Son Dakika



 

     Konuşmam bitmiş ve kürsüden inmiştim.

 Konuşmamı beğendiklerini, bazı görüşlerime katılmadıklarını belirten birkaç kişinin arasında kalmıştım birden.

  Tebrik edenlere elimi uzatıyor, diğer yandan da çeşitli yaklaşımların savunucularını dinliyormuşum gibi yapıyordum. Oysa yalana gerek yok, onları dinlemediğim gibi, tuhaf gelebilir belki, ama ben bir başkasıyla ilgileniyordum. Kürsüden indikten sonra değil, ta kürsüye çıktığımdan beri dikkatimi çekmişti o. Bir anda ilgi odağım olmuştu ve bir ara neredeyse konuşmamı bile unutacaktım onun yüzünden.

  Merak ettiniz…

  İçine girdiği ortamdakilerin aklını başından alacak kadar güzel bir kadın değildi. O, yetmişinde, belki de daha fazla yaşta plâtin saçlı, derin mavi bakışlı, dinç görünümlü, atletik yapılı bir adamdı. Elinde de bir çanta vardı. İçinde kıymetli bir şey varmış ve de çaldırmak istemezmiş gibi sımsıkı tutuyordu.

  Giysileri mevsime uygundu.

  Beyaz pantolon, gömlek ve ayakkabı…

  Konuşmaya başlayacağım sırada salona girmişti.

  Göz göze geldiğimiz anda sanki özür dilerim ama çantadaki sizin için der gibi gelmişti bana. Dudaklarını okuyayım diye de âdeta belirte belirte birkaç defa tekrarlamıştı desem abartmış olmam.

  Orada öylece durmuş, kuşatılmışlığımı yarmamı bekliyordu.

  Nihayet beni sorularıyla ve sözleriyle boğacak olan o birkaç kişiden kendimi kurtardım sonunda ve yanına gittim.

  ‘Uygun bir yerde kısa bir süre konuşabilir miyiz acaba? Tabi ki birkaç dakika da olsa bana ayırabileceğiniz zamanınız varsa… Torunlarımın, çocuk kitaplarınızı severek okuduğunu, benim de birkaç çocuk kitabınızı okuduktan sonra, öz yaşamınızdan bu şehirde yaşadığınızı öğrendiğimi söylemeliyim... Sizi şahsen tanıyan alışveriş yaptığım kitapçının da hakkınızda dedikleri de etkiledi beni. Sizin aradığım yazar olduğunuza inandığım için karşınızdayım. Çünkü çok yazarla karşılaştım ve çoğundan az sonra sizden de isteyeceğim şeyi istedim, kusura bakmayın ama birçoğu yapıtlarına yaraşır biçimde davranmadılar bana karşı… Mahsuru yoksa sizden ne isteyeceğimi demek isterim, daha fazla zamanınızı çalmadan,’ dedi.

  Bir çırpıda söylediklerinden etkilenmedim dersem yalan olur. Hele benle ilgili söylediklerini aysbergin su üstündeki kısmına benzettiğimden geri kalanını da merak ettim. Ama görüşmemiz süresince ne o bir daha benle ve çocuklar için yazdığım kitaplarımla ilgili konuştu, ne de ben merakımı gidermek için ona sordum.

  Arkadaşlarımdan, onlara sonra katılacağımı söyleyerek izin istedim. Onunla yedi katlı belediye kültür binasının altıncı katındaki kafeteryaya gittim. Kafeterya şansımızdan tenhaydı. Yine de dip masalardan birini seçtim; karşılıklı oturduk. Kulağım ondaydı,  gözüm de göğsüne bastırdığı gizemli çantadaydı. Bir yandan da içinden ne çıkacak diye merak ediyordum.

  Bir ara, yazma tutkusu içinde kalmış yine de yazdıklarını yapıtlarından kendine yakın gördüğü, sevip saydığı yazar tarafından okunmasını isteyen biri sandım onu, açıkçası ürperdim de bundan. Çünkü sırf üzülmesin ‘bir bakayım’ diye elinize aldığınızda dosyayı, sahibinin istek ve beklentilerinin ardı arkası kesilmiyor. Bunu, birkaç kez başıma geldiğinden biliyorum.

  Sonradan bu düşüncem için kendimden utandım.

  Niçin mi?

  ‘Dudaklarımı iyi okumuşsunuz,’ dedi, ardından bana getirdiği benim de adına Ben/cil Metinler diyeceğim dosyanın hikâyesini anlattı.

  ‘Yıllarca dalgıçlık yaptım. Batık, ceset ve araba çıkarmak için daldım. Yürek yakan olaylarla, kişilerle karşılaştım. Gerçekten de roman olur türünden... Abarttığımı sanmayın lütfen. Emekli olmamdan bir, iki yıl önce insan tacirlerinin kurbanlarından bazılarını, Kuşadası açıklarında, Yunan adalarından birinin yakınında ararken, ben ekiptekilerden; hâlen aklıma geldikçe de nasıl olduğuna şaşarım ya, ayrı düştüm. Dip akıntı da yoktu, yine de sürüklendiğimi fark ettiğimde iş işten geçmişti. Paniklemedim. Benim gibi birkaç arkadaşım da sürüklenmiş olabilir dedim; ceset aramaya değil de kendimi kurtarmaya çalıştım.

  İçinde size vereceklerimin bulunduğu demirden küçük bir sandık gördüm. Önce aradıklarımızdan birinin olabileceği geldi aklıma. Yanına sokulup ışığımla aydınlattığımda öyle olmadığını anladım. Elime aldım onu, pek de ağır değildi. İki elimle tuttum ve yüzeye çıkardım güçlükle. İşaret fişeğini kullandım. Kısa sürede yardımıma geldi arkadaşlar. Küçük sandığı ve beni motorlu lastik bota aldılar. Ekip başının karşısına çıktım. Usulen ifadem alındı, bana okutuldu ve imzalatıldı. Gemideki resmi görevlilerin önünde, tutanak tutulup imzalandıktan sonra da sandık açıldı. Vakumlanmış naylon içinden yirmi dokuz mektup gibi kâğıt çıktı. Kimi tek sayfa, kimi de birkaç sayfaydı. Yazılar düzgün ve okunaklıydı. Bozulmamışlardı hiç. Savcı birkaçını okudu ve gereksiz zırvalıklar, herhalde kaçaklardan birine ait olmalı. Kimliğiyle ilgili bir bilgi de yok bize zaman kaybettiriyor. Biz işimize bakalım. Atın bunları denize, dedi. Atıldım ve ona, bunları alabilir miyim efendim, dedim.

  Bulduğum için ne istersem yapabilirmişim. İşte bunlar öyle kurtuldu. Yazan kim, ne zaman ve niçin denize bırakmış gibi birçok yönden inceleyecekleri yerde atmayı uygun gördüler. Şimdi iyi ki kurtarmışım diyorum.

  Ranzamda uyumadan önce, dinlenirken, kısacası her fırsatta okudum hepsini. Arkadaşlarımın alaysı bakışlarına, iğneleyici sözlerine aldırmadım okurken. Okuduklarımdan anladığıma göre, otuzuncusu sanki denize sandık bırakılmadan kısa süre önce yazılıp konulmuş gibi geldi bana. Siz, değerli vaktinizden birazcık ayırıp göz gezdirdiğinizde ne düşünürsünüz bilmem ama bana öyle geldi. Naylon torbanın ağzı bantla sıkı biçimde kapatılmıştı, yine de su almıştı tabii ki. Epeyi uğraşarak aslına uygun biçimde başka bir kâğıda geçirdim sonuncusunu.  Çok uğraştırdı beni. Sanıyorum başardım da. Aslını da getirdim, belki karşılaştırmak istersiniz diye. Otuzuncunun iki tane ve farklı kâğıtlı olması bundan…

  Yazan kim? Kendi yaşadıkları mı? Kurgu mu?

  Bir başkasının yaşadıklarından mı kopyalamış, bilmiyorum.

  Bunun hiçbir önemi de yok aslında bana kalırsa... Çünkü bana göre burnumuzun direğini sızlatıp sızlatmaması… Edebî olup olmaması…

  Buna karar verecek olan sizsiniz, değerli üstadım.

  Burnumun direğini sızlattığını rahatlıkla söyleyebilirim ama. Öteki yanı sizin işiniz, az önce de dediğim gibi.

  Artık size niçin vermek istediğimi söyleyebilirim.

  Birçok yazarın kapısını çaldım, söylediğim gibi hiçbiri yüzüme bakmadı bile. Değil okumak, beni dinlemediler de. Artık gönül rahatlığı ile size emanet edebilirim. Gerisi size kalmış hak ediyorsa yayımlatın, etmiyorsa da asıl yaratıcısının yaptığı gibi, bir sandığa koyun ve denize bırakın. Yalnız bu konuda söz verin ne olur, ben bilmeyecek de olsam atıp atmadığınızı…’

 

  Başkaca bir şey demedi.

  Çantasından çıkarıp üst üste konulmuş düzenli bir tomar kâğıdı masaya bıraktı.

  Gitti…

  Öylece kalakaldım.

  Ne adını sorabildim, ne de adresini alabildim onun.

  Dedim ya çok etkilendim, bu yüzden arkadaşlarımı ve hatta çok sevdiğim sayılı dostlarımı da unuttum. Çünkü etkinlik çıkışı onların beni beklediği yere gidecektim… Derin bir sevgiyle bağlı olduğum o eşsiz insanları merakta bıraktığım çok sonra geldi aklıma. Dostlarımın inceliklerinden dolayı, beni önemli bir işi çıktığı için bekletiyor olmalı bizi diye düşünerek aramadıklarını da biliyordum. Oysa biz buluşur, konuşur, dertleşir, bazen de tartışırdık. Daha doğrusu kendi aralarında bir şeyler konuşur, haklı olarak ben de dinlerdim onları.

  En iyi yaptığım işlerden biri de dinlemektir çünkü.

  Vazgeçilmezlerimi orada yalnız bıraktım…

  İhtiyarın bana verdiklerini okumaya başladım. Okudukça da kendimden geçtim. O, haklıydı. Üstelik de benim dediklerime, yazdıklarıma o kadar çok benziyorlardı ki o meçhul kişinin yazdıkları… Anlatamam bunu…

  Başkaları da bunlardan haberli olmalıydı…

  İşlerimi, yazılarımı bıraktım.

  Bütünüyle buna verdim kendimi.

  Ne bir mektup demeti, ne bir roman, ne de bir uzun hikâyeydi. Şiirsel dilli bir anlatıydı. Düzyazı şiirler toplamı da demek olası… Aslında ne olduğuna değil de, ne anlattığına ve meramını nasıl anlattığına odaklandım. Çünkü önemli olan buydu benim için. Bu işimi kolaylaştırdı. Yolumu, yöntemimi aydınlattı. Ufkumu açtı. Beni etrafımdan soyutlayarak kendine çekti… Bu yüzden meçhul yazarın özgünlüğünü karşılasın, öne çıkarsın diye Ben/cil Metinler adını uygun gördüm.

  Bir de silinip yok olan tümcelerin ve sözcüklerin yerine, metne göreliği gözeterek yenilerini ekledim. Konularına göre sayılarını artırdım metinlerin. Sona geldiğimde bu anlatıyı görünür yapmamın verdiği sevincin de içinde olduğu iç terazimin öteki kefesinde oklarını bana fırlatan hüznü gördüm… Bana birbirinden değişik duygular yaşatan şiirsel yazılar toplamı size nasıl duygular hissettirecek doğrusu hiç bilemeyeceğim ama merak da edeceğim...

 

 

                                   BİR

 

 

          ben çoğalan sevgileri severim                                                                                                                                edip akbayram

 

 

  Beni sen çağırmadın, ben kendim geldim. Aşk kuşuyla kapına indim. Beni affetmediğini kapıdaki küs çiçeğinden bildim.

  Dilime pelesenk ettiğimden beri bu tümceleri, unutmak olası olmadı seni. Yaşadıklarımız ayaklarıma pranga oldu şimdi, beni; durmadan hüzne çekiyor. Hani kurtulmak da istiyorum senden ve kederinden, ama tek başıma bunu başaramıyorum.

  Kapıda bekledim.

  Bir dilenci gibi gezindim sokağınızda.

  Bekledim balkona çıkmanı. Güllerle yazdım adını kaldırıma. Hep tül perdenin gerisindesin sandım.

  Afacan çocuklara para saydım, türkümüzü söylettim onlara. 

  Neler neler yaptım, bir bilsen…

  Bir kez bile olsun balkona çıkmadın.

  Perdeyi aralamadın. Üstüme su dökmedin.

  Babana veya ağabeylerine şikâyet etmedin beni.

  Beni seven seni içinde beklettin.

  Neden?

  Böyle acı çekmek seni korkutmuyor mu?

  Beni sen çağırmadın, ben kendim geldim.

  Bedenin bir şato, saçın sarmaşık. Aklın karışık. Dilin dolaşık. Anladım beni istemiyorsun artık.

  Seni sevmekten pişmanlık duymadım hiçbir zaman. Karşılıksız sevdayla geldim kapına. Aşkla, sabırla adımladım kaldırımları.

  Biliyorum, aydınlık perde perde iner dünyaya

dünya parça parça kurtulur karanlıktan.

  Senden sonra sensizliği taşıyamıyorum.

  Bunu anladığımdan beri engelleyemiyorum seni özleyen ve sana gelmek isteyen yanımı.

  Beni sen çağırmadın, ben kendim geldim.

  Kapına salıncak kurdum. Sana delice uçtum.

  Ellerini uzatmadın, yoruldum…

 

  Dostlarımız tanıştırmıştı bizi. Baş başa kalmayı ne çok istemiştik ta o tanıştığımız ilk günden. Bir kenara çekilmiştik. El ele, göz göze oturmuştuk, kırk yıllık âşıklar gibi. Kendi duygularımı şiir diye uçurmuştum kalbine.

  Duygularım, pınarlaşan dilimden su gibi akmıştı, anımsadın mı? İkimizi sarmalamıştı.

  Bizi birbirimize yakınlaştırmıştı.

  Sonraki günlerde o şiir kahvesinde görüşmeye, konuşmaya, etrafımızdakilere çaktırmadan da arada öpüşmeye başlamıştık, Şiirden, öyküden ve gelecek güzel günlerimizden söz etmiştik.

  Beni sen çağırmadın, ben kendim geldim.

  Kolların koruma olmuş. Dudakların yay, sözlerin de ok...

  Bildim, senden bana fayda yok.

  Şimdi anımsıyorum:

  Şiir kahvesinde, tam karşımızdaki masada tek başına oturan, gözlerini üstümüzden hiç ayırmayan o uzun boylu, uzun saçlı, esmer delikanlı mı ayırdı yollarımızı? Her zaman gördüğüm o delikanlı mı bizi, bize yabancılaştırdı?

   Yoksa bu bir kuruntum mu?

   Ama nasıl bir rastlantıydı o delikanlının her buluşmamızda orada olması ve bizden ayırmayışı çakmak çakmak gözlerini…

  Beni sen çağırmadın, ben kendim geldim.

  Korumalarınca kovuldum. Uzaklara savruldum.

  Hep boğuldum, hep boğuldum.

  Kanıksanmış bir eylemdir gitmek, biliyor musun?

  Susmak. Bakmamak. Göz göze gelmemek.

  Sırtını dönmek gerçeklere, aşka ve hayata…

  Beni kendine, kendini evine hapsetmen başka bir kaçış değil mi?

  Gizlenmek…

  Dobra dobra dillendirmemek aklından geçenleri... Yadsıdığını sandığın, kendine sakladıklarına ulaşabilmeyi ne çok istiyorum bir bilebilsen, ikimiz için. Çünkü tanıdığımı sandığım; zamanla çıkardığın maskelerinden dolayı tanıyamadığım sen kimsin, nasıl bir bilmecesin, ey yâr. Öğrenmek ve çözmek istiyorum seni.

  Beni sen çağırmadın, ben kendim geldim.

  Gözlerin iki acımasız bulut şimdi, üstüme yağmur yağdıran… Tenimi senden uzaklaştıran…

  Dün dostlarımıza gittim. Seni, geçmişini, şimdini öğrenmek için. Dostların dudaklarında mührünü gördüm.

  Mührünü açmaya çalışmadım. Aklıma ortak kitaplarımız geldi. Hemen onlara sığındım. Altını birlikte çizdiğimiz tümcelere baktım bir bir. En zor bilmeceler gibi geldi bana. Çözümsüzlük kollarında uyutmak istedikçe beni direndim. Başka çareler düşündüm. Sonunda kendimi kapında buldum. Ümidin çok iyi bir sabah kahvaltısı ve çok kötü bir akşam yemeği olduğunu bir daha öğrendim. Bu sevdalı yürek nasıl vazgeçecek bilmiyorum.

  Vazgeçmek, unutmak zor… Kapıya sırtımı döndüm. Tam ilk adımımı atacaktım ki kapının açıldığını belirten sesini duydum, sevinçle geriye baktım. Yaşlı bir kadınla karşılaştım o anda. Bir şey söyleyecekmiş gibiydi. Bekledim. Söyledi de:

  ‘Açılmasını istediğin kapıya iyi bak, onun sevdalı bir yürek olduğunu görmüyor musun? Sadece içeriden açılabilir, hadi git!’ dedi. Bir anda kayboldu. Öylece kalakaldım.

  Gerçeği anladım. Neden, niçin, nasıl diye sormanın ve iç hesap yapmanın hiçbir anlamı yok artık.

  Beni sen çağırmadın, ben kendim geldim.

  Gidiyorum. Seni kendimle götürüyorum.

 

 

     Ben/cil Metinler, (Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2015) adıyla yayınlanan bu yazılar,  yazarı tarafından yeniden düzenlenmiş, güncellenmiş ve geliştirilmiştir.

 

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM