Köpek gezdiren kızlar / Necati Güngör
Bu salgın olayından önce, köpeklerle hiç ilgilenmezdim. Sokakta yanımdan geçen bir hayvancığın varlığını bile ayrımsadığımı bilmem… Durup gözlerinin içine bakarak başını okşamak, ona insanca davranmak, sevildiğini duyumsatmak aklımın ucundan bile geçmezdi! Hele hele, ayaklarımızın dibinde varlığını ...
Sanırım biz insanlar kendimize acımaktan, hayvanlara karşı acıma duygusu biriktiremiyoruz yüreğimizde? Virüs salgını aklımızı başımıza mı getirdi, ne? İnsanlık, gözle görülemeyen öldürücü hücrelerin dünyaya saldığı korkuyla biraz kendine geldi. Başkasını bilmem, ama benim için böyle oldu. Önce, çalıştığım kafenin müşterileri azaldı. Patronun da, biz çalışanların da geliri düşmeye başladı… Arası çok sürmedi, kafe tümüyle kapandı. Kendimizi birdenbire sokakta ve işsiz olarak bulduk! Doğrusu, başlangıçta durumun kötülüğünü tam olarak anlamaktan uzaktım. Sanki bir süre için ücretsiz izin kullanıyoruz gibime geliyordu. Birkaç hafta sonra patronumuz yine işyerimizi açar, bizleri işe çağırır sanıyordum. Oysa hayır, günler birbirine ekleniyor, haftalar geçiyor, dükkânımızın uğursuz suskunluğu acımasızca sürüyordu! Sandalyeler, masalar boş boş bize bakıyordu sanki… Başlarda küçük bir serüven gibi görünen işsizlik, canımızı acıtan keskin bir bıçak gibiydi şimdi. Günden güne daha derinden etimizi kestiğini duyumsadığımız bir bıçak… Neyse ki, hayatta yalnız değildim... En güvendiğim insan, en güvenli limanım, annem vardı! Kendimi bildim bileli koruyucu meleğim olan anneciğim. Babamla annem yollarını ayırdıklarında ben çok küçükmüşüm… Bazen belleğimi zorluyorum babamı hayalimde canlandırmak için. Bulanık resimler gibi, tam olarak canlanmıyor babamın yüzü… Oysa annem onun boşluğunu da doldurarak hep yanı başımdaydı. Annem, babamdan ayrıldıktan sonra çalışmaya başlamıştı. Ben ilkokula giderken annem bir kırtasiyeci dükkânında çalışıyordu. Okul için gerekli şeyleri çalıştığı dükkândan alıp getiriyordu. Kendisi için de kitap getiriyordu sık sık. Kimi akşamlar yemekten sonra ben ders çalışırken, annem de kitabını okuyordu. Bana, birlikte ders çalışıyormuşuz gibi gelirdi böyle. O zamanlar, yani ilkokula gittiğim yıllarda Bandırma’da oturuyorduk. Annemin de, benim de doğum yerimiz orası. İstanbul’a sonradan geldik. Annemin teyzesi öldükten sonra… Annem ona teyze dediği için, ben de teyze diyordum. Zaman zaman Bandırma’dan kalkar İstanbul’a, teyzemi ziyarete gelirdik. Annemin, babamdan boşanmış olmasına üzülüyordu teyzem. “Keşke buraya yerleşseniz, elim üzerinizde olur!” diyordu. Annem, “Burada kiralar çok yüksek, başa çıkamam!” karşılığını veriyordu her seferinde. Kendi çocukları da vardı ama onlar yurt dışında okuyup oraya yerleşmişlerdi. Belli ki teyzem de yalnız yaşamak istemiyor, aileden birinin yakınında bulunmasını istiyordu. Sonunda teyzemin bu isteği, ancak ölümü nedeniyle gerçekleşti! Teyzem bir dönem hastanede yattı. Ağır bir hastalıkla boğuştuğunu annemden işitiyordum. Annem hemen her hafta sonu teyzemi ziyarete geliyordu İstanbul’a. Teyzemin iki oğlu da annelerini görmeye gelmişler... Annemin yanında, oğullarına vasiyette bulunmuş teyzem: “Ben hastaneden çıkamayabilirim,” demiş. “Sizler yurt dışındasınız. Benden sonra babanız yalnız kalacak. Yalnız yaşayamaz o, bilirim. Kendine bakamaz. Üçünüz de buradayken söylüyorum: Bu kız, babasız büyüttüğü çocuğunu da alıp bizim eve yerleşsin. Babanın bakımıyla o ilgilensin… Babanızın emekli aylığı geçinmelerine yeter. Sizler de bu kızın çocuğunu okutun. Eksiklerini tamamlayın. Elinizi, onlardan çekmeyin…” Teyzemin iki oğlu da, annem de, onun bu son isteğine karşı çıkmamışlar. Üzüntü içinde boyunlarını büküp, “Peki” demişler. Bunları annem sonradan anlattı bana. Teyzemin ölümünden, İstanbul’a taşınmamızdan sonra… İstanbul’a taşındığımız yıl ben ortaokula yazılmıştım. İstanbul’a yerleşmek de, ortaokula başlamak da benim için sevinçle karışık bir heyecan duygusu yaratmıştı. Burada okula gitmek, buralı kızlarla arkadaşlık etmek başlarda bir çekingenlik yaratsa da, tez zamanda o duygudan kurtuldum. Hatta o duyguyu zamanla unuttum. Okulumuzun bir de yatılı bölümü vardı. İlçelerden, komşu illerden gelen kızlar ya da kimsesizler hem okuyor, hem de barınıyordu burada. Benim gibi evi olanlar, günün sonunda evine dönüyordu doğal olarak. Teyzemin kocasıyla pek seviştiğimiz söylenemez... Onunla daha çok annem ilgileniyor. Gün içinde zamanının çoğunu üst katta geçiriyor annem. Yukarı katın mutfağı da bizimkinden ayrı. Perhizde olduğu için ona, yağsız, tuzsuz yemekler hazırlıyor annem; bizimki başka bir tencerede pişiyor. Bu salgın başlamadan önce, daha hareketliydi enişte. Dışarı çıkıp oyalandığı için bizimle fazla ilgilenmiyordu. Şimdilerde altmış beş yaş üstü dışarı çıkamıyor ya, o da evde tutuklu gibi yaşıyor! Dışarı çıkamıyor, parkın içindeki çay ocağında emekli arkadaşlarıyla buluşamıyor, çarşı pazar dolaşıp zaman geçiremiyor. Bütün gün evde, asık bir yüzle televizyona bakıp zaman öldürüyor. Emekli aylığını bile annem gidip çekiyor aydan aya. Buna karşılık, can sıkıntısını bizden çıkarıyor enişte. Anneme ve bana karışıyor. Annem ne zaman alışverişe çıktı, ne zaman döndü, dışarıda ne kadar oyalandı? Ben her gün çıkıp nereye gidiyorum, neden geceye kalıyorum, kimlerle görüşüyorum? Bütün derdi bunlar… Neyse ki annem sabırla katlanıyor bu bitmez tükenmez sorularına! Onunla benim aramda gerilen ipleri boyuna gevşetiyor. Bazen anneme acımıyor da değilim hani! Kendini yaşlı bir adama adadı. Gençliğini harcadığı babamla birlikte yaşamaktan umudunu kesince, kendi ayakları üzerinde, yalnız başına yaşamayı göze almış… Şimdilerde çaresizce yazgısını, huysuz enişteye bağlamış durumda anneciğim! Her şeye karşın dik duruyor, bana destek oluyor, iyimserlik aşılamaya çalışıyor… Ortaokuldan sonra liseye devam etmedim, hayır. Çalışmak, annemin yaşam kavgasına sırt vermek istiyordum. Enişte eninde sonunda dünyasını değiştirecek. Bu, uzak bir olasılık değil. Eniştenin yokluğunda çocukları, bu evi bize verirler mi? En azından oturmamıza izin verirler mi? İşte orası kuşkulu! Kendimizi birdenbire sokakta bulabilirdik… O nedenle çalışmalı, anneme destek olmalıydım… Güzel annem, beni hiçbir konuda zorlamamıştı bugüne dek. Okulu bırakmam içine sinmese de, karşı da çıkmadı bana. Teyzem vasiyetinde, çocuğu okutun demişti ama bugüne kadar annem onları arayıp da bunu anımsatmadı. Onlar da, düzenli bir yardımda bulunmadılar. Birlikte iş bakınmaya başladık annemle. Okuldan tanıdığım Bilge adındaki arkadaşım bir kafede garson olarak çalışıyordu. Yatılı okumuştu o. Yaşı ve dolayısıyla sınıfı benden ileriydi. Okulu biter bitmez hemen çalışmaya başlamıştı. Annesi yıllar önce ölmüş, babası da hemen başka bir kadınla evlenmiş. O, üvey annesini, üvey anne de onu benimseyememiş. Bilge iş aradığımı işitince, bana, kendisiyle aynı yerde çalışıp çalışmayacağımı sordu. Önce ikircime düştüm. Her ne kadar çalışmayı aklıma koymuş olsam da, ne iş yapacağım konusunda bir seçimim yoktu. Ne iş olsa yaparım diye düşünüyordum. Annemle, Bilge’nin çalıştığı kafeye birlikte gittik. Bilge’nin konuğu olarak... Bir köşeye çekilip oturduk bir süre. Kafenin sahibi genç bir adamdı. Bar gibi bir tezgâhın ardında sürekli hesap alıyor, para üstü veriyor... Gidenlere güle güle diyor; yeni gelen olunca garsona işaret edip masasına yönlendiriyor. Şöyle bir bakınca kafenin müşterilerinin kibar insanlar oldukları anlaşılıyordu. Gürültü patırtı yoktu. Kimi tek başına oturup bir şeyler içiyor, gazetesini ya da kitabını okuyordu. Kimi masaların çevresinde bir bölük insan, aralarında söyleşiyorlar… Arada bir neşeli kahkahalar yükseliyordu gruplardan. Sonradan öğrenecektim: Bir bölük müşteri bu semtte oturan müzisyenlermiş. Gün içinde burada buluşup görüşüyorlarmış. Meğer hepsi de tanınmış kişilermiş, ama ben tanımıyormuşum onları. Annem de sevmişti kafe ortamını; onu tedirgin eden bir hava yoktu. Bilge’den öğrendiğimize göre, gündüzleri daha çok çay kahve, meşrubat, bira içiliyor; akşamları da yemek ve içki veriliyordu. Ancak akşam müşterilerinin bahşişi daha bol oluyormuş. Bunu da işe başlayınca görecektim. Biz bir köşede sus pus oturup insanları göz hapsine alırken, Bilge masamıza çay ve çörek getirmişti. Sonra bir sandalyeye ilişti; sesini alçaltarak anneme sordu: “Nasıl buldunuz kafemizi?” Annem sıcak bir gülümsemeyle baktı Bilge’nin yüzüne. Başıyla onayladı önce. “Güzel!” diye ekledi sonra. “Saygılı insanlar. Burada çalışılır.” Bu sözler beni de, arkadaşımı da sevindirmişti. Bilge: “O halde patrona haber vereyim, uygun görürse belki hemen başlatır!” Böyle dedi ve yerinden kalkıp kolunu omzuma doladı, yanağını yanağıma değdirdi. Sonra zaman yitirmeden tezgâha doğru gitti, patrona bizi göstererek bir şeyler söyledi. Ben çok heyecanlıydım! Patron, masamıza doğru bir saniye göz attıktan sonra önündeki işini sürdürdü. Hesap makinesiyle işlem yapıyordu. Belli etmemeye çalışarak her hareketini izliyordum. Nasıl bir insandı acaba? Bilge, onun hakkında olumsuz bir şey söylememişti. Çok sürmedi, patron, yani Numan abi tezgâhın arkasından çıkıp yanımıza geldi. Annem ve ben ayağa kalkmak isterken, el işaretiyle bizi oturttu. Yüzüne bir gülümseme yayılmıştı. Aldatıcı bir gülümseme değildi bu. “Beste Hanım hanginiz?” diye sordu. Belli belirsiz bir sesle, “Benim” dedim. Annem doğrudan beni göstererek, “Kızım” dedi. Numan abi: “Anladım!” dedi kısaca. Oturmadan masaya dayanmıştı. Gözlerimin içine bakarak konuştu: “Okulu bırakmışsınız, Bilge söyledi. Neyse, umarım yanlış bir karar vermemişsinizdir. Bizimle çalışmak istiyormuşsunuz. Bizim de sizin gibi genç ve enerjik bir elemana gereksinimimiz var. Bilge ile arkadaş olmanız da iyi. O size işleri öğretir. Ücretinizi haftalık olarak alacaksınız. Bizim işimizde bahşiş ücretin kremasıdır. Olursa ne âlâ! Tadından yenmez. Ama yoksa o zaman ücretinize razı olacaksınız! Müşteri bahşiş vermiyorsa ona kötü davranmak yok bizim kitabımızda… Sabahları müşterimiz pek azdır, bizde asıl öğlenden itibaren yoğunluk başlar. Gecenin bir vaktine kadar, mesela dokuza, ona kadar sürer. Sabahleyin en geç on birde işinin başında olmalısın. Bu koşullarda çalışmayı göze alırsan yarın gel başla! Ha, haftalık ne alacağım diyeceksin, haklı olarak. O konu senden alacağımız verime bağlı. Bir haftalık denemenin sonunda belli olur.” Bunları söyledikten sonra anneme döndü: “Memnun oldum efendim!” dedi, hafifçe başını eğerek selam verdi. “Umarım birlikte çalışırız!” Sözünü noktaladı ve tezgâhın arkasına yöneldi. Eve dönerken yolda annem sordu: “Ne diyorsun? İstiyor musun burda çalışmayı?” “En azından denerim, anne.” “Sen bilirsin kızım.” Annem başka bir şey demedi. * Ertesi gün gidip çalışmaya başladım. Bilge, içtenlikle bana yol gösterici oldu. Onun gibi seri davranmaya çalışıyor, müşterilerle belirli bir uzaklık koyuyordum aramıza. Bu konudaki kuralı şuydu arkadaşımın: “Samimi davran, ama laubali olma!” * Haftayı tamamladığımda işimi de, patronumuz Numan abiyi de, müşterileri de seviyordum. Tabii asıl, Bilge’nin dostluğu benim için çok anlamlıydı. Yüzü de, yüreği de güzel bir kız o! Kardeşim olsa ancak bu kadar sevebilirdim… Her konuda yol göstericim ve desteğimdi. Kimi akşamlar saat geç olunca, tanımadığım insanlarla yolculuk etmeyeyim diye dolmuşa binmiyor, taksiyle dönüyordum eve. Ne var ki bütün gün elde ettiğim bahşişleri taksiye vermek, doğrusu içime oturuyordu! Bu duruma üzüldüğümü gören Bilge, “Geç çıktığımız akşamlarda annene telefon et, gel bende kal,” önerisinde bulundu. “O zaman geç kalacağım diye bunalıma da girmezsin. Rahat çalışırsın.” Öyle yaptık… Annem de Bilge’yi seviyor, ona güveniyordu. “Kalabilirsin,” dedi. Sıcak yaz akşamları, kafenin önündeki çardağın altından kalkmak istemiyordu insanlar. Akşam yemeklerini burada yiyor, içki kadehi ellerinde, söyleşip gülüşüyorlardı. Masaların çevresinden yayılan neşeli hava bizi de etkiliyor, günün yorgunluğunu unutuyorduk. Böyle kaç hafta, kaç ay geçti… Haftalığımı her alışımda doğruca anneme götürüyordum. Annem ya bir açığı kapatıyor o parayla ya da bankada açtırdığı ortak hesabımıza yatırıyordu. Bazen kendimce düşler kuruyordum: Biriken paramızla anneme bir ev alayım, kendi evinde otursun. Kimselere hizmet etmek zorunda olmasın. Yaşam boyu çalışıp bakayım ona… Düş işte… Bu arada Bilge de beni kendine ev arkadaşı yapmaya çalışıyordu. Onda kaldığım akşamların birinde önermişti: Birlikte kalalım bu evde diye. Bilge’nin evi bir salon, bir mutfak ve önünde sera gibi kapalı bir balkondan oluşan bir bahçe katıydı. Kapıdan girince avuç içi kadar bir aralıktan mutfağa geçiliyordu doğruca. Solonsa oldukça geniş bir odaydı. Karşılıklı iki divan kurulmuştu. Divanlarda hem yatılıyor, hem oturuluyordu. Komşu duvarlarla çevrili bahçenin loş aydınlığını alıyordu. Bahçeye açılan kapıdan çıkıp sağa dönünce banyoya; sola dönünce camla kaplı balkona giriliyordu. Balkona “yaz evi” adını takmıştı Bilge. Camlara takılı tül perdeler ve saksı çiçekleriyle hoş bir hava verilmişti. Bütün bir yazı orada geçiriyor; kış gelince içeri taşınıyorlarmış. Aslında bir ev arkadaşı vardı Bilge’nin, evet. Üniversite öğrencisiydi öteki kız. Salgın baş gösterince okulu kapanmış, o da memleketine dönmüştü. Doğrusu ikircikli kalmıştım, Bilge’nin önerisi karşısında. Burası, çalıştığımız kafeye on dakika uzaklıktaydı. Üç adımda işe gitmek ya da eve dönmek pek güzel olurdu… Gelgelelim, annemden uzaklaşmak, onu adeta terk etmek gibi geliyordu bana. Onun koruyucu şemsiyesinden yoksun kalmak demekti! * Salgının ilk döneminde herkes gibi biz de bazı önlemler almıştık. Masaları olabildiğince birbirinden uzaklaştırdık. Sandalye sayısını azalttık. Her masaya mikrop öldürücü sıvılar koyduk. Kapıdan girenin ateşini ölçüyor, kolonya ile karşılıyorduk… Müşteri sayısı azalsa da, işyerimiz açıktı sonuçta… Bunun böyle süreceğini, bunca önlemin yeterli olacağını sanıyorduk! Çok sürmedi oysa… Salgın nedeniyle ölen insan sayısı artınca, topluca girilip çıkılan benzer işyerlerinin tümü kapatıldı! Dediğim gibi, başlarda bir oyun gibiydi her şey. Öyle sanıyordum. Gerçeklerle yüzleşme korkusuydu belki de… Bizi kuşatan gerçeği kavramakta zorlanıyorduk. Gerçek, öldürücü bir hücrenin her yeri ele geçirmesiydi. Gözle görülemeyen, kokusu olmayan, varlığını ancak bedeninize yerleştiğinde anlayabildiniz bir canavardı! Hepsinden kötüsü, bu sinsi virüs daha kaç zaman yüreğimize ölüm korkusu salarak aramızda varlığını sürdürecekti? Bunu kimseler bilemiyordu! Daha da kötüsü bu virüs zamanla kendini koşullara göre değiştirebilme yeteneğindeydi! Arada bir elimde olmaksızın, kafemizin bulunduğu semte geliyor, oralardan geçermiş gibi yaparak işyerime göz atıyordum. Mekân beni kendine çekiyordu. Terk edilmiş yerlerin hüzünlü suskunluğuna bürünmüştü kafemiz. Mekânın suskunluğu, tıpkı bir insanın suskunluğu gibi acı veriyordu insana. Burada da yaşlılar birdenbire ayağını çekmişti sokaklardan. Ben yaştaki çocuklar bütün umursamazlıklarıyla, öyle maskesiz, sarmaş dolaş kaldırımları dolduruyordu. Onları öyle gördükçe, salgın haberlerinin asılsız bir göz korkutma olduğu duygusuna kapılıyordu insan. Hastalık ve ölüm haberleri gün boyunca bütün kanalarda sürüyordu… Buralara kadar gelip de, Belge’yi aramamak olmazdı elbet. Gerçi kafe kapanalı beri sık sık telefonlaşıyor, karşılıklı özlem gideriyorduk. Onun durumu benden daha zordu. Bir iki ay sonra evinin kirasını ödeyemez duruma düşebilirdi! Evden çıkmak zorunda kalırsa gidecek yeri yoktu. Babasının evine dönmek de istemiyordu; çünkü üvey annesiyle sorunlar yaşamıştı; onunla bir arada bulunmak istemiyordu. Telefonunu çaldırdım, hemen açtı. Daha alo der demez, “Bana uğra, sana sürpriz haberlerim var!” dedi. “Sana yakınım. Kafenin oralarda…” “O zaman sahile doğru yürü. İki çocuğum oldu, onlarla birlikteyim. Görsen, çok sevimliler. Hadi koş gel!” Telefonu kapattıktan sonra durdum bir an… Çocuk! Hem de iki tane… Beni mi işletiyordu? İki erkek çocukla tanıştı, beni de tanıştırmak istiyordu belki… Merak içinde, koşar adım deniz tarafına doğru yürümeye başladım. Sahil şeridindeki uzayıp giden boş alanları toprakla doldurarak yeşillendirmişti Belediye. Ağaçlar dikmiş, çimler ekmiş, göz okşayıcı bir parka dönüştürmüştü. Aralarda çocuklar ve köpekler için oyun alanları düzenlenmişti. Banklara, ağaç diplerine, çimenlerin üzerine oturmuş müzik dinleyen, gitar çalan, kitap okuyan, termosla getirdiği çaylarını yudumlayan biz yaşlardaki gençlerin arasında Bilge’yi arıyordu gözlerim. O sırada telefonum çaldı; Bilge’ydi. “Beste, geldin mi?” “Sahildeyim canım, seni arıyorum!” “Köpeklerin oyun alanındayım. Çevresinde teller olan…” “Tamam, gördüm.” Upuzun parkın içinde telörgülü, özel bir alandı burası. Bütün gün evlerde tutsak gibi yaşayan köpekler, burada sahipleriyle ya da hemcinsleriyle oyunlar oynuyor, enerjilerini boşaltıyorlardı. Kocaman bir şeydi. Hiç alışık olmadığım için, ödüm koptu bir an! Duraksadım. Bilge gülüyordu. “Abla o, abla!” dedi köpeğe. Başını okşadı. “Yabancı değil. Beste ablanız!” Hayvan sakinleşti. Boynunu büküp bana baktı, hayvancık sanki özür diliyor gibiydi. Birden içim ısındı. Çok masum bakıyordu çünkü. “Seni tanımadığı için bana zarar verebileceğini sandı bir an! Bakma sen onun iri ve kaba görünüşüne, aslında melek huyludur. Danua diyorlar buna. Sana alışsın, seni de başkalarına karşı korur.” Köpeklerden biri daha uysal gibime geldi. O da terrier’miş. “Köpekleri bunca tanıdığını bilmiyordum,” dedim Bilge’ye. “Çocukluğumdan beri benim köpeklerim oldu. Köpekler üzerine bir de kitap okumuştum. Türleri, davranışları, bakımı, beslenmeleri… Fırsat buldukça belgesel kanallarında köpek terbiyesiyle ilgili programları da kaçırmamaya çalışırım.” “Sürpriz haber dediğin bu muydu?” “Şaşırmadın mı yoksa? Sürpriz sayılmaz mı?” “Evet, doğrusu, köpeklerle bu kadar ilgili olduğunu bilmiyordum.” “Seni çağırmamın nedenini söyleyeyim: Ben parayla gezdiriyorum bu sevimli şeyleri. Birlikte de yapabiliriz bu işi. Sahipleri ya sokağa çıkacak durumda değil ya da hayvanıyla ilgilenecek zamanları yok…” “Peki, sen o köpek sahiplerini nereden tanıyorsun?” “Onları ben bulmuyorum. İnternet üzerinden çalışan bir grup var. Köpek sahipleri onlara başvuruyor. Onlar da benim gibi işe gereksinimi olan gençleri eğitip yönlendiriyorlar. Alınan ücreti onlarla paylaşıyorsun…” “Belli bir gündelik yok yani? Hiç duymadığım bir iş…” “Köpekleri saat ücretine göre dolaştırıyorsun. Bir saat, iki saat… Yeni bir iş alanı bu. Yöneticileri de biz yaşta çocuklar. Sürekli bilgisayar başındalar.” “Ben köpekleri hiç tanımıyorum ama…” “Sen benim yanımda ol, birden fazla köpek alırız gezdirmek için. Sana, nelere dikkat etmen gerektiğini anlatırım. Ama tabii öncelikle bu hayvancıkları seveceksin! İlk kuralımız bu olsun. Sevince onları anlaman daha kolay olur. Sevildiklerini anlayınca zaten onlar sana bağlanır, sözünü dinler, istemediğin şeyleri yapmaz. Dur dersin, dururlar. Hadi dersin, seninle birlikte yürürler. Sen ayağa kalkarsın, onlar da hemen ayaklanır… Dediğim gibi, sana güvenmeleri gerekiyor.” Garsonluktan sonra, köpekler konusunda da Bilge bildiklerini, deneyimlerini benimle paylaşıyordu. Ne kadar iyi yürekli, ne kadar paylaşımcı, sevgi dolu bir kız! İyi ki onun gibi bir arkadaşım vardı. Bir yandan da elimize geçebilecek parayı kafamda ölçüp biçiyordum. Pek doyurucu bir kazanç gibi gelmiyordu bana. Gezdirilecek köpek çıkarsa eğer, hayvan başına otuz lira kazanacaktık. Benim şimdilik bu paraya gereksinimim yoktu. Annemin yemeklerini yiyordum; kira derdimiz yoktu. Oysa Bilge hem ev kirası ödüyor, hem de ekmeğini kazanmak durumundaydı! Bu koşullarda onun ekmeğine ortak olamazdım… Ama köpekleri tanımak için onunla birlikte gezdirmek, ona yardımcı olmak istiyordum. “Seninle birlikte köpek gezdirmeye varım. Ancak ücret falan istemem. Alacağın para senin hakkın…” dedim. Bilge gözlerimin içine baktı. Duygulanmıştı sözlerimden. Hüzünlü bir gülümseme kapladı güzel yüzünü. “Canım arkadaşım!” dedi. “Sen de çalışmak zorundasın, biliyorum…” “Şimdilik daha çok öğrenmeye gereksinimim var. Köpeklerin dünyasını öğreneceğim senden. Az kazanç mı?” Bunları konuşurken, köpekler önünüz sıra uslu uslu yürüyordu. Terrier’in yuları benim elimdeydi. Bitki köklerini, ağaç diplerini uzun uzun kokluyordu. Adı Lora’ydı. Tüyleri açık kahverengi… Sahipleri karı koca dışarda çalıştıkları için yavrucuk bütün gün evde yalnız başına kalıyor, yalnızlıktan ağlıyormuş hep. Terk edilme korkusu yaşıyormuş… Bunu öğrenince ona acımayla karışık bir sevgi duymaya başladım. Danua’nın adı da Maço… Sahibi, yalnız yaşayan yaşlı bir gazeteciymiş. Kızının köpeğiymiş aslında. Kızı ve damadı yurt dışına gidince, köpek kendisinde kalmış. Birlikte yürürlerken birkaç kez adamı çekiştirerek düşürmüş. O nedenle adam da köpeği gezdirmekten korkar olmuş. Lora’ysa uzun uzun koklama huyu yüzünden arkada kalıyor, onu ben çekiyordum yola. “Yok,” dedi Bilge. “Çekme hayvanı. Onun sistemi koku üzerine kurulmuş. Her şeyi koklayarak tanımlıyor. Biliyor musun, köpeklerin koku alma yeteneği, insanlardan çok daha fazla. Sözgelimi bin kat daha fazla! Öyle düşün. Bizim burnumuzun duyumsamadığı nice farklı kokular alıyor o şimdi. Bu hayvancıkları gezdirirken biraz sabırlı ve anlayışlı olmak gerekiyor.” Sözünün burasında ekledi Bilge: “Al işte, sana bir kural daha!” Karşılıklı gülüştük. Bu köpek gezdirme işinde yalnızca köpekleri değil, arkadaşım Bilge’yi de adeta yeni baştan tanıyor ve onun işini böylesine ciddiye alışına hayranlık duyuyordum! Arkadaşım belli etmese de onun zor bir yaşam kavgası içinde olduğunu anlamak güç değildi: “Sana hayranım açıkçası!” dedim. “Bunca derdin, sıkıntının arasında kendini geliştirmenin yolunu biliyorsun.” Gülümsedi arkadaşım. Gülümsemesinde bile bir acılık vardı. “Meraklı turşucu desen daha doğru olur…” diye şakaya vurdu. Sonra birden yarasına dokunulmuş gibi hüzünlendi, içini çekti. “Ben de kendime şaşıyorum zaten …” diye ekledi. “Geçen ay güçlükle denkleştirdim ev kirasını. Bu ay hiç veremeyebilirim! Borçlanacağım çaresiz… Ya aç kalacağım ya da kira borcumun yerine türkü söyleyeceğim!” Bunu derken bakışlarını kaçırmıştı. Güzel ela gözleri nemlenmişti. Ağladı ağlayacak! Sustum ve konuyu değiştirmek için saatime baktım. “Zaman ne çabuk geçiyor, değil mi? Saat kaçta teslim edeceksin bu çocukları?” “Kaldırımda yürürken çiş, kaka yapıyorlar, bazen görüyorum… O durumda ne yapmak gerekir?” “O ihtiyaçlar evden çıktıktan hemen sonra giderilir genellikle. Kaldırımlarda ağaç varsa, sorun yok, mutlaka ağaç dibine çişini yapar. Ben bu yüzden ağaçlı yollardan yürütüyorum onları. Ayrıca yanımda naylon torba taşıyorum. Kakasını onunla alıp çöpe atıyorum. Ortalıkta bırakmam. Bazen de kucağıma alıp ilk rastlayacağımız ağaca kadar öyle yürüyoruz. Kucaktayken yapmazlar. Bu yüzden, parkları, topraklı yolları seçiyorum köpekle gezerken. İstediği an, istediği yere yapar.” “Dışardan bakınca ne kadar kolay görünüyor köpek gezdirmek! Dikkat edilmesi gereken neler varmış meğer…” “Gözünde büyütme! Bunlar basit şeyler. Bir haftada bu işin bütün inceliklerini öğrenirsin.” “Annem hep söyler, öğrenmenin yaşı yok diye. Doğruymuş!” * Köpekleri bıraktıktan sonra eve dönmek üzere ayrıldım. Bilge, köpek gezdirme işini düzenleyen büroya yollandı. Adı neydi o büronun? Köp-Gez. Dönüş yolunda aklıma hep bu takıldı: Bilge ile birlikte böyle bir iş mi kursaydık acaba? Ben değil ama Bilge bu işi çok iyi becerirdi kuşkusuz. Evini de büro olarak kullanır… Ev kirası aradan çıkardı belki. Kira borcunu ödeyemezse… Her şey bir yana, arkadaşımın başı ciddi olarak dertteydi! Bu gidişle kira ücretini denkleştirmesi olanaksızdı… Sokakta kalma olasılığı uzak değildi! Eve gidinceye kadar bu kaygıyı içimde büyütmüş olmalıyım ki, daha kapıdan girer girmez annem: “Senin canın bir şeye sıkılmış…” dedi. Demek ki duygularım yüzümden okunuyordu. Hele annem, bu konuda hiç şaşmazdı. Hayranı olduğum bir insan da annemdi işte… “Haklısın, biraz öyle,” dedim, karşısına geçip otururken. Annem merakla yüzüme bakıyordu. Uzatmadım konuyu; pat diye söyledim: “Bilge yakında evsiz kalabilir!” Şaşkın ve üzüntülü bir sesle annem yine tanısını koydu: “Parasız kaldı tabii, kızcağız! Ah bu çocuklar… Hiç mi insan kötü gününü düşünüp bir kenara üç beş kuruş yığmaz? Babasından da istemez şimdi o.” “Bunca zaman kızını arayıp sormayan babalar!” diye karşılık verdim hırsla. Kendi babamı da ima etmiştim. Onun da arayıp sorduğu yoktu çünkü… Umurumda da değildi! Annem yanımda olduğu sürece... Bilge’nin şanssızlığı, annesini yitirmiş olmasıydı. Annem beni dinlerken, kaygılı ve düşünceli görünüyordu. Belli ki o da kafasının içinde bir şeyler düşünüyordu şu an. Yerimden kalkıp annemin boynuna sarıldım. Onu yanaklarından öptüm. “İyi ki varsın annem benim! Sen olmazsan ben ne yapardım bu hayatta? Sen benim şans meleğimsin…” “İyi ki sen de varsın, güzel kızım!” dedi. “Hayatım seninle güzel…” “Ne olurdu, Bilge’nin de annesi olsaydı şimdi? Onunla beraber olsalardı? O kadar iyi bir arkadaş ki, bu durumda bile kazancını benimle paylaşmak istiyor! Düşün, kendi ev kirasını çıkaramıyor daha, aldığı para yiyeceğine ancak yetiyor… O durumda bile beni düşünüyor…” “Ne iş yapıyormuş ki, seni de ortak etmek istiyor kazancına?” “Ücret karşılığında köpek gezdiriyor.” Annemin şaşkınlığı bir kat daha artmıştı şimdi. “Öyle bir iş mi varmış? Köpek gezdirmek! Tövbe tövbe… Bir yaşıma daha girdim!” Konuyu biraz daha ayrıntılı anlattım anneme. Pek aklına yatmasa da, Bilge’nin beni de düşünmüş olması, kazancını paylaşmak istemesi karşısında büsbütün duygulandı. “Ne düşünüyorum biliyor musun?” dedi sonra. “Git Bilge’yi al getir, bizimle otursun…” Şaşırma sırası bana gelmişti. “Nasıl yani?” dedim. “Nasılı var mı? Bilge o durumda bile seni düşünüyorsa, biz de ona sırtımızı dönemeyiz evladım! Zaten kafedeki işi de Bilge bulmamış mıydı?” “Evet anne.” “Eh işte… Bu kız insan, paylaşımcı, yardımsever! O da benim bir kızım olsun… Annesi yoksa, beni anne bilsin. İkiniz kardeş kardeş, hep dayanışma içinde olun. Yarın git, arkadaşını al gel. Bizim sığdığımız yere, o da sığar elbet. İçim ısındı birden bu kıza; kanım kaynadı… Zaten severdim ya… Onun sokağa atılışını beklemek, bizim insanlığımıza yakışmaz. Sen sen ol, iyilik gördüğün insanın çaresizliğini seyretme çocuğum! Benden sana anne vasiyeti bu.” Sevincimden donup kalmıştım olduğum yerde! Hızla aklım başıma geldi. “İşte benim annem!” diyerek bir kez daha sarıldım boynuna. Yanaklarını öptüm, öptüm. “Peki ya, enişte ne diye diyecek bu duruma? Eve insan getirmiş olmamızdan rahatsızlık duymayacak mı?” Annem de durdu, bir an düşündü, sonra kararlı bir sesle: “O da benim sorunum, sen onu düşünme.” Dedi. “Her şeyi açık açık konuşur, ikna ederim. Beni kaybetmeyi göze alamaz, hayır! Sen şimdi buna takılma. Bilge kızımızın durumu daha önemli! Yarın git getir, konuşalım.” * Bilge sevinmiş, duygulanmış, o da benim yaptığım gibi annemin boynuna sarılmıştı. Ama annemin önerisi karşısında duraksayıp kaldı. Gözleri nemli nemli, sesi kırıktı. “Bir de benim kaygımı taşımayın lütfen. Size yük olmaya utanırım. Biliyorum siz de, Beste de çok düşünceli, iyi kalpli insanlarsınız; ama size sıkıntı vermem doğru olmaz!” “Sen sokakta kalırsan biz rahat mı oluruz sanıyorsun? Asıl o zaman sıkıntı olur bizim için. Farz et ki, Beste’yi de, seni de ben dünyaya getirdim! Böyle düşün. Sen de bizim bir parçamızsın… İnsanlar birbirine böyle zamanlarda gerekli evladım.” Dedim ya annemin hayranıyım diye… Böyle yumuşak bir sokuluşla insanlarını aklına girer hep. İkna yeteneği yüksektir. Önerisini Bilge’ye benimsetmesi uzun sürmedi. Bizim alt katta, gereksiz eşyanın atıldığı bir oda vardı; kapısını pek açmazdık. O odayı boşaltıp temizledik Bilge için. Gereksiz eşyayı attık. Penceresini bir gece açık bırakıp iyice havalandırdık. * Biz şimdi iki kişilik bir ekiptik köpek gezdiricileri olarak. Her gün işe gider gibi, kahvaltıdan sonra kendimizi dışarı atıyorduk. Güle oynaya köpekleri evlerinden alıyor, parkların, yeşil alanların yolunu tutuyorduk. Günler geçtikçe şunu görüyordum; bizim gezdirdiğimiz köpekler, şanslı varlıklar… Onları seven, koruyup kollayan, duygularını anlayan sahipleri vardı. Parkta koşup oynamaları için gezdirici tutabiliyorlardı… Oysa birçok sevimli hayvan kaldırım taşları üzerinde, kıyıda köşede, sokak aralarında, arabaların altında, taş üzerinde yatıp kalkıyordu. Sevgisiz insanların tekmesinden kendini korumaya çalışıyorlardı. Hep tetikte, hep tedirgin, korku içinde… Bir lokma yiyecek, birkaç yudum su bulmanın özlemi içinde ayaklarımızın altında dolaşıyorlar. Çoğu kimse onların ayrımında bile değil! Onları düşünen, onlara acıyan insan sayısı pek az! Öldürücü virüs onlara bulaşmıyordu ama yiyecek içecek satan dükkânların kapanmasıyla birlikte duvar diplerinde, kapı önlerinde çaresizce bekleşen, günlerdir kursaklarına bir lokma girmemiş hayvancıkları gördükçe, kendi işsizliğimizi unutuyordum! Salgın musibetinin çok zararı dokundu insanlara, doğru! Ama bir yandan da bizleri kendimize getirdi dersem yalan olmaz. Gönül gözümüz açıldı. Necati Güngör
O gün bugün teyzemin kocasıyla birlikte oturuyoruz. Bir bakıma kendi oturduğumuz bölüm, bağımsız bir daire gibi. Yukarı çıkmadığınız sürece, kendi evinizde gibi yaşayabiliyorsunuz. Yalnızca sokak kapımız ortak.
Benim okuyacağımı, meslek sahibi olup paralar kazanacağımı, kendisini rahat ettireceğimi umut ediyordu kuşkusuz; ne yazık ki bu düşü de gerçekleşmedi!
Bilge, tasmasından tuttuğu iki köpeği zor zapt ederek orada duruyordu. Yanına yaklaşırken el salladım. O da güldü bana. Her elinde bir köpeğin yuları, onları tutmaya çalışıyordu.
Yanlarına vardım. Yanına yaklaşınca köpeklerden biri hızla aramıza girdi. Hırıltılı sesler çıkarıyordu.
Lora öteyi beriyi koklarken sık sık durup onu beklememiz gerekiyordu. Maço’ysa, bir yerlere yetişecekmiş gibi hızlı yürüyor, çekiştiriyordu yularını. Bilge onu okşayıp sakinleştiriyor, ama az sonra unutup yine çekiyordu.
Bilge de saatine baktı. Eh, yaklaşıyor. Götürüp teslim edelim evlerine. Biz gidinceye dek saat dolar.
Köpekler de konuşmalarımızı anlamış gibi hızlanarak yürümeye başladı. Belli ki eve dönüş saatini çok iyi hissediyorlardı.
Benim bu sevgi gösterim karşısında annem büsbütün duygulanmıştı.
Sonra heyecanım söndü birden, durdum.
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR