Son Dakika

mehmet-ulusoy-yurttas-5022025152314.jpg


Bilginin özüne değil söyleniş biçimine, “ne”ye değil “nasıl”a, içeriğe değil biçime, görünüşe, gösterişe odaklanmış bir sözde “iletişim çağı”ndayız.

“Sözde” diyorum, çünkü iletilen şeylerin ne kadar gerçek ve doğru bilgiler olduğu, insanlığı ne kadar özgürleştirip geliştirdiği, iyiye, güzele ve hakikate ne kadar ulaştırdığı çok su götürür.

Böyle bir çağda acaba nitelikli, kafa açıcı, aydınlatıcı makaleler ve özellikle de sistemli, derinlikli doğru ve temel bilgilerin ana taşıyıcısı kitaplar ne kadar önemsenip okunuyor?

Ve ne kadarımız, egemen sistemin günlük kırmızı çizgileriyle sınırlı “kırk katır ya da kırk satır”dan birinin taraftarı olmaya indirgenmiş, günlük haber ve polemiklerin ötesine geçip hakikati öğrenme, araştırma, tartışma çabasına giriyoruz?

Yanıtın, olumsuz olduğunu kuşkusuz hepimiz biliyoruz.

Bu durumda, gerçek aydın diyebileceğimiz sınırlı sayıda yazar ve okuyucular olarak, başka bir evrene sürüldük de boşuna mı emek harcıyoruz diye düşünmeden edemiyor insan.

Kirli bilgilerin, sahtelik ve yalanların egemen olduğu medyadan kovulanların, dışlananların evrenidir bu.

Üstelik böyle bir durumla yüz yüzeyken, günlük tüketilip atılan çerez bilgilerle oyalanan, ortalama gazete makalelerini bile uzun bulan ve okuma sabrını gösteremeyen bir cep kültürü okuyucusu ile karşı karşıyayız.

Birkaç paragraf veya bir kaç satırlık, bağlamlarından kopartılmış, kolu kanadı kırılmış ve iğdiş edilmiş sığ bilgilerle yetinen bu yaygın eğilim, örneğin benim gibilerin, daha uzun ama kesinlikle daha içerikli makalelerini okumaları elbette beklenemez.

Günümüzde bu tür makale ve kitapların okunması ve onun için zaman ayrılması nerdeyse büyük bir özveriye, bir mucizeye dönüşmüş durumda.

Peki, yalan ve kirli bilginin her tarafı sardığı, zihinsel dokuları tahrip ettiği, böylece çarpık, ucube düşüncelerin uç verdiği günümüzde hakikatin bilgisine ulaşmak için büyük bir özveri, yoğun bir çaba, enerji gerekmiyor mu?

Üstelik sağlam bilgiye, düşünceye, geniş ufka ve stratejik bakışa en çok ihtiyacımızın olduğu böyle bir dönemde, “hakikat aşkı”nın çok daha yüksek bir bedeli vardır; her türlü özveri, sıkıntı ve çileye katlanmak zorunlu hale gelmiştir.

BİR ANI

Bunları düşünür ve kafamda bir dizi soruyla boğuşurken taa 12 Mart cezaevi yıllarından kalma bir olay aklıma takıldı birden. Zihnimin bir köşesine yapışıp kalmış bu ilginç ve tuhaf olay, zaman zaman kendini anımsatmaktan da vazgeçmiyordu bir türlü. Kısaca olay şuydu:

Karşı koğuşta kalan bir ağır mahkumla ahbap olmuştuk. İki koğuşun havalandırması ortaktı; sabah ve öğleden sonra olmak üzere sırayla çıkılıyordu. Hangimiz çıkarsak, birimiz içerde diğerimiz dışarda bir pencerede buluşup karşılıklı sohbet ediyorduk. Elbette benim için toplumsal ve memleket sorunlarını konuşup paylaşabileceğim bir arkadaş bulmak çok önemliydi. Adını şimdi anımsayamadığım arkadaş da bende öyle bir izlenim bırakmıştı. Anlattıklarımı dikkatle dinliyordu, ya da ben öyle sanıyordum. Bir gün almışım sazı elime, kapitalizm, emperyalizm, sınıf mücadelesi, bağımsızlık, sosyalizm, vb... iyi bir dinleyici bulmuşken anlatıp gidiyorum... Bir ara baktım, dikkati başka şeye odaklanmış gibiydi arkadaşın. Konuşmayı kesip “Herhalde sıkıldın, istersen sonra devam edelim” dedim. Kafasına soğuk su dökülmüş gibi birden sıçradı ve “Anlat anlat abi, kafayı buluyoruz, iyi mi” dedi ve ben şoke oldum.

Olayın üstünden zaman geçtikçe yine de kendim için, “demek ki çok iyi anlatıcıymışım ki, içeriğini hiç önemsemese de adam beni keyifle dinlemiş ve kafayı bulmuş” diyerek bir pay çıkarıp avunmuştum.

Cezaevi koşullarında bir mahkumun, baskı ve yasakların en acımasız ve insanı kendi doğasına yabancılaştıran çıplak gerçekliğini yaşarken, onu hayata bağlayan, değişik, insanca bir ilişki ihtiyacı ne kadar önemlidir ki...

Herkesin kurt olmaya zorlandığı o koşullarda insanın hem kendini, kişiliğini koruyup kollamaya, hem de sıcak, içten bir dostluk ilişkisine o kadar çok ihtiyacı vardır ki!

İçeriği ne olursa olsun, her türlü yanılgı ve aldanmaya karşın, bir sohbete, vakit geçirme gevezeliğine dayanılmaz ihtiyaç duyulması anlaşılır bir şeydir. Ama yine de, aslında hiç öyle bir niyet olmasa da, bir an için aptal, salak yerine konma duygusu yaratan böyle bir şok yumruğunu yerken insan, neye uğradığını şaşırıyor...

Daha sonra yeni bilgiler edinip daha geniş ufukla düşündükçe, insan denilen doğanın en karmaşık varlığını, onun labirentlerden ve katmanlardan oluşan sır dolu ruhsal derinliğini daha iyi anlamaya başladım. Ve o mahkumun “kafa bulma”sının o kadar düz ve kolay bir açıklamasının olmadığının farkına vardım.

İNSAN SICAKLIĞI İNSAN SEVGİSİ

Olayın asıl önemli yanı bu değil kuşkusuz. Üstelik, bir tarafta kendim olsam bile, iki tarafın da kendince haklı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü, her birinin amacı, dili, bilgi birikimi, kültürel dünyası farklı iki insan var ortada.

Üstelik 70'li yıllarda bu iki dünyayı birbirine yaklaştıracak iletişim araçları da, gazete ve kitaplar dışında henüz yok. Tek buluştukları ortak nokta, konusu, içeriği ne olursa olsun sohbet etmek.

Orada en çok ihtiyaç olan, yaşama bağlılığı canlı tutan şey, umut ve hayal gücünü besleyen, zenginleştiren karşılıklı bir şeyler paylaşarak zaman öldürmektir.

İnsan sıcaklığı, insan sevgisi, dostluk duygusu veriyorsa, günü daha yaşamaya değer kılıyorsa, ne anlatıldığının önemi yoktur. Hatta psikolojik etkisi bakımından nasıl söylendiği, nasıl anlatıldığı, çoğu durumda neyin anlatıldığı kadar önemlidir. İdamdan yargılanan, muhtemelen de idama mahkum edilecek bir ağır mahkum için, yıkılmamak, moralini, kişiliğini ve insanlığını korumak açısından yapılacak her şey, bir çeşit psikolojik terapi niteliğindedir.

Cezaevinde yaşanan bu tür karşılaşmalar, benzer koşullar içeren dışarıda da gerçekleşebiliyor. Özellikle günümüzde insanların gerçeklikle, birbirleriyle ilişkileri koptukça, gerçeklik algıları körelmeye, yanılsamalara, şizofrenik takıntılara, çarpıklıklara dönüştükçe böyle durumlar sık sık yaşanmakta.

Daha doğrusu, bir taraf böyle bir sorun yaşıyorsa, konuşma ve sohbetler, insanların toplumsal ve siyasal sorunlara sağlıklı ve mantıklı yaklaşımının dışına, patolojik bir düzleme kaymaktadır.

Dolayısıyla çoğu kez insanlar arası diyalog, bir gerçeğin ve bilginin iletilmesi, bir durumun değerlendirilmesi, düşüncenin paylaşılması ve tartışılması amacından çok, konuşmaların salt biçiminden, üslubundan anlık keyif almaya, magazinsel fanteziye dönüşmektedir.

İki diyalog, sohbet, muhabbet biçimi arasında, bunların ötesinde çok daha önemli bir farklılık vardır.

Biri, cezaevinin çok özel koşullarında, ne felsefe, ne toplumbilim ve siyasetten haberi olan, bu konularda bilgisiz ama kendi özel dünyasında karşıdakini sabırla dinleme gibi erdeme sahip bir insanın ancak saygı duyulacak doğallığını, olgunluğunu gösterir.

Onun davranışında hiç bir uyanıklık, ikiyüzlülük, özenti ve gösteriş yoktur; hiç anlamasa da bilgiye, bilene karşı saygısı vardır.

Argo bir deyim olan “Kafayı bulmak” da, onun anlatılan bilgiden bir biçimde, sezgilerle çok yararlandığının kendi jargonuyla ifade ediliş biçimidir sadece.

Öbürü ise, günümüzün en tipik ve çarpıcı gerçeği olan, aydının, bilimsel bilgi taşıyıcısının öğrenilmiş cehaletle, hödüklük ve şarlatanlıkla trajikomik karşılaşması ve çatışmasıdır.

Devam edelim... Birisi; çağın bilimsel bilgisine susamış işçisiyle köylüsüyle, emekçisiyle Türk halkının, bu bilginin taşıyıcıları -yani bilgi- karşısındaki alçakgönüllü, öğrenme tutkulu ve saygılı tavrıdır. “Kafayı bulmak”, burada fazla bir şey anlamasa da, onu etkilediğini, bilincine ve bilinç altına bir şeyler kattığını ifade etmektedir. Aslında onu bir biçimde aydınlattığını gösteriyor.

Diğeri ise postmodern iletişim kültürü modasının, gerçeğin yerine söz ve imge oyunlarını, fantastik kurguları, artistik laf yetiştirme ya da laf geçirme numaralarını koyduğu, aklın ve bilginin karşısında cehaletin, hödükçe lafazanlıkların yüceltildiği, gösteri ve gösterişle şişirildiği yeni tür bir safsata ve şarlatanlık kültürüdür.

Bu anlayışta, ne'ler (nesnel gerçekler) değil, nasıl'lar (yol, yordam ve anlatım biçimleri) öne çıkarılmaktadır. Sözler, anlatım ve sohbet, güzel ve eğlenceli laf oyunlarından ibaret birer fanteziye, eğlenceye indirgenmektedir.

Bilimin ve gerçeğin bilgisini taşıyanın, yani bilim insanı ve aydının pabucu dama atılmıştır, değeri ve saygınlığı yok edilmiştir.

“Bilim insanı” deyince, ülkemizde bir sürü gecekondu üniversitesinden diplomalı, bu niteliği taşımayan, prof sıfatlı akademisyen anlaşılmamalı.

Onlar, gerçek bilim insanı sıfatını taşımaktan uzak, şarlatanlığa taş çıkartarak tv'den tv'ye dolaşıyorlar.

Karşımızda gerçeğin değil, sahtesinin sahne alıp baskın hale geldiği, gerçekle sahteyi ayırd etmenin derin bir bilgi ve muhakeme yeteneğini gerektirdiği bir tablo söz konusu.

u birikim önemsenmediği için, aydınlatıcı, yol gösterici bilgiler bile, gerçeklikten kopmuş ya da gerçeğe ulaşma umudunu yitirmiş, medya maymunu olmuş tüketicinin elinde, çarpıtılarak ve kirletilerek, günlük eğlence, vakit öldürme ve “kafayı bulma” ihtiyacı için sadece bir uyuşturucu rolü oynamaktadır.

“Kafayı bulma” odaklı çok daha önemli bir başka fark, işin esasını oluşturan pratiğe, eyleme ilişkindir. Birincisi, cezaevindedir ve tek eylemi, ruh sağlığını koruyarak varlığını sürdürebilmektir.

Öbürü, yani günümüzün öğretilmiş cahili ise, hayatın içindedir ve doğru düşünce ve eylem konusunda bütün bilgi kaynaklarına anında ulaşabileceği her şeye, bütün iletişim araçlarına sahiptir.

O, bütün bunlara karşın gerçeklerden kaçmakta, ben umudumu yitirdiysem ve kötüysem herkes kötü ve “yıkılsın bu dünya” diyen bencilce ve kibirli bir umutsuzluğu tekrarlamaktadır.

Çürümeyi, çöküş kültürünü demlemek, katmerlemek anlamında kafayı bulmaktadır. Ruhsal ve bedensel sağlığı korumanın değil, bozmanın ve kirletmenin ötesinde toplumun da sağlığını, sağlıklı dokularını bozmaktadır. Özetle iki kafayı bulma olayı, tamamen karşıt roller oynamaktadır.

Özetle sorun, daha önce bir çok kez vurguladığım gibi, gerçek ve doğru bilgiyle yanlış ve sahte bilgiyi ayırdetmeyi zorlaştıran tv-medya ve sosyal medya odaklı çoğu kirli ve çöplük olmuş iletinin yarattığı tehlikenin nasıl aşılacağıdır.

Farkında olalım olmayalım, okumuş cahiller üretme, aptalaştırma içerikli bilgilerin yarattığı kirlenme ve zehirlenmeden nasıl kurtulacağımızdır sorun.

Bu sorun, Türk Devriminin tamamlandığı bu aşamada, halkın devrimci bir cumhuriyet için yeniden iktidarı fethetmesinin anahtarını da içinde taşımaktadır.

O anahtar, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi'nde sadece Musafa Kemal ve bir kaç arkadaşının bilincinde vardı. Devrimin toplumsal, felsefi, siyasal ve kültürel her boyuttaki bileşenlerini bütünsel bir biçimde, derinlemesine kavramaktır bu.

Çünkü, ülkenin yaşadığı kriz, basit bir ekonomik siyasal krizin çok ötesindedir; ülke uçurumun kıyısına gelmiş ve her yönüyle radikal, köklü bir değişimin, kapsamlı bir toplumsal devrimin zorunluluğu gelip kapıya dayanmıştır.

EĞİTİMLİ VE DUYARLI YURTTAŞ

Sorun, gerçek ve doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi konusunu daha açık, derin ve kapsamlı ele almanın zorunluluğuna gelip dayandı.

Elbette bu görev, ülkenin bugünü ve geleceğine ilişkin derin kaygılar taşıyan, çıkış arayan ve bilgi kaynaklarına ulaşma, onlardan öğrenme, kavrama ve muhakeme yürütüp sonuç çıkarma birikimi ve yeteneğine sahip yüzbinlerce eğitimli ve duyarlı yurttaş içindir.

Konuya, okurların çoğundan gelen, yazılarımın uzun olduğu ve genel okuyucu profilinin bu kadar uzun yazıları okumakta zorlandığı, hatta sıkıldığı yönündeki eleştirileri bu tablo ve zorunluluk içinden bakılmasını isterim.

Dahası günümüzde olağanüstü hızlanan olaylar ve haberler üzerine günlük yorum odaklı yazılar yazan bir gazeteci-yazar değilim. Onların bu çabaları ve yaptıkları görev çok önemli.

Bizim gibi araştırmacı ve yazarların görevi ise, bu günlük haber ve yorumlara da yansıyan, yer yer onlara kaynaklık eden toplumdaki temel değişim ve gelişmelerin dinamiklerini ele alan, dalga boyu uzun, felsefi, kültürel, tarihsel boyutlu düşünceler üretmektir.

O nedenle bu tarz bir çalışmayı biraz da bilinçli olarak tercih ediyorum.

Çünkü, bir toplumda çağdaş, akılcı, laik bir sistem ortaçağcı karşıdevrinci yobaz güçlerce yıkılmak isteniyorsa, adaletin, hukukun işlemediği bu süreç toplumsal, kültürel bir kaosa dönüşmüşse durum ciddidir.

Üstelik bütün cumhuriyetçi aydınlar derin bir çürümeden söz ediyorsa, o toplum, salt günübirlik önlemlerle, ağrı dindirici ilaçlarla tedavi edilemez; ciddi bir ameliyat zorunlu hale gelmiş demektir.

Bu düzey ve nitelikte, yani aydınlanmacı ulusal-toplumsal kültür odaklı fikir üretimi, bağımsızlığı ve bütünlüğü ciddi tehdit altında olan ülkemiz için en güncel, en temel fikri, düşünsel sorundur. Bugüne kadar, gerek Türk Devrimini Batılılaşma olarak yorumlayan yeni Tanzimatçı yaklaşım, gerekse Batıcıların ihmal ettiği ulusal kültür alanını yine Batıcı-oryantalist bir anlayışla sahiplenen sahte millici muhafazakar ve İslamcı yaklaşımın yarattığı yapay ve çarpık ikilem nedeniyle, aydınlanmacı ulusal devrimci bir bütünlük oluşturulamadı.

Günlük siyasal tartışmalara damgasını vuran iktidar ve ana muhalefetin kalıcı bir çözüm için yetenek, program ve niyetlerinin olmadığı koşullarda, ulaşılması gereken bilgi, halkın gözüne sokulan, büyük medyanın, basının program ve haberlerinde boşuna aranmasın.

O bilgiler, ihraç edilen teğmenlerin ruhuna sahip gerçek Atatürkçülerin, gerçek vatanseverlerin, gerçek bilim insanlarının dağarcığında, kalemlerinin ucundadır. Türkiye'yi kurtuluşa götürecek gerçeğin bilgisi de, buzdağının görünmeyen kısmındadır. Attila İlhan'ın deyişiyle “dip dalgası”ndadır.

Bu bilgiler, bu enerji, bastırıldığı, gizlendiği ya da bilerek dışlandığı için, görünüre, herkesin anlayabileceği bir inandırıcılığa ulaşması, iki cephede mücadeleyi gerektiriyor.

Birinci cephe ya da aşama, bastırıldığı, yasaklandığı derinliklerden görünüre çıkmak ve kamu oyunda yaratılan önyargı duvarlarını aşmak, üretilen çarpıtma, yalan ve iftiraları yanıtlayıp mahkum etmektir.

İkinci aşama ise, yalan ve iftiraları duyarlı kamuoyu algısında mahkum ettikten sonra su yüzüne, görünüre çıkan bilimsel gerçeğin kendisini anlatmaktır. Kuşkusuz bu süreçler hem içiçe, ham de belli bir mantıksal öncelik sıralamasına sahiptir.

Son olarak; cumhuriyetçiler, Atatürk'ü yeniden keşfederken, onu ve fikirlerini daha derin kavramaya çalışır ve bunun heyecanını dostlarla paylaşırken, onları, ben daha Atatürkçüyüm, daha bilgiliyimle sınırlı ezber tekrarlarına düşmekten kaçınılmalıdır. Atatürk'ün düşünceleri, önerileri, öğütleri, öncelikle Kuran ayetleri gibi ezberlenip tekrarlamakla yetinilen dogmalar değildir, toplumu geliştirmek, çağdaş uygarlığa ilerlemek için her koşulda bilimsel bir yöntemle yaratıcı biçimde yorumlanan ve uygulanan aydınlatıcı, yol gösterici fikirlerdir.

“Bilge güneşi gösterir, budala parmağa bakar” özdeyişinde vurgulandığı gibi, söylenen sözü (kelamı) tekrarlamak değildir marifet, parmağın gösterdiği güneşi (gerçekliği) keşfetmek, doğru değerlendirmek ve değiştirmektir.

Mehmet Ulusoy
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM