwiek'ın deyişiyle, “Her kahramanından dünyevi olanın şeytani uçurumlarına doğru bir kuyu iner, zihinsel olan her yükselişi kanatlarıyla tanrının çehresine dokunur. Eserindeki her duvarın arkasında, her bir kahramanın yüzünün gerisinde, perdelerin her kıvrımının altında sonsuz bir gece yatar ve sonsuz bir ışık parlar. (...) Ölüm ve delilik arasında, hayal ve yakıcı berraklıktaki gerçeklik arasında durur onun dünyası.” Sanat ve edebiyat kuramcısı Terry Eagleton'a göre sanat, dolayısıyla roman, “dünyada alınıp satılamayan değerler olduğunu kanıtlamak için var olmalıdır; kurtuluş fikrine daha iyi bir toplum tasavvuruna, iyiye doğru değişme inancına sahip olmayan, belli bir ütopyası bulunmayan sanat eseri ancak ve ancak bir yeniden üretimdir; otantik (özgün) veya yüce değildir.” O nedenle, sözkonusu derin, kapsamlı ve zengin içeriğiyle roman, aynı zamanda bir sanat yapıtı olarak benzersiz, biricik ve özgün olmak zorundadır. Bu nitelikleri taşıyabilmesi için, önce romana özgü toplumsal bütünlüğü kucaklayıcı, böylece bireyin parçalanmış kişiliğinin toplumsal, psikolojik nedenlerini sorgulayan, betimleyen bir içeriğe ve yeni bir dünya, yeni bir toplum ve yeni bir insan yaratmanın yüksek idealini/ülküsünü taşıyan bir öze, anlama, iletiye (mesaja) sahip olmalıdır. Sanatı devrimin en etkili aracı olarak gören Ütopik Sosyalizmin kuramcılarından Proudhon'un, özünde Hegel estetiğinin bir yorumu olan şu tanımı bunu güzel anlatıyor: “Sanat, fiziksel ve manevi anlamda türümüzün yetkinleştirilmesi amacı doğrultusunda doğanın ve kendimizin idealist bir temsilidir.” Ve ona göre sanatçı da, “ideal olanı yüksek derecede sezme ve sezdiği ideali figürler, betimler, melodiler ve kendi izlenimleri aracılığıyla diğer insanlara iletme yeteneğine sahip olan kişidir.” Kritik soru şudur: Gerçekliğin yeniden üretimi, yeni bir dünyanın yaratılması nasıl bir roman estetiğiyle sağlanır? Kuşkusuz bu zor sorunun birinci yanıtı; insanın doğaya ve kendine yabancılaşmasına, ruhsal parçalanma ve kişilik bölünmesine yol açan sınıflı topluma, kapitalizme karşı ideolojik-kültürel bir tavırla almasıdır. Bu hakikat / doğruluk ilkesini yapıtının merkezine koymayan bir romanın başarılı olması mümkün değildir. Çünkü, hakikati, gerçeği en derin içeriğiyle yansıtmak, içeriğe en uygun biçimi vermek estetiğin, güzellik biliminin temel bir koşuludur. Hegel bu hakikat ve estetik ilişkisini çok özlü olarak şöyle ifade eder: “Biz güzelliğin ide olduğunu söylüyoruz; o zaman güzellik ve hakikat bir yandan da aynı şeydirler, yani güzel olan aynı zamanda hakikat, yani doğru olandır.” İşte burada, yeni bir dünya ya da yeni bir toplum öneren roman sanatının estetik ilkesi gündeme gelir. Öncelikle yeni bir dünya kurgusu, gerçekliğin yeniden üretilmesidir; gerçeklikten tamamen uzak, gerçekleşme olasılığı olmayan hayali, kurgusal bir dünya değil, gerçekleşebilir bir dünyadır bu. Aristo'nun Poetika'da belirttiği gibi, sanatın tarihten ya da bilimden farkı, gerçek olmasa da gerçekleşebilir olanı kurgusal olarak vermektir. Tıpkı rüzgarda özgürce dolaştırdığımız uçurtmamızın güçlü bür iple yere/gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi. Diğer yandan sanatsal anlamda yeni bir dünya, kula kulluğun egemen olduğu eski dünyanın kendine yabancılaştırıp kirlettiği insanda ruhen bir hafifleme, arınma, kendini bulma ve yükselme duygusu yaratıyorsa amaca ulaşılmıştır. Başka deyişle bunun anlamı, insanın kendi olma, insanı kirleten kötü düşüncelerden kurtulup kendi saf, duru özüyle buluşma duygusudur. Bu estetik nitelik, toplumsal ve insani ya da felsefi ana mesajın romandaki öykülerin karmaşık bütünlüğüne, dolaylı bir anlatımla, olay örgüsü içine yedirilerek, olayların kurgusuna, karakterlerin davranışına gizlenerek işlenmesiyle yaratılır. Okuyucunun bu duyguyu en üst düzeyde yaşaması da, ancak olaylar bütünü okunduktan ve romanın özü, ruhu iyice kavrandıktan sonra, yani genellikle roman bittikten sonra tam olarak anlaşılır. Modern çağın en kucaklayıcı ve etkili sanat türü olan romandaki derin toplumsal hakikati bir bütünlük içinde kavramak ve böylece yüksek bir estetik ifadeye ulaşmak, olay örgüsü içinde, olaylar arasında bir nedensellik bağı kurarak mümkündür. Yani bireylerin öyküsü toplumsal ve tarihsel bir temele oturtulur; bu da ancak nedensellik bağlarıyla kurgulanabilir. “Roman Kuramı” kitabının yazarı Forster bu konuda şöyle der: “Olayların zaman sırasına göre düzenlenerek anlatılması” demek olan öyküden farklı olarak, “Olay örgüsü de olayların anlatımıdır; ancak burada üstünde durulan nokta, olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisidir.” Çok daha önemlisi ve romanın felsefi özüne ilişkin olanı ise, bireyin ruhsal parçalanmışlığının nedenlerinin ve sonuçlarının, ancak ve ancak nedensellik bağıyla, en zengin ve çok boyutlu toplum-birey ilişkisi içinde anlatılabileceğidir. Çünkü, bundan yüz-ikiyüz yıl önce estetik kuramcıların belirttiklerini daha da pekiştirecek ölçüde, bugün bireyin kişilik ve ruhsal dünyasının oluşumunda tarihsel ve toplumsal gerçeklerin payının çok büyük olduğu saptanmaktadır. Demek ki, tarihin, toplumbilimin, tıbbın ve psikolojinin tek başın açıklamada yetersiz kaldığı bütünsel insan gerçeğini açıklamaya en uygun sanat türü, hepsini kucaklama, içerme yeteneğine sahip olan romandır diyebiliriz. Forster, bütün sanatlarda olduğu gibi roman okurunda daha da yüksek bir entelektüel düzeyin yanında büyük bir dikkat, hafıza ve zeka arar: “Olay örgüsü, ağzı açık, şaşkın mağara admlarından oluşan bir dinleyici topluluğuna, astığı astık kestiği kestik zorba bir sultana ya da bunların günümüzdeki uzantıları olan sinema izleyicilerine anlatılamaz. Onları uyanık tutan, yalnızca, öykünün gerektirdiği 'Sonra ne olmuş? Ondan sonra ne olmuş?' sorularıdır. Bu gibi kimselerin, romana merak duyguları dışında getirebilecekleri bir şey yoktur; oysa olay örgüsü okurdan zeka ile bellek de ister. (...) Olay örgüsünü kavrayabilmek için, merak duygusunun yanına zeka ile belleği de katmamız gerekir.” Bu bağlamda roman, başlı başına, toplumsal, tarihsel ve ruhsal boyutlarıyla, yukarıda belirttiğimiz gibi gerektiğinde herhangi bir toplumbilim, tarih ve psikoloji incelemesinden daha kucaklayıcı bir nitelik taşımaktadır. O nedenle bir toplumu, onun kültürel bütünlüğünü tanımanın en sağlam ve kestirme yolu, öncelikle o toplumla ilgili yazılmış romanları okumaktır. Toplumla ilgili bu bilgi, Türk kızlarının sevdalarını dokudukları halılara işlemesi gibi, belli bir zaman kesitindeki tarihsel bilgiden öte bir yüksek hayal gücüne, bir derinlik ve boyuta sahiptir. İşte olay örgüsünde gerekli bütün ayrıntılarıyla işlenen karakterler tablosu ve onların içine gömüldüğü toplumsal kompozisyon, bize geçmişte ve bugündeki geleceğin köklerini verir. Ulusaldaki evrensel olanın anlatımı olarak insana dair evrensel gerçekliğin özgün ifadesini de içerir bu. Sadece bunlar da değil, olay örgüsünde ortaya konan yaratıcılık, biriciklik ve buna bağlı özgünlük, romanın diğer vazgeçilmezleridir. Forster'in vurguladığı gibi “İyi bir okuyucu romanın bitiminde erişeceği yüksek tepenin üstünden geriye doğru bakarak olup bitenleri topluca gözden geçirmediği sürece, bunları doğru dürüst değerlendirebileceği umuduna kapılmaz. İşte romandaki bu gizem ya da şaşırtma ögesi, olay örgüsünde çok önemli bir yer tutar. Gizem duygusu da, şaşma duygusu da olayları anlatırken zaman sırası gözetmemekten doğar. Olay örgüsünün temel taşıdır gizem; zeka olmadan tadına varılamaz. Meraklı okuyucular burada da 'Sonra ne olmuş?' diye sorup geçerler. Oysa gizemi değerlendirmek, ondan tad alabilmek için zihnimizin bir parçası olayların peşinden koşarken, bir parçasının da geride kalarak olup bitenler üstünde düşünmesi gerekir.” Şimdi de olay örgüsündeki gözelliğe, estetik olana gelirsek... “Zeka, insan aklının durmadan ilerleyen parlak ucu, bellek ise, çevreye saçtığı donuk pırıltıdır. İşte bu pırıltı, aşama aşama gelişen olay örgüsü üstüne yayılarak, yeni yeni ipuçları, zincirleme neden-sonuç bağlantıları bulacak, olup bitenleri bunların ışığında durmadan yeniden düzenleyip yeniden gözden geçirecektir. Eğer olay örgüsü iyi hazırlanmışsa, romanın sonunda okuyucuda uyandıracağı duygu; ipuçlarına, zincirleme neden-sonuç bağlantılarına ilişkin bir izlenim değil de, derli toplu bir sanatsal güzellik duygusu olacaktır.” Bununla birlikte, olay örgüsündeki estetik duyguyu veren gizem ve şaşırtıcılık önemlidir. Çünkü güzellik karşısında şaşmadan, tatlı bir irkinti duymadan o estetik duygu yaşanamaz; hatta Forster'in vurguladı gibi, kendi güzelliğine şaşmayan bir güzel güzel değildir; çünkü şaşırmak, hayret etmek, doğallığın, saflığın ve alçakgönüllülüğün bir ürünüdür. Güzelliğin roman sanatındaki anlatımı bu kadarla da yeterli değildir; daha başka ögeler söz konusudur. Yaratıcı dehanın özelliklerini veren bu niteliksel ögeler, olay örgüsünün labirentlerinin, tünellerinin dönemeçlerine yerleştirilen, çıkışa/kurtuluşa ulaşmak için yol gösterici, esinlendirici nitelikteki aydınlatıcılardır. Doğayı, toplumu ve insanlığı çok daha derinlemesine ve geniş ufukla görmeyi, böylece günlük, olağan gerçekliğin ötesini, geleceğin sezgisel dünyasını kavranmayı sağlayan bu ögeleri, düşsellik, ermişlik ve ritim ögeleri olarak tanımlayabiliriz. Roman tekniğini çok iyi bilmenin, akıcı ve etkili bir anlatım diline, yüksek kurgu yeteneğine sahip olmanın ötesinde, insanlığın temel sorunları olan özgürlük, eşitlik ve adalet ilkeleriyle örülmüş çağın ruhunu can damarından yakalamanın anahtar kavramlarıdır bunlar. Romanın ana karakterlerinin, Türk edebiyatında çokça tartışılan, ulusal ve toplumsal gerçekliği sıradan ve ortalamadan farklı olarak yansıtmadaki tipikliği de, onların üstlendikleri benzersizlik, biriciklik ve özgünlüğün diğer bir vurgulanmasıdır. (Devam edecek) Mehmet Ulusoy Kaynakça - Stefan Zwiek, Üç Büyük Usta, İş bankası Kültür Yaynları. - Stefan Zwiek, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, İş bankası Kültür Yaynları. - György Lukacs, Roman Kuramı, Metis Yayınları. - György Lukacs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Payel Yayınları. - György Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, Payel Yayınları. - Andrzej Walichi, Rus Düşünce Tarihi, İletişim Yayınları. - Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Ayrıntı Yayınları. - Hegel, Estetik I-II, Payel Yayınları. - Forster, Roman Kuramı, Adam Yayınları. - Proudhon, Sanatın Prensibi, Öteki Yayınevi.DÜNYA YENİDEN ANASIL YARATILIR
ROMAN ve OLAY ÖRGÜSÜ
Gerçekedebiyatcom