Bukowski anlatıyor: 'Ben babam olmamak için çocuk yapmadım!'
Charles Bukowski'nin kanser olduğu günlerde hayatını anlattığı cümleler yazdığı milyonlarca samimi cümlesinin en samimisi.
En çok viskiyi özlüyorum. Ve kadınları. Sonra viskiyi ve kadınları yazmayı. Aslında viski ve kadınlar arasında bir seçim yapmak çok zor. Belki onları yaşamak ve onları yazmayı birbirinden ayırmak da çok doğru değildir. Her neyse. Özlediğim şeyler var en azından. Önce boksörler vardı. Puro ve viski kokan nefesler, ringin üstüne pus gibi çullanmış acımasızlık. Çocukluğumdan eksik kalmış maskesiz 'kahramanlarım'ın birkaç rauntluk savaşları... Başkalarının acısını izlemek... Düşen sen olmadıktan sonra çok önemli değil birinin düşmesi. Hayat bundan başka nedir ki? Ben de bunu bir oyun haline getiren sayısız kahramanıma sarhoş tezahüratla ödedim borcumu. Benim için zaten kaybedilmiş bir bahisti hayat. Beyzbol, Amerikan futbolu. İlkokul, lise yıllarım. Çoğu zaman ıskalardım topu. Ama bir defasında öyle bir çivilemiştim ki tahtayı topa. Birinci sınıftaydım. Stanley Greenberg bendeki ustaca gizlenmiş işe yaramazlığı gözünden kaçırsaydı sınıf takımına aldıracaktı o vuruş beni. Boşalmaktan bile güzel bir histi, bir kere yapmak, yapabiliyor olmanın garantisi gibiydi. Tabii yanlış hatırlamıyorsam. Neden kendi belimi bükeyim eğer hep iki santim uzakta kalıyorsa ağzım bir yerimden?
Alkolü kadınlarla beraber tanıdım denebilir. Aynı zamanlarda yani. Lisedeydim ve her yanımda, yüzümde, sırtımda, göğsümde ve bacaklarımda korkunç irinli çıbanlar çıkmaya başladı. Kadınlar acımasızca mükemmeldi. Lila Jane sınıfta donunu gösterirdi. Ölümcüldü, baş döndürücü, mide bulandırıcıydı. Tam gerçekler birbirlerini katlanılır kılmaya başladılar derken tıp literatürüne geçecek kadar berbat bir akne vakası olmuştum. Kızlar bana bakmıyordu, zaten bakmalarını da istemezdim. Güzel gencecik vücudum, dehşet verici bir irin tabakasıyla örtülmüştü. O tabaka lise hayatım boyunca beni kızlardan ayrı tutan bir zar işlevi gördü. Aylarca tedavi gördüm, insanı ölümden bile medet umamayacak hale getiren iğnelerle her yanımda açılıp konuşmak isteyen ağızlar gibi beliren irinli baloncukları patlattılar, aylarca. Bir hemşire yaptı bunu. Otuz yaşlarında, yumuşak etli bir kadındı. Bayan Ackerman. Benden iğrenmiyordu. Bu beni çok etkilemişti. Ondan hoşlanıyordum. Bayan Ackerman bana şefkat gösteriyordu. İlk defa bir kadın bana şefkat gösteriyordu. Çok uzun bir süre bir boka yaramadı tedavi. İnsanlar sokakta benden korkuyor, gözlerini indiriyorlardı. Zaten onlardan merhamet veya herhangi bir şey istediğim yoktu. Bana yatacak bir kadın verin ve biraz viski, dünyanın en mutlu adamı olurdum. Bunun için biraz beklemem gerekti. Hastayken yatağımda yatar, günlerce Birinci Dünya Savaşı'nda savaşmış bir Alman pilotun maceralarını yazardım: Baron von Himmlen. Elimden geldiğince düzgün bir herif yapmıştım onu. Tedaviyi değiştirdiler, artık her tarafımı sargılıyorlardı, yüzüm sargılıydı. Gözlerimi görmek için insanların çaba sarf etmeleri gerekiyordu. Kendimi harika hissediyordum, görünmez adam, istediğimi dikizliyor, istediğim hayalleri kuruyordum sargılarımın altında. Ve işe yaradı. Aknelerim giderek azalmaya başladılar. Kadınlarla ilişki kurmak bir nebze kolaylaşmıştı. Okula geri döndüm.
Edebiyatı keşfetmiştim, halk kütüphanesine gidip geliyordum, elime ne geçirirsem okuyordum. Çoğu kusmuk gibiydi. Bazıları ise sihirdi; D.H. Lawrence, Sherwood Anderson, Auden, ilk Hemingway'ler. Ama kısa süre sonra sıkıldım edebiyattan, okunmaya değer bulduğum ne varsa okumuştum ve bitmişti. Bu kadar olamazdı herhalde, ama içinizden hep bunu geçirmez miydiniz her hayal kırıklığında? Şimdiye kadar tanıştığım şeylerin içinde değdiği diğer her şeyi kapsayan, kendi çekilirliğiyle kaplayan tek şeydi alkol ve kadınlar. Ben de hep içtim ve hep düzüştüm. Diğer her şey bir hobi gibi kaldı yanlarında, yazmak dışında, ama sanırım yazmak da onlarsız çok mümkün değildi. Mezun oldum sonra. Ve bir ara on yıl bıraktım yazmayı. On yıl tek kelime çıkmadı içimden. On yıl boyunca bahçelerimi viski ve birayla suladım. Boktan işlerde çalıştım insan emeğinin beş kilo et değerinin olmadığı mezbahalarda. İletişimsizlikte ölmekte olan bir dünyanın mektuplarını dağıttım kalp yetmezliği çeken bir adamın kalbine benzeyen postanede. Böyle bir on yıl büyüttüm içimdeki kandan bahçeleri ve neredeyse ölüyordum. Her şe bir bedeli olduğu doğrudur. Beyaz, plastik eldivenli zebanilerle dolu cehennemden yeni çıkmıştım. Bir zehir kadar sıcak hayatı yeniden damarlarıma doldurmuşlardı. Orada iyi hissetmiyordu kendini hayat, hiç hissetmemişti. Çıkmak gitmek istemişti, ağzımdan, kıçımdan fışkırmıştı o on yılın sonunda. Ve kendimi County General Hospital denen cehennemde bulmuştum. Çıkar çıkmaz içtim ve kusar gibi şiir yazdım. Damarlarımdaki yeni hayatı yıkadım, dezenfekte ettim alkolle yeniden, yeniden ben oldum. Şiirler biriktikçe birikiyordu, artık nefes alacak yer kalmamıştı bana. Bir şey yapmak gerekiyordu o şiirlerle. O zaman bir bahis daha oynadım. Dergi yönetcilerinin bir listesini buldum, gözlerimi kapatıp parmağımı bir isme koydum. Sonra, "Tamam, neden bununla uğraşmayayım? Muhtemelen Teksaslı, çirkin yaşlı karının tekidir" dedim. Ne yaşlıydı ne de çirkin. Evlendik. İki buçuk yıl boyunca bir milyonerle evli kaldım. Yazmaya devam ediyordum. Ağzıma sıçılmıştı. Evli olduğum kadını sevmiyordum. Zengindi ve onda'da zenginlerdeki farkındalıktan yoksun şımarıklık vardı. Ona, aramıza onun göremediği bir duvar gibi ören zenginliğine karşılık iki buçuk sene sevgisizlik verdim. Eğer evlenirken bana parasının yarısını verseydi belki farklı olurdu, duvar daha aşılır, ben daha katlanılır olurdum. Ama sanmıyorum. Bana yalnızca yeni bir araba verdi, o da ayrıldıktan sonra. Bense ona hiçbir şey vermedim.
Bir pişmanlığım var mı? Ne garip. Neden olsun ki bir pişmanlığım? Pişmanlık duyulabilecek bir şeyi yapmış olmak o pişmanlığı duymamı gereksiz kılar. Ben hiçbir zaman birinin benim günahlarım için öldüğüne ya da öleceğine inanmadım. Aklıma yatan tek pişmanlık yapılmış değil yapılmamış bir şey yüzünden hissedilen olabilir. Evliliğimden bile pişman değilim. En azından yeni bir arabam oldu. Her şey, yapmak zorunda olduğunuz boktan seçimlere bağlı. Öte yandan, neyi seçtiğimin de hiçbir zaman çok fazla bir önemi olmadı. Seçeneklerin hepsi eşit boktanlıktayken seçimin kendisinin ne önemi olabilir ki? Çocuk yapmamış olmaktan pişman olduğumu düşünecek olanlarınız vardır elbette., Tamam. Bu dünyaya bir umursamaz, güvenilmez bir ayyaş daha getirmek konusunda çok düşündüm dürüst olmak gerekirse. Aslında belki biraz da yoklukla ilgilidir cevap veremeyişim. Veya babalık makamına güvenim olmayışıdır sebep sadece. Tek gördüğüm örnek kendi babam, iyi ki. O yetti de arttı çünkü. İşsiz güçsüz mutsuz adamın biri. Diğer herkes gibi mutlu taklidi yapmaktan yorulmayan, bokun içinde olduğunu herkese ilan etmekten sakınan bir adam. bir ayyaş, kırıcı, yaralayıcı, hatta bazen yaramın ta kendisi. Babamın ustura kayışının ucunda olurdu umut haftada en veremeyişim. Veya babalık makamına güvenim olmayışıdır sebep sadece. Tek gördüğüm örnek kendi babam, iyi ki, o yetti de arttı çünkü. İşsiz güçsüz, mutsuz adamın biri. Diğer herkes gibi mutlu taklidi yapmaktan yorulmayan, bokun içinde olduğunu herkese ilan etmekten sakınan bir adam, bir ayyaş, kırıcı, yaralayıcı, hatta bazen yaramın ta kendisi. Babamın ustura kayışının ucunda olurdu umut haftada en az bir defa, askısına geri asıldığı anda fayanslarda pusuya yatmış umutsuzluğa haykırmaya başlardı. Nefesi tükenene, dizlerimin bağı çözülene kadar. Pantolonum ve şortum ayak bileklerimde, odamda yalpalardım. Her hafta bir savaş kaybederdim ben o banyoda. Annem dışarıda, kaçak sevgilisini polise teslim etmiş biri kadar bile içi yanmayarak sessizce beklerdi. Onun da sırası gelirdi arada bir. Onun da bir insan olduğunu anladığımda annem hıçkırarak ağlıyor olurdu. Ben babam olmamak için çocuk yapmadım.
Çok kadınım oldu ama. Sayısız, ama her biri tek ve eşsiz, her biri 'bir,‘ hepsi tam ve eksiksiz. Her kadını teniyle, kokusu, sıcağıyla sevdim. Hepsini tek tek, elimden gelen en büyük özenle, yoğun bir istekle, sarhoş bir şehvet ve nefretle sevdim kadınlarımı. Bütün bahçelerimi kasıp kavuran yangınlar oldu aralarında, beni ölüme yaklaştıranlar, ölüme yakıştıranlar, ölüme yakışanlar oldu. Beni hayatımdan alıp çakalların ortasına kemiksiz bir et yığını gibi fırlatanlar oldu. Beni öldürenler, benim için ölenler oldu. Ama hiçbiri bende ölmedi. Onlar yeraltındaki kasabamın en güzel kızları şimdi, acımasız baştan çıkarıcılıklarıyla sokağa çıkmaları yasaklanması gereken. Kadınlarım. Hiçbirini annem olmaya zorlamadım karınlarına bir çocuk sokarak. Şanslıydım sanırım. Beni dinleyecek birileri oldu hep, John Martin, Black Sparrow yayınevinde; en büyük şansım oydu. Bana bir şans verdi. Benim şanstan anladığım bu, en azından. Annemle babama gelince, onu bile bir şans olarak görüyorum. Birçok yaşıtımdan daha az şaşırtıldım hayat tarafından. Bana bir şeyler ters gidince ağlamamayı öğrettiler. İlk tohumları onlar savurdular bahçelerime. Sonra kanser geldi. Alkol ve kadınlar ve daktilom hiç gitmedi. O gelmeden neden intihar etmedim bilmiyorum. Üşendim galiba. Hayat, sonlanmak için bile bu kadar çabaya değmez bir şeydi. Neden yazdığımı da bilmiyorum. Neden beni yaşatacağını bildiğim şeyleri yaptığımı. Canım istiyordu herhalde. Benim de cevaplayamadığım sorularım var herkes gibi. Sanırım bütün sorularıma verebileceğim en geçerli cevap, "nasıl ve neden yaptığım umurumda değildi, ben de öyle yaptım" olur. Canım öyle istedi galiba. Ama ben yalan söylemeyi severim, oyun oynamayı. Bazen başka cevaplar veririm. Gerçek kimin umurunda. Ben kimin umurundayım? Babamın ustura kayışının. Dürüstümdür. Siz benim umurumda değilsiniz. Her şeye rağmen özlediğim şeyler var. Ve her şeye rağmen sanırım şimdi bir tohumum birilerinin toprağında. Ölüm de hayatı, hayatı oluşturan o boktan seçimler silsilesini anlamlandıramadı. Her şeye rağmen, yaşamayı denedim. Ve tek diyebileceğim pişman değilim ama siz denemeyin! Deniz Resul
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR