Edebiyatımız ve sanatımız coğrafi felaketlere niçin uzak
İnsanoğlu (dedelerimiz atalarımız; unutmayalım ki mağara döneminde genlerini hala taşıdığımız bir büyük dedemiz ninemiz vardı) bugüne doğayla mücadeleyle geldi. Doğayla ilişkiyi -ki felaketler bunun parçasıdır- unutan bir ülke sanat edebiyatı, Kartalkaya Oteli sahipleri kadar suçludurlar.
Aslında genelde sanatımız (sinema tiyatro müzik) özelde edebiyatımız güncel felaketlere nüfuz edemiyor. Gündemdeki yazarlarımız, yönetmenlerimiz Pompei’yi gezip etkisini yere göğe sığdıramıyorlar ama bizim 1989 Marmara Depremi, 6 Şubat 2023'te Kahramanmaraş merkezli 11 ili etkileyen depremler ilgilerini çekmedi şimdiye dek. 2025 yılını da Kartalkaya oteli yangınıyla karşıladık, o da ‘asrın’ yangınlarından biri. Maalesef edebiyatımız ve sanatımız buralara nüfuz edemiyor. Büyük eksiklik. Sinemalarda, Netflix gibi ‘mecralar’da felaket filmleri çok tutuyor. Dizi sektöründe dünya ikincisi Türkiye’nin şöyle tek bir felaket dizisi yok. Oysa felaketlerin merkezinde yaşıyoruz. Güney Kore yapımı bir dizi izlemiştim nefessiz: Bir kişi otomobiliyle yeni yapılmış bir tünelin tam ortasındayken tünelin çökmesini anlatıyordu. Kişi telefonla dışarısıyla iletişim kurmaya çalışırken dışarıda hükümet, itfaiye, yardım kurumlarının acınacak durumu, keşmekeş acemilikle iç içe eleştirel bir dille anlatılıyordu. Örneğin Kartalkaya Oteli yangını çok güzel bir roman film dizi olabilir bu anlamda. Ünlü klasik ‘Yangın Kulesi’ filminden aşağı kalmaz. ‘Asrın felaketi’ olarak adlandırılan 6 Şubat depremi zaten onlarca film romana konu olacak trajedileri içinde barındırıyor. Hatta polisiyeyi pek seven piyasa edebiyatımız için bile polisiye olaylar malzemesi var. (İsrailli yardım kuruluşu elemanlarının ajan çıkması; tarihi eser kaçırırken yakalanmaları filan.) Casus demişken bir zamanlar dünya iki kutupluyken casusluk en geçerli mesleklerdendi. Her yer casus kaynıyordu. Hatta iltica edenler bile vardı. Zaten iltica etmeleriyle bu işlerin derinliği hayal edilebiliyor, toplumun ilgisini çekebiliyordu. En çok satan romanlardandı casusluk romanları. John Lee Carre (Soğuktan Gelen Casus vs) bu işin ustasıydı. Joseph Conrad’dan okuduğum Gizli Ajan’ı hala unutamıyorum. Paulo Coelho’nun bile Mata Hari’yi anlattığı romanı vardır. Alfred Hitchcock, Leon Uris’in ünlü casusluk romanı Topaz’ı film yapmıştır. Bir başka deyişle sanat ve edebiyat güncel konuları başarıyla konu edinebiliyor. Bizde deprem, yangın, sel gibi sıkça olan felaketler edebiyat ve sanatımızda ancak birer distopya (atmasyon) olarak yer alabiliyor ne yazık ki. İnönü Üniversitesi yayınlarından çıkan Deprem Öyküleri kitabı var ki evlere şenlik. 6 Şubat depreminden sonra bir yarışma gibi etkinlikle toplanmış hatta birinci ikinci üçüncü filan ödülleri verilmiş, yazarlardan çok seçici kurulundaki prof adları daha fazla bir kitap. Öykülerin yazarlarından tanıdığım bir tek Dursaliye Şahan var. Rahmetli (edebiyatımızda değeri bilinmemiş yazar Taner Ay’a duyuru olsun) Aclan Sayılgan’ın Deprem adlı romanı bir depremde ölenlerin anılarından oluşuyor ama burada deprem bir kısa malzeme olarak kullanılmıştır, 12 Mart dönemi siyasal olaylarını anlatır. Mine G. Kırıkkanat’ın Bir Gün Gece romanı büyük İstanbul depremi sonrasını anlatır. Deprem sonrası uluslararası politik dengenin nasıl bozulduğu ve siyasal entrikaların ayyuka çıktığı bir zaman dilimi anlatılır. Roman okunduğunda gerçekten de bir okurunun yazdığı gibi, ‘Büyük bir İstanbul depremi sonrasında şehre, ülkeye ve dünyaya bunlar olacaktır’ demekten insan kendini alamıyor. Marmara Depreminden sonra yazılmış ve ünlü Sinek Sarayı romanı devamı sayılabilecek bu roman maalesef gerekli ilgiyi görmedi demeyelim ama etkiyi göstermedi. Örneğin Fazıl Say, 6 Şubat depreminden sonra bir felaket/deprem senfonisi besteleyecek yerde İstanbul depremi olacağı uyarılarına karşı ('Korku ve endişe dolu bir gelecek' başlıklı) bir yazı yazdı. Mine G. Kırıkkanat’ın romanından sonra anlaşılıyor ki felaket romanları yazmak, filmini yapmak göründüğü gibi kolay bir iş değildir, çok daha donanımlı bir zihin, diyalektik düşünebilen bir yazar aklı, psikiyatristlerden çok psikolojiyi bilmek ve hatta ‘uluslararası ilişkiler’ uzmanı olmayı gerektirir. Belki de bizim edebiyat ve sanat erbabımız bu ağırlığı kaldıramayacağı için bu felaketleri konu edinmekten çekiniyor. Yoksa başarsalar hemen abanır işin suyunu çıkarırlar diye düşünüyorum. Felaket kurbanlarını ve kurtarma birimi kahramanlarını sanat ve edebiyat yapıtlarında değil maalesef ‘reality show’larla (bir yemek programında itfaiye ekibi elemanlarının konuk edildiğini gördüm) toplumsallaştırabiliyoruz maalesef. Sinemada bu işler büyük prodüksiyon gerektiriyor, ama yazma eylemi ucuz bir eylemdir; yazar ve şairlerimizde bu donukluk, özellikle1980'den sonra neoliberal dönemin yazarlarında yaratılan Türk insanına karşı duygusuzluktan kaynaklı olabilir mi? İnsanoğlu (dedelerimiz atalarımız; unutmayalım ki mağara döneminde genlerini hala taşıdığımız bir büyük dedemiz ninemiz vardı) bugüne doğayla mücadeleyle geldi. Doğayla ilişkiyi -ki felaketler bunun parçasıdır- unutan bir ülke sanat edebiyatı, Kartalkaya Oteli sahipleri kadar suçludurlar. Bu işin zamanı yoktur, belki bir gün ilgilerini çekecek, haklarını yemeyelim ama insan ‘asrın felaketi’ 6 Şubat depreminin yıldönümünde demeden edemiyor. Ahmet Yıldız
Gercekedebiyat.com