bağımsız
Edebiyatın ve edebiyat alanının asla masum olmadığını artık biliyoruz. Doğrudan insan bilincine hem estetik hem en pratik biçimde (bir kitap, bir ışık ve bir yalnızlık yetiyor) "nüfuz" eden etkileyici bir sanat olarak edebiyat gösteriliyor. Biraz abartırsak, bir ülkenin edebiyatını dumura uğrattığınızda o ülkenin çöküşünü de hazırlamış olursunuz diyebiliriz. T. S. Eliot ünlü Denemeler'inde, "Danimarka'yı sevmem, bilmem, ama bana birisi artık Danimarka'da şiir yazılmıyor derse ürperirim. Çünkü en fazla on yıl sonra Danimarkaca diye bir dil kalmaz ve dolaysıyla Danimarka diye bir ulus da..." diye yazmıştı.
Biz 12 Eylül’ü, 12 Mart’a bakarak, yalnızca ekonomik ve siyasi olarak sürecek bir darbe olarak düşündük. 12 Eylül faşizminin, Türkiye’nin ilerici ve devrimci kazanımlarına, yalnızca kaba araçlarla, tankla, işkenceyle, idamla bir saldırı değil, aynı zamanda 12 Eylül'ün kurumsallaşıp toplumsallaşmasının ideolojik aygıtları olarak kültürel alanda da muazzam bir saldırı olduğunu, bunun da edebiyat üzerinden kotarıldığını geç de olsa anladık.
Gerçekten de 12 Eylül'ün hemen ertesi aylara / yıllara baktığımızda, "öncesi"nin Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Dursun Akçam gibi önemli yazarları gizli örgüt üyesiymişler gibi edebiyat ortamından birden kaybolmuştu ya da kaybedilmişti. Yeni çıkarılmaya başlanan ofset yüzü görmüş renkli edebiyat dergileri "Yeni!" bir edebiyatdan söz ediyorlardı. Türkiye kültür ortamı hep Batı'dan etkilenmiştir. Ama Batıda bir yerde de "Yeni edebiyat" diye bir akım, bir anlayış yoktu! Nereden çıktı bu "yeni" edebiyat, yeni yazarlar diye soracak kimse de kalmamıştı, kalanların ise 12 Eylül ortamında soru soracak takati kalmamıştı.
Bu ülkede yazar olmanın bedelini hapislerle, hücrelerde çürümeyle ödemiş devrimci, demokrat, ilerici yazarların hepsi ya görmezden gelinerek ya da "ideolojiye eklemlenerek yazar / şair oldular" diye suçlanıp adeta "güdümlü yazarlar" olarak aşağılanarak kara propaganda yapıldı. Küresel efendilerinin hizmetkârları olduğu bugünlerde daha iyi anlaşılan söz konusu yazarlar ise "gerçek edebiyat" yapan "dahi yazar"lar olarak önümüze konuldu. Oysa bu yeni yazarlar, Yalçın Küçük'ün o dönemde yazdığı ünlü kitabı Küfür Romanları'nda saptadığı gibi: “Türk solculuğunu günah keçisi saymak, dinciliği yasallaştırmak, bellek silmek” çabasını taşıyorlardı. (Önceleri "Türk-İslam Sentezi" ideolojisiyle beslenen bu kültürel ortamın şimdilerde "Türk"ü sizlere ömür durumuna geldi.)
Okur, kitap okuyacaksa 12 Eylül öncesi yazarlarını değil, yeni yaratılan bu yazarları okumalıydı. Çocuk yaşta insanların darağacında sallandırıldığı, emniyetin beşinci katlarında her gece intihar(!)ların yaşandığı 12 Eylül’ün en kanlı günlerinde, yalnızca "edebiyata" değil kendilerine de "politikayı bulaştırma"yan, evine kapanıp yalnızca romanıyla ilgilenen temiz aile çocuğu yazar tiplemesi, İhsan Doğramacı YÖK üniversitelerinin kadın asistanları için de çok çekici geliyor, bu romanlar hakkında kitaplar, övgüler yazıyorlardı.
12 EYLÜL 1980 KÜLTÜR KOMUTA KONSEYİ: AHMET ALTAN - LATİFE TEKİN – FERİT ORHAN PAMUK...
General Kenan Evren, ülkemizi siyasi olarak uluslararası efendilerinin istekleri doğrultusunda yumuşatıp şekillendirdi, Turgut Özal ekonomik alanda, “transformasyon” adı altında ülkemizi “plantasyon”a çevirdi, Pamuk türü “yeni!” yazarlar ise edebiyatımızın bütün kazanımını yok etti; insan tekinin en önemli uğraşı olan edebiyatı “hava cıva yayılımları”na (Gabriella Killert-Die Zeit), “oyuncaklı şeyler"e (Pamuk'un kendi tanımı) indirgedi.
Devir Altan kardeşlerin devriydi. 1984 yılında Paris'den dönen Mehmet Altan, "jünior" Ahmet Altan, soyadından da güç alarak dönemin "yeni" solcusu oluyordu. (Mehmet Altan, bugün NATO'nun demokrasiyi korumak için hareket ettiğini savunan yazılar yazıyor ki 12 Eylül darbesinin bir NATO-Gladyo işi olduğu savıyla birlikte düşünelim!) 1980 "öncesi" edebiyat ödüllerinde ancak üçüncü olabilen Orhan Pamuk, dönemin en popüler kişisi olarak o yılların egemeni Evren ve Özal'la birlikte “iyi!” bir üçlü oluşturdu. (1975'de verilen 12. Altın Portakal Öykü Ödülü'nde üçüncü olabilmişti!) Latife Tekin'i ise kimse tanımıyordu. Nereden nasıl çıktığını kendisi anlatsa iyi olur.
Edebiyatın artık siyasetin emrinden kurtulduğu, edebiyatın özgürleştiği -12 Eylül darbesiyle oluyor bütün bunlar elbet!- propagandası yapıldı. "Eski" yazarların hepsi saman tozu içindeydi, işçi teri kokuyordu. (Terry Eagleton'un Kuramdan Sonra adlı mükemmel kitabında değindiği gibi, işçi terinin yerini, seks yaparken çıkan bedenin teri alıyordu!) Kendi tarihine "çarpık", kendi halkına “tuhaf!” bir soğuklukla yaklaşan bu yazarların yaptığı, toplumu kendi edebiyatından soğutmak, dolayısıyla kendi insanıyla sanatçısının duygu bağını koparmak, sorunlarına yabancılaştırmak ve zamanla vatandaşların zihinsel birliğini yitirmesini sağlamaktı.
*
“Bir zamanlar!” düşünce özgürlüğü için mücadele, halka sömürüyü, “gerçek”leri anlatma mücadelesi içindi. Bugünkü, “düşünce özgürlüğü / sınırsız bir hak”tır iddiası ve mücadelesi ise, özgürlükçülük postuna bürünmüş emperyalist yalanları savunmak için en alçak biçimiyle sürüyor.
Aslında emperyalizm ulusal devletleri istemiyordu. Dolaysıyla ulusal yapıyı güçlendiren, var eden ulusal dil, edebiyat, baş düşman ilan edilmeliydi! Gerçek edebiyat çökmeli, odundan bile yazar yaratılabilmeliydi! Öyle ki Türkçeyi sıradan vatandaşlardan bile kötü kullanan insanlar büyük yazar ilan edilebildi. Ulusal kültür yerine yerelcilik, kimlikçilik, etnisite, kaybolmuş kültürler kitapların, dergilerin bir numaralı konusu oldu.
Gerçekte bu “yeni”lerin “özgürlük savaşçısı!” yazarlar olarak servis edilmeleri için alan temizleniyordu.
Öyle ki Fakir Baykurt'un romanlarında yer alan Anadolu'nun zekasını, mizahını, bilgeliğini içinde taşıyan gerçekçi köylülerin yerini, "Yeni!" yazarlardan Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm (gibi tuhaf isimli) romanında radyonun içinde cin olduğunu sanan, havada uçan uçağa korkup taş atan Amazon ormanlarında bile olmayan dünyanın en aptal köylüleri almıştı. Dolaysıyla okur da aptallaştırılıyordu.
Bu yazarlar, yıllarca, yüzlerce gerçek yazarımızın kanıyla canıyla yeşerttikleri edebiyamızın cansuyunu böyle emip kuruttular. Artık, doğru ya da yanlış, gerçek ya da değil fark etmez, "meşruiyetin kaynağı gerçeklik değil, geçerlilik", yani dayatma alıyordu.
*
Bugün bu anlayışın başarı kazandığını, faillerin de "ödül!"lendirildiğini, böyle büyük bir tahribat yaşamış edebiyatımızın ise doğal olarak toplumsal bir güç olma özelliğini kaybedip marjinalleştiğini üzülerek görüyoruz.
Doksanlı yıllarda, edebiyat çevrelerinde en büyük tartışmalardan biri, edebiyatımızda "Star sistemi"nin yaratılmasıyla ilgiliydi. Bu dönemde yazar olmanın kıstası iyi bir yayınevi bulmaya indirgenmişti. Her büyük yayınevi bir yazarı parlatıp cilalıyor ve onun kitaplarının satışıyla varlığını sürdürüyordu. Buna karşı çıkan eleştirmenler ve özellikle İstanbul dışında yayınlanan dergileri yönetenler, bu anlayışın kısa sürede gerçek edebiyat değerlerini aşındıracağı endişesini taşıyarak eleştiriyorlardı. "Star"lar birer zehirli mantarlardı ve her zehirli mantarın şemsiyesinin altında, hatta çevresinde, değil başka mantar, tek bir otun bile bitmesine izin vermezlerdi.
AL ELİF SHAFAK'I VUR İSKENDER PALA'YA
AKP iktidarları döneminde hemen hemen tüm kağıt fabrikaları satıldı, kapatıldı. İkibin Euro asgari ücreti olan Avrupalı okurun aldığı fiyatla, yani ithal kağıtla basılmış kitap almaya mahküm edildik. Edebiyatımıza 12 Eylül'ün kitap düşmanlığından sonra bu ikinci büyük "darbe!" geniş halk kitlelerinin edebiyatla ilişkisinin keselmesinin en acı tarihidir.
Günümüzde, kitap raflarını 80'lerin yukarıda söz ettiğimiz postomdern yazarlarının da postmoderni tuhaf yazarların kitapları dolduruyor.
AKP iktidarının en büyük açmazı bir türlü kendi sanatçısını, kendi edebiyatını yaratamamaktı. 12 Eylül ürünü liberal yazarlar tabana yabancı kalmaya başladı. İlk kitabını okuduğumuzda Türkçeyi amuda kaldırdığını gördüğümüz ve gerçekte yazdıkları karikatür olmanın ötesine geçemeyen Elif Şafak, kısa sürede edebiyattan kovulur diye düşünürken tam aksine, bu zavallı ortamda büyüdükçe büyüdü. Ordudan karısının başörtüsü nedeniyle atıldığı için "demokrat" olarak pazarlanan yeteneksizliği her tümcesinden akan öğretmen İskender Pala kitapları, süslü kapaklarıyla raflarda yerini almaya başladı. Elif Şafak, Aşk diye bir kitap mı yazdı, İskender Pala Aşka Dair diye bir kitap yazıyordu, Şafak Şemspare'yi yazıyor Pala, Od'la, Aşkname'yle buna karşılık veriyor, Türk okuruyla adeta alay ediyorlardı.
Nihayetinde "Türklüğe hakaret ettiği için" hakkında dava açılmış Elif Şafak'a Fransa Cumhuriyeti Kültür Bakanı adına Sanat ve Edebiyat Şövalyesi nişanı Beyoğlu’ndaki Fransız Sarayı’nda düzenlenen törenle verilirken, Büyükelçinin itiraf sayılacak ödül konuşması, bu (tür) yazarların işlevini yorum yapılmayacak biçimde açıklıyordu:
"Romanda, Ermeni Soykırımı’nın unutulması konusunu büyük bir incelikle ele aldığınız bölümlerden dolayı Türklüğe hakaret ettiğiniz gerekçesiyle hakkınızda soruşturma açıldı. Ne mutludur ki, bu karanlıkçı davadan vazgeçildi... Ne mutlu bizlere ki, geçirdiğiniz bu zor zamanlar, Türk toplumunun bilinçaltı üzerine çalışmanıza devam etmek konusunda cesaretinizi kırmadı."
*
Edebiyatın politikaya bal gibi alet edildiğinin itirafı bu konuşmadan sonra, dışarıdan masum görünen edebiyatın, böyle karanlık ilişkiler içine sokulmasının yeni olmadığını yeri geldiği için vurgulayalım. Frances Stonors Saunders’in İngiltere'de, ikibinli yıllarda satış rekorları kıran, incelemeye açılmış CIA belgelerinden derlediği, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı adlı kitabında, saygı duyarak okuduğumuz nice Avrupalı yazar/şairin bilerek bilmeyerek yönlendirildiğini okuduk.
Bizde ise değerli araştırmacı Mustafa Yıldırım, ABD senato tutanaklarını incelerken ilginç bulgulara erişmişti. Türkiye'de Büyükelçilik kültür işleri görevinde ve Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim üyeliğinde bulunmuş, CIA içinde, kültürel faaliyetlerin istihbarat ve dönüşüm için önemine inanan “Ortodoks CIA’cı”lığıyla tanınan bir bayan, Senatodaki bütçe savunmasında, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın “Konuk Programı” adı altında parasal destek vererek Iowa Üniversitesi’nde açtığı yazarlık kursuna, yıllardır Türkiye'den getirdiği yazarların işlevlerinin önemini vurguluyordu.
Türkiye'den ummadığımız isimler burada ABD parasıyla eğitilmişlerdi: "Refik Erduran-1968, Nazlı Eray-1976, Leyla Erbil-1979, Güven Turan-1980, Bilgin Adalı-1983, Ferit Orhan Pamuk-1985, Mahir Öztaş-2004. (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları, s, 13-14, 3. Basım, Şubat 2011)
Hasan Bülent Kahraman, Adalet Ağaoğlu'nun ise bu CIA çiftinin özel dostları olduğunu vurgulayalım.
DİĞER ÜLKELERDE EDEBİYAT
Yıllar sonra 2004 yılında, İstanbul'da konuştuğum, 68'in İngiltere'deki gençlik önderlerinden ve Türkiye'de önemli romanları yayınlanan Tarık Ali, "New York'da uçağa binmeyi beklerken büfeden aldığın kitabın benzerini artık Paris'de mola verdiğin gazetecide ya da Londra kitabevlerinde bulabilirdin. Konuları da aynı bu tip kitapların: Genellikle bir kampüste işlenen gizemli bir cinayeti anlatır. İçinde bolca metafizik öğelerle donanmış polisiye bir kurgu vardır. Böyle bir tek tiplilik oluştu dünya edebiyatında" demişti.
Demek ki Şikago Okulu'nda pişirilen Friedmancı neoliberal politikaların 1978 Washington Uzlaşması anlaşmasıyla dünyaya deklare edilmesinin bir ayağı da kültüreldi.
Bu yanılsamayı başarmayı, 1990'ların ortalarında Ankara “Mülkiyeliler”de konferans vermiş olan Samir Amin'in konuşma başlığından da anlaşılacağı gibi, "Günümüz Entelektüel Modaları" aracılığıyla, yani bir entelektüel modayla gerçekleştirdiler.
İşte “12 Eylül yazarları” diye adlandırabileceğimiz liberal yazarlar, Shafaklar, Altanlar, Palalar da böyle moda edildiler, rafların ön sıralarına onlar yerleştirildi; görevlerini de ülkemizde ve dünyada başarıyla yerine getirdiler.
Moda artık çokkültürlülüktü, kimlik(ler)di, dindi, polisiyeydi, moda artık Ortaçağdı, Osmanlı motifleriydi, moda artık aydınlanma değerlerine saldırmaydı, moda artık "Lord"ların "buzdan kılıçlar"la at koşturduğu kalın kalın kitaplardı! (Bu arada bütün kamu kurumları uluslararası tekellerce özelleştirme adı altında satın alınıp yutuluyordu!)
En ilginç durum ise “sol”dan devşirilen yazarların durumuydu. Oya Baydar, artık geçmişinin düşmanı oldu. (Belki geçmişi de pek matah değildi!) Yaşar Kemal, Nobel muadili Orhan Pamuk'a ancak biat edince 90'ların başında yeni bir kitap yayınlatabildi. En son Adalet Ağaoğlu'ndan öğrendiğimize göre İnce Memed, PKK'lilere örnek olması için yazılmıştı! (“Ha Yaşar Kemal’in İnce Memed’i ha PKK. Eşitliyorum. O kadar benziyor ki.” - Hürriyet, 5 Kasım 2012-)
TÜRK EDEBİYATI BÜYÜK BİR EDEBİYATTIR
Her yazar ve şair, yaşadığı tarihsel parçayı, giyim kuşamıyla, düşünce biçimiyle, toplumsal yapısıyla vs. gelecek kuşaklara aktarır; not düşer. Bu anlamda, tarihçiler ve sosyologlar için romanlar altın kıymetindedir.
Bugünün edebiyat ortamını da tarih "Bu dönem berbat bir tarihsel dönemdi, işte bu aşağılık edebiyatın egemenliği vardı" diye yazacak. Belki bu da bir şeydir.
Edebiyatımızın, yayınevi, eleştiri kurumu, yayın yönetmenlerinin (şimdilerde "editör!" oldu) seçimi, nitelikleri, dergilerimizin durumu, en önemlisi edebiyat ortamımızdaki düşünsel ortam, tartışmalar -ya da hiç tartışma niye yok-, yayıncılığın teknik sorunları, kağıt fabrikaları niçin kapatıldı gibi onlarca, açık açık tartışılması gereken yaşamsal sorunları var. Bunları umarım sonraki sayılarımızda tartışabiliriz tek tek.
Yine de şöyle tarihimize kısaca bakarsak görürüz ki Avrupa daha edebiyat nedir bilmezken Orhon Yazıtları'nda ta 735 yılında dikilen anıtlarda Türkçe edebiyat şaheserleri verilmişti. Kaşgarlı Mahmut 1074 yılında Divân-ı Lügati’t-Türk gibi bugünkülerin aynısı mükemmel bir sözlüğün yazımını bitirdiğinde Avrupa daha sözlük nedir kavram olarak bile bilmiyordu. Türk Edebiyatı geçmişi olan büyük bir edebiyattır. Kültigin Anıtı olmasaydı belki İkinci Yeni de olmayacaktı!
Latin alfabesiyle dört sesli harfine de kavuşunca örneğin şiirde Memleket Şairleri'nden Birince Yeni'ye oradan 40 Kuşağı'na, oradan İkinci Yeni'ye, 60 Kuşağı'na, 70'lerde Militan dergisi çevresine vs. dev adımlarla gelişti, Nazım Hikmet gibi bir şairi çıkardı. Türkçe, Türk edebiyatıyla adeta coştu. Bugün de bu durumu atlatacaktır.
80'li yıllardan sonra da bu direniş ve yükseliş sürdü aslında. Enis Batur'un ve Erdal Öz'ün başını çektiği irili ufaklı onlarca yayınevi, dönemin "modaları"na pas verseler de, edebiyatımızın tarihsel zenginliğini derleyip toparlayacak büyük bir yayıncılık örneği gösterdiler; edebiyatımızın gerçek damarını hep diri tuttular, katkıda bulundular.
*
Bugün Anadolu'da büyük kentlerimizde yüzlerce edebiyat dergisi yayınlanıyor. Yazar ve şairlerimiz önemli yapıtlar yaratıyor, yayınlıyor; bu kuşatmayı Türçeyi en iyi biçimde kullanarak iyi öyküler iyi şiirler yazarak -raf memurlarının gözüne giremeseler de- yarmaya çalışıyorlar. Artık "büyük" yayınevleri önemli değil; yeni kurulmuş bir yayınevi de var olabiliyor.
*
Alman Yazarlar Birliği Başkanı İmre Török'e, 2012 yılının başlarında Ankara'da bir toplantıda Türkiye'deki durumu anlatmış ve Alman edebiyat ortamını sormuştum. Yanıtı, Almanya'da da "Yazarlar daha az politikler; kendi içsel sorunlarını anlatıyorlar. Derin konularla ilgilenmiyorlar. Yüzeysel ve basit bir edebiyat yapıyorlar, günlük dille yazıyorlar.
İki edebiyat olacak dünyada diye düşünüyorum. Bir, bu yüzeysel, derin olmayan günlük dille yazılmış edebiyat, ikincisi bizim bildiğimiz, değer verdiğimiz gerçek edebiyat."
Yayınevlerinin raflarına bakıp aldanmayalım. Artık iki edebiyat var ve her zaman "gerçek edebiyat" kazanacak. Neoliberal kuşatma önce kültürel ortamı, enetelejansiyayı ele geçirerek işe başladı. Yine edebiyatla yıkılacak.
Ahmet Yıldız
YORUMLAR