Sosyal devlete sosyalist perspektiften bakış / Levent Yakış
YAYED tarafından hazırlanan seminerler dizisinde benden istenen sosyalistlerin, daha doğrusu sosyalist denildiğinde büyükçe paranteze almamız gereken Marksistlerin sosyal devlet olgusuna bakışına ilişkin sunumda bulunmamdı.
Elimden geldiğince yapmaya çalışacağım ancak daha ona gelmeden, önce Marksist açıdan devlet nedir sorusuna yanıt vermek gerekiyor. Aksi takdirde meselenin arka planı boş kalacak ve söylediklerimiz yeterince anlaşılamayacak. Marks ve Engels’den başlayalım. Bilinir, devlet üzerine tezlerini geliştirirken her ikisi de idealist düşünürlerle münazara halinde yola koyulmuşlardır, özellikle Hegel’le. Hegel’in devlet kuramında, aslında epistemolojisinde, ontolojisinde de mantıksal sürecin en başında Geist (Tin, İde)kavramı yer alır. Kendinde, saf, düşünce olarak düşünce, zihin… Her şey, gözlem veya bilgimizin konusu bütün olgular(tabiat, insan, din, felsefe vb.) işte bu Geist’in teolojik bir uğrakta kendini diyalektik formda (tez-antitez-sentez) açılmaya bırakmasıyla birlikte, bu açılımın sonucu olarak sırasıyla varlık, gerçeklik kazanırlar.
Devlet de böyle, geist’e içkin, onun kuvve halinde barındırdığı bir karakter, özellik diyebileceğimiz Genel İrade belli bir uğrakta kendini devlet formunda dışa vurmuş, böylece kuvveden fiile geçmiş, somutlaşmıştır. Zuhur edişi sebepsiz değildir devletin, misyon gereğidir. İnsanlığın, içgüdü ve ihtiraslarının esiri olduğu doğal(vahşi) yaşam formlarından medeni yaşam formuna geçişi sağlamıştır. Aslında, genel irade-devlet bağlamı ve yine, doğal yaşam-medeni yaşam tasnifi salt Hegel’e özgü kavramlaştırmalar değildir, aralarında J. J. Rousseu, Montesquieu’nun bulunduğu Aydınlanma düşünürleri tarafından önceden dile getirildiler. Hegel, aynı kavramları kendi kuramsal çerçevesine uyacak şekilde yeniden tanımladı. Felsefenin labirentlerine dalmak gereksiz. Kabaca söyleyebiliriz ki, aralarındaki nüanslara rağmen Genel İrade kavramlaştırmasıyla idealist düşünürler esasında daha eski dönemlerde benzer muhtevadaki Tanrısal İrade kavramını bu kez felsefi terminoloji içinden ikameye çalıştılar. Tanrısal İrade egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmada zamanda geriye gittikçe daha sıklıkla karşımıza çıkar. Örneğin, feodal hiyerarşiyi ve onun etrafında şekillenmiş nizamı. Hiyerarşinin en tepesinde her kim varsa Tanrısal iradenin tecellisi adına, Tanrının vekili olarak hüküm sürmektedir. Vekalet ilişkisi vekilin vekili zinciriyle feodal hiyerarşi boyunca uzar gider. Basit, cari dini terminoloji içinden üretilmiş, ahalinin kolayca anlayabileceği kavramlar Tanrısal irade, Tanrının vekili Aydınlanmaya kadar sürdü; etkileri hatta o zaman bile Kralların, İmparatorların bu vekillik meselesine pek dokunan olmamıştır. Bunun yerine, entelektüel tatmin de sağlamak üzere Genel İrade kavramıyla ikame edildiler. Salt entelektüel tatmin değil tabii, arada gerçekleşen, kutsallık vurgusunun şahıslardan devlete aktarılmasıdır. Asıl yenilik burada, tam da ulus devletlerin ortaya çıktığı döneme denk gelmesine ayrıca mim koymak gerek. Sonuçta, hep birlikte devletin üstünü metafizik şalla örtmüş oldular. Genel İrade nasıl tek tek bireylerin üstünde, aşkın bir iradeye karşılık geliyorsa, onun vücut bulmuş hali devlet de bütün toplumu sarıp sarmalayan aşkın bir varlıktı. Tarihin akışı içinde şekillenmiş, insan faaliyetinin türevi bir olgu değil tersine, adeta zuhur edişiyle insanlığın bir halini(doğal) bir başka hale(medeni) dönüştüren özne varlık. Bu misyon kendinde özsel olarak var. Bütün bu meziyetlerin yüklendiği, kutsiyet içeren varlık ile somut, var olan devletler arasındaki makas, benzemezlik haliyle ayrıca izaha muhtaçtır. Hegel bunu devletlerin bireyselliği ile izah eder. Önce ideal anlamda devlet nedir sorusunun yanıtı ardından var olanların neden tam böyle olmadığına dair gerekçeler… DEVLET TEORİSİNDE DEVRİM… Marks ve Engels ideal devlet nasıl olmalı sorusuyla ilgilenmediler, basitçe “bu, nedir?”diye sordular. Nedir bu, nasıl ortaya çıktı, tarihsel bağlamı, sınıfsal bağlamı ne, sosyoekonomik yapıyla ilişkisi ne? Sınıflar arasındaki mücadelede üstlendiği bir rol var mı, kim adına, nasıl? Sorularını sordukları andan itibaren bir daha hiç kimse bunları görmezlikten gelememiştir, ama önemsemiştir ama küçümsemiştir. Devlet teorilerinde bir çığır, kuşkusuz. Belki, şu söylenebilir: İdealistlerde de tarihsel bağlam var. En azından devlete ezeliyet atfetmezler, medeni yaşamın başlangıcına yerleştirirler. Doğrudur, ancak idealistlerde bu başlangıç tarihsel olmaktan ziyade teolojik bir uğrak gibi durur. Devlet ortaya çıkmış ve adeta tarihsel koşullara abanarak dönüşüme uğratmıştır. Herkesin herkesle savaşım halinde bulunduğu ussal olmayan toplumun devlet sayesinde içgüdü ve ihtirasları sınırlanmış, düzensizliğin egemenliğinden denetlenen özgürlüğe geçilmiştir. Ussal bir varlık sayılması gereken insanın ortak, kolektif yaşamının en yüksek ifadesidir devlet. Böylece yeni halin içinde kendisi de ebediyet kazanmıştır; tekil devletler olarak değil, Devlet olarak. Marks ve Engels ise tarihin akışı içinde, insan faaliyetinin evrimiyle ilişkilendirerek, nesnel koşullarla bağlantısını kurarak anlamaya, açıklamaya çalışırlar meseleyi. Devletin doğuşunu insanlık tarihinin belli bir dönemine damgasını vurmuş, kolektif mülkiyete dayalı ilkel komünal toplulukların (kabile) çözülmesine bağlarlar. Başlangıç burasıdır. Tedrici yaşanmıştır. Üretim araç ve tekniğinde zamanla ortaya çıkan gelişme, işbölümü ve uzmanlaşmanın az çok derinleşmesi, artı ürünün çoğalması, dolayısıyla özel mülkiyet ve mübadeleye alan açılması komünal sistemi çözülmeye uğratır. Artı ürünü kendinde toplayan, bu yönüyle diğer kabile mensuplarından ayrışmış yeni bir zümre vardır artık. Bu zümrenin mensupları ortak çıkarlarının farkına vardıkları ölçüde sınıf karakteri kazanacaklardır. Devlet, işte bu ayrıcalıklı zümre(zamanla sınıf) tarafından, kendilerini ayrıcalıklı kılan üretim koşullarını işler halde tutma ve elde ettikleri zenginliği güvenceye almak üzere yapılandırılmış aygıttır. Basitleştirerek aktardım, bu haliyle bile Marks ve Engels’in devlet söz konusu olduğunda tarihsel bağlamı sınıfsal bağlamla örtüştürdüğü gözlerden kaçmayacaktır. Örtüşme bir başka yoldan da onları idealistlerden farklılaştırır: Sınıfların doğuşuyla vücut bulan devlet sınıfların ortadan kalkmasıyla gereksiz hale gelecektir. Kısacası, ebediyet atfetmezler devlete. Burada bir parantez açalım. Marks ve Engels, devletin koşullar oluştuğunda ortadan kalkacağına dair idealistlerle polemik halindeyken diğer yandan anarşistlere karşı bunun hemen gerçekleşemeyeceğini, belli koşullara bağlı bir süreç halinde yaşanacağını savunmuşlardır. Her tür otoriteye düşman ve devleti de otoritenin cisimleştiği en büyük düşman ilan eden anarşistler doğallıkla özgür ve eşitlikçi toplumun inşası için önce devleti ivedilikle ve şiddetle yıkarak işe başlamak gerektiğine inanırlar. Marks ve Engels ise tersine, sınıf ayrımına ve sömürüye dayanan sistemin tasfiyesinde sosyalistlerin de devlet erkine ihtiyaç duyacaklarını, üretim tabanında kolektif mülkiyet ve buna uygun ilişkiler geliştikçe devlete duyulan ihtiyacın zamanla ortadan kalkacağını ve devlete ait fonksiyonların toplumun bağrından çıkan kolektif örgütlenmelere geçeceğini söylerler. Devlet hemen yok olmayacak sönümlenecektir. TEORİDE BOŞLUKLAR… Marks ve Engels’in farklı eserlerine dağılmış, yedirilmiş devlet üzerine tezleri kuşkusuz tutarlılık içerir, meramlarının esasına dair bize açık fikir verirler. Yine de, söylemleri zamanla az çok farklılaşmış, değişime uğramıştır. Doğal, hemen tüm düşünürler için geçerli ama burada sorun, aynı kavramlara farklı olduklarını hissettiğimiz anlamlar yüklerken veya aynı konuda farklı kavramlaştırmalara yönelirken bunları çoğu kez gerekçeleriyle temellendirmemiş olmalarıdır. Değişimi zorlayan gerekçelere pek değinilmemiş ya da yeteri açıklıkta izah edilememiştir. İleride takipçilerinin seçmeci bir tavırla, farklı eserlerde sarf ettikleri ifadelere yaslanarak birbirleriyle uyumlu uyumsuz hatta zıt diyebileceğimiz görüşleri savunmalarına fırsat vermiştir bu durum.
Başlangıçta, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi'nden(1843), El Yazmaları’na (1844), Alman İdeolojisi’ne (1846) kadar Marks, ağırlıklı olarak Hegel’in sivil toplum(sosyoekonomik yapı)-devlet(siyasi toplum) tasnifinden hareketle eğilmiştir konuya. Doğru, belirleyen belirlenen ilişkisini tersyüz eder, Hegel vurguyu devlete yaparken, Marks sivil topluma yapar ama Hegel’in terminolojisi, sivil toplum-devlet düalizmi olduğu gibi yerinde kalır. Kuşkusuz, devlet sorunsalının kavranışına farklı bir boyut katmıştır söz konusu düalizm ama Marks ve Engels’in zamanla daha netleşecek özsel yaklaşımlarını, asıl vurgulamak istedikleri meseleleri temellendirme, ifade açısından çok da uygun bir çerçeve sunmaz. Toplum-Devlet ilişkisini merkez alan bir bakış açısının ürünüdür çünkü. Toplum karşısında devlet veya tersi… Bu karşıtlık içinde doğallıkla “toplumun” barındırdığı sınıfsal çelişkiler ve yine, egemen sınıf-devlet ilişkisi yani her iki düşünürün asıl odaklandıkları konu biraz bulanıklaşır, toplum-devlet karşıtlığının gölgesinde kalırlar. Teorik evrim Fransa’da iç savaşlar serisi, Grudrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya doğru uzanırken bu ilk tasnifin artık pek kullanılmadığını görürüz, yerini altyapı-üst yapı tasnifine bırakarak sahneden çekilir. Baştan beri vardır bu kavramlaştırma, diğeriyle iç içe kullanılır çoğu kez, zamanla ayrışır ve öne çıkar. Alt yapı, maddi ilişkiler bütünü, üst yapıyı belirler. Devlet ise üst yapısal bir olgudur; ideolojik araçları ve baskı aparatlarıyla sınıflar mücadelesinde egemen sınıfın egemenlik koşullarının sürdürülmesi için vardır. Devlet ile sınıflar(toplum değil!) arasındaki ilişkiye odaklanmak bakımından diğerine kıyasla daha uygun bir çerçeve sunduğu kesin. Ancak, burada da bulanık kalan alanlar var. Alt yapının kapsama alanı tam olarak nerede biter üst yapı nerede başlar? Üst yapısal bir olgu olan devletin üst yapıda işgal ettiği alanın sınırları nedir? Sonra, alt yapı üst yapıyı birebir belirleyemiyorsa-ki, belirlemez- üst yapının görece özerk bir karakteri varsa bu devlet için ne ölçüde geçerlidir? Devlet açısından özerkliğin sınırları nereye varabilir, egemen sınıfın çıkarlarını tehdit edecek ötesi ket vuracak genişliğe uzanabilir mi? Kimi sorular boşlukta kalmış sarih yanıtlara kavuşamamıştır. Sorunları kuramsal olmaktan ziyade betimleyici bir dille aşma çabası sezilir. 19.yy’ın kendine has özelliklerinin etkisi de yadsınamaz yaşadıkları gelgitlerde. Avrupa’da kapitalizmin iktisadi boyutta çok öne çıkıp başat hale geldiği ama henüz bu konumunu eşzamanlı biçimde ve tamı tamına devlet dahil üst yapıya yansıtamadığı bir geçiş dönemidir 19.yy. Siyasi zemin son derece kaygandır öyle ki, Fransa örneğinde görüleceği üzere, soyluların geçici de olsa sonuç alan karşı ataklarına tanıklık ederiz. Diğer yandan, Aydınlanmadan beri Avrupa merkezli düşünüş baskındır aydınlarda, 19.yy da böyledir. Başlangıçta Marks ve Engels için de geçerlidir. Devlet üzerine tezlerini geliştirirken asıl Avrupa toplumlarının evrimini esas almışlardır. Yaşamlarının sonuna doğru, Doğu toplumlarına ilişkin antropolojik, arkeolojik araştırmalar derinleşip bilgiye dönüştükçe teorik çerçeveyi onları da kapsayacak biçimde genişleteceklerdir. Asyatik Üretim Tarzı diye bir kategori vardır artık kafalarında, buna karşılık düşen devlet tipini Doğu despotizmi diye adlandırırlar. Teorik evrimlerinin nihayetinde Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökenleri’nde son noktayı koyacaktır: “Antik devlet, her şeyden önce köleleri boyunduruk altında tutmak için köle sahiplerinin devletiydi, tıpkı feodal devletin serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı ve modern temsili devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aleti olması gibi.” SON KERTEDE DEVLET… Sözlerin keskinliğinden, Engels’İn devleti her daim egemen sınıfın emrine amade bir baskı aygıtı gibi gördüğü sonucu çıkmasın. Aynı eser ve Marks ile birlikte ortaya koyduğu külliyat bir bütün halinde göz önüne alındığında anlarız ki kastedilen “son kertede” devletin egemen sınıfın baskı aygıtı olduğudur. Yine, Engels’den: “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte en sonu belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marks ne ben daha fazlasını öne sürmedik… Eğer birisi ekonomik etmenin biricik belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa bu önermeyi anlamsız…bir ifadeye dönüştürmüş olur… Ekonomik durum temeldir ama üst yapının çeşitli öğeleri de…tarihsel savaşımların gidişatı üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde…baskın rol oynarlar. Bütün öğeler arasında karşılıklı bir iletişim vardır.” Son kertede ayracı önemledir, meseleye farklı bir boyut, derinlik katar. Önce, günlük hayatın kaotik yapısı, karmaşası içinde devletin sınıfsal muhtevasını kolayca kavrayamayacağımız konusunda bizi uyarır. Bu ilişki kendini nadiren çırılçıplak ortaya koyar, genelde perdelenmiş, gizlenmiştir. Ampirik gözlemle aralanamaz bu perde, soyutlamayı gereksinir. Sonra, egemen sınıf-devlet ilişkisinin tarihin her anında kendini doğrulayan, realize eden bir mutlaklık içermediğini imler. Pekala ara kategoriler mümkündür. “Karşılıklı hakimiyet mücadelesi veren sınıfların birbirlerine galip gelemedikleri denge durumunda devlet gücü aracı olarak bir zaman için bu sınıflara karşı belli bir bağımsızlık durumunu” koruyabilir. 17.yy, 18.yy mutlak krallıkları örneğin, ”soyluluk ve burjuvazi arasında dengeyi böyle kurdu.” Marks, Alman İdeolojisi’nde modern sınıf devletine örnek gösterdiği Fransa’ya karşıt olarak Alman devletini daha önce bu kalemden saymıştı. Louis Bonapart’ın iktidara gelişiyle birlikte bu kez Fransa’yı da aynı kategoriye, görece bağımsız devlete dahil etmiştir. Brumer’de, Bonapartizmi, “gerçekte burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini çoktan yitirmiş ve işçi sınıfının da henüz bu yeteneği kazanamadığı dönemde tek olanaklı hükümet biçimi” olarak gösterir. Ekleyelim, Marks ve Engels, Asya Tipi Üretim Tarzını kendine has başlı başına bir üretim formu olarak görmüşlerse de buna karşılık düşen Doğu despotizmini sınıf-devlet ilişkisinde ara kategoriden sayma eğilimindedirler. Devlet burada yönetici, hakim toplumsal tabakayı sınıf haline gelmelerine imkan vermeden zümreleştirerek içinde eriten, toplumu kapsayıcı, topluma baskın haliyle karşımıza çıkar. Yeniden toplum-devlet düalizmine dönmüş gibi oluruz. Fakat, kökleri Batı toplumlarına kıyasla çok daha geriye giden, daha geniş coğrafyaya yayılmış bir devlet formunun sanki istisna kaleminden arada bir yerlere sokulması teorik kaideyi epeyce zorlamış, çokça tartışılmıştır. SINIFLARDAN BAĞIMSIZ VEYA GÖRECE BAĞIMSIZ DEVLET… Anlaşılacağı üzere, Marksist açıdan devlet nedir sorusuna yanıtla başlayıp sözü yine Marksist açıdan, devlete ilişkin sınıflardan bağımsız bir varoluş mümkün müdür sorusuna getirdik. Boşuna değil, konumuzla doğrudan ilgili. Sosyal devlet olgusu veya onu çağrıştıran, Demokratik Cumhuriyet, Refah Devleti vb. kavramlar sosyalist cenahta ağırlıkla bu bağlam içinde tartışıldı. Kapitalizm koşullarında, toplumu sınıflara bölen dolayısıyla hiyerarşi ve sömürüyü içeren maddi ilişkiler zeminini doğrudan hedef almadan, kökten dönüştürmeyi amaçlamaksızın sosyal devleti savunabilmek, önermek ancak devlete maddi ilişkilerden, sınıflardan bağımsız veya görece bağımsız bir varoluş yüklemekle mümkündür çünkü. (İstisnası, 20.yy başlarında sosyalist saflarda uç veren ekonomizm ekolüdür, burada girmeyeceğiz. Zaten, çıkış noktaları farklı da olsa sosyal devlet konusunda benzer sonuçlara ulaşmışlardır.) Marks ve Engels’in, sınıflardan bağımsız devleti bir kategori olarak istisna kaleminden saydığını ve belli koşullara bağladığını yukarıda söyledik. Ekleyelim, devlete dönük eleştirel, soğuk tavırları bu örnekler için de geçerlidir, değişmez. Bırakın sınıflı toplumu, üretim araçlarının kolektif mülkiyetini öngören Alman İşçi Partisi’nin Gotha Programı’na(1875) dahi devlete yapılan olumlu atıflardan dolayı (Özgür Halk Devleti!) şiddetle itiraz etmişlerdir. Devletler için özgür, halkçı vb. sıfatlar kullanmanın onu kutsamak, yüceltmekten başka sonuç vermeyeceğini, hatta bu nedenle sosyalizm koşullarında bile” sosyalist devlet” lafzını sarf etmekten kaçınmak gerektiğini söylerler. Engels alternatif olarak komünite kavramını önerir. Aynı şekilde, programda yer alan “işçi sınıfı… kurtuluşu için ilk önce bugünkü ulusal devlet çerçevesi içinde çalışır” ibaresinden hareketle de programı işçi sınıfının davasını dar ulusal çerçeveye hapsetmekle suçlarlar. Demek ki, daha 20. yy’a gelmeden, devlete dönük olumlayıcı, hayırhah tutum Marks ve Engels’i telaşlandırıp tepkilerini çekecek denli kök salmıştı sosyalist saflarda. 20.yy’da bu tutumu fazladan pekiştiren iki önemli gelişme yaşanacaktır: Rusya’da devrimin gerçekleşerek sosyalistlerin iktidara uzanması… Merkezi Avrupa’da burjuva demokratik devletin en olgun formlarda ortaya çıkışı… Rusya’da sosyalistlerin iktidarında alt yapıda kapitalizm tasfiye edilirken, devletin nasıl sönümleneceği sorusu geçmişte öngörülenin aksine hiç güncelleşmedi. Sosyalist devletin nasıl yaşatılacağı sorusu diğerine çok çabuk galip gelerek aciliyet ve önem kazandı. Gerisi, artık sosyalist sıfatı yüklenmiş devletin çözülmek bir yana daha da güçlendirilip kararlı hale getirilmesidir. Burjuva demokratik devlete gelince, sosyalist cenahı derinden etkilediği, kayda değer çekim yarattığı gerçektir ama burada durum Rusya’dakinden temelden farklıdır. Sosyalistlerin burjuva sıfatını yakıştırdıkları bir devlet formundan bahsediyoruz nihayetinde. Tamam, devletin kapitalist alt yapıdan görece bağımsızlaşabileceği büyük ölçüde kabul görmektedir, bu da işçi sınıfının devlete etki ederek, devlet dolayımıyla çıkarlarını ilerletmesini mümkün ve meşru kılmaktadır ama nereye kadar? Demokratik bile olsa, dediğimiz gibi, bir devletin, kendisine burjuva sıfatını yakıştırırken gerekçe gösterdiğimiz temellerini, dayandığı ve üzerine yansıyan kapitalist üretim ilişkilerini hedefe koymayan, köklü biçimde dönüştürmeye yönelmeyen teori ve pratikle yetinebilir miyiz? Geçici bir süre için veya kalıcı olarak yetiniyorsak eğer bunlara denk düşen teori ve pratiğe sosyalist diyebilir miyiz? Yüz yılın başlarında Sosyal Demokratlarla Devrimci Sosyalistler, sonrasında Komünistler arasında baş gösteren ayrılıkların başlıca sebeplerinden biri işte bu sorudur. Verilen yanıtların altını kazırsanız burjuva demokratik devletin sosyalistlerde yarattığı çekimi ya da tersine bu çekime karşı koyma çabasını görürsünüz. Soruya kalıcı biçimde yetinebiliriz yanıtını verenler Avrupa’da burjuva demokrasisinin sınırlarına çekildiler. Sosyalist sıfatını koruyarak veya başlangıçta onunla eş anlamlı kullanılan sosyal demokrat sıfatına zamanla farklılaşan anlamlar yükleyerek. Demokrasi kavramı bu kesimler tarafından burjuva, proleter vb. sıfatlardan arındırılarak sınıflar üstü bir çerçeveye oturtuldu. Kökleri, işçi sınıfının davasını klasik liberal anlayışla birleştirerek sentezleyen İngiltere’de Fabianist ekole ve Almanya’da onun etkisinde şekillenen Brenstein çizgisine kadar gider. Kapitalizmin henüz tam yerleşmediği, prekapitalist altyapısal, üstyapısal formların şu veya bu ölçüde varlığını koruduğu ülkelerde ise burjuva programların sınırlarına çekildiler. Diğerinden farkı ille de temsili demokrasiyi öngörmemeleridir, en azından iktidarın ele geçirilmesi aşamasında(demokratik devrim!) veya sonrasında da. Programların içerik ve kapsam itibarıyla burjuva karakterine işaret eder burjuva demokratik kavramı, yöntem ise pekala devrimci olabilir ve iktidara böylece uzandıktan sonra burjuva programı devlet erkini kullanarak yukarıdan aşağı dayatmayı öngörebilirler. Demek ki, çekilmekle, o andaki mevcut demokratik çerçeveyi, sosyoekonomik yapıyı kabullenmeyi kastetmiyoruz; sistemi iyileştirme, birçok açıdan dönüştürme gayreti hepsinde vardır. Sorun, devletin burjuva niteliğini hükümsüz kılacak kritik adımı atıp atmamaktır. Soruya hayır deyip daha fazlasını, sosyalizmi talep edenler ise ardından gelen sorulara verdikleri yanıtlara göre ayrışmışlardır. Sosyalizme nasıl varacağız, burjuva demokrasisinin kurumsal çerçevesini esas alarak ama onu her daim işçi sınıfı lehine genişlemeye zorlayarak adım adım sosyalizme geçiş mi(parlamentarizm)? Yoksa, sunduğu imkanlardan yararlanmaya, daha da genişletmeye devam etmek ama bunu şartların sosyalist devrim için uygun hale geleceği(kriz vb.) ana kadar sürecek geçici bir hazırlık safhası olarak ele almak mı(evrim-devrim düalizmi)? Yani, işçi sınıfını ideolojik, politik, örgütsel açıdan tedrici geçişe değil devrime hazırlamak. Ya da, reformlarla iyileştirmeye çalışmaktansa sistemi her daim krize zorlamak mı (devrimin sürekliliği)? Sonra, geçiş nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin buna kim önderlik edecek; işçi sınıfının kendi öz örgütlenmeleri(sendikalar, işçi konseyleri vb.)mi yoksa, işçi sınıfının kendiliğinden sosyalist bilince ulaşamayacağı gerekçesiyle onlara dışarıdan bilinç götürecek, salt işçilerden teşkil olması gerekmeyen öncü partiler mi? Kapitalizm öncesine ait olguların henüz varlığını koruduğu ülkelerde doğallıkla fazladan sorular girmiştir devreye. Sosyalistler burada insiyatifi burjuvaziye mi bırakmalıdır yoksa, burjuvazinin emperyalist çağda ilerletici dinamizmini kaybettiği gerekçesiyle, burjuva programı hayata geçirmede bizzat öncülüğü üstlenmeli midirler? Bu ille de devrimi gereksinir mi? Gereksinse bile, devrimden sonra olayları kapitalizmin Avrupa’da geçirdiği evrime benzer akışa mı bırakmalı yoksa burjuva programı sosyalizme kesintisiz geçişi sağlayacak tarzda mı ele almalı(kesintisiz aşamalı devrim teorisi). Sorular ayrılıklar kadar ilginç kesişmelere de yol açmıştır. Detaya girmeyelim, şimdi biraz sosyalist cenahta bu denli dalgalanma yaratan gelişmelere odaklanalım. DEVLETTE TEMSİLİYET… İster, Avrupa’da burjuva demokrasisinin gelişimiyle ilgili olsun isterse farklı coğrafyalarda demokratik devrim tecrübelerinin etkisiyle olsun, 20. yy’da işçi sınıfı dahil sömürülen, yönetilen sınıf ve katmanların ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı ve taleplerinin karşılanmasında hemen bütün dünyada gözle görülür iyileşmeler yaşandı. Süreç, devletlerin bünyesinde kayda değer temsiliyete kadar vardı. İşçi sınıfının çıkarlarını savunan kişi, grup ve partiler parlamentolarda, hükümetlerde yer aldılar. Yasama ve yürütmede temsiliyet doğallıkla devletin bir diğer asli kurumu yargı üzerinde, devleti sarıp sarmalayan bürokratik, teknokratik ağ üzerinde etkide bulunma fırsatını doğurdu. Sınıflar mücadelesi zeminindeki güçler dengesi temsiliyet sayesinde devlete taşınmış oldu böylece. Sınıflar arası uzlaşma ve çatışmalar adeta devlet bünyesinde kurumsal mahiyet kazandılar. Tabii, bazı şerhler koymamız lazım. Her şeyden önce, sınıflar mücadelesi statik değil dinamiktir, denge hep yeniden ve yeniden oluşur. Devletlerin bünyesinde bunun anı anına yansımasını kısıtlayacak direnç katsayısı yüksek çok fazla engel mevcuttur. Burjuva demokrasilerinde örneğin seçim sisteminin kısıtları, periyotlarla işlemesi, sonrasında bürokratik direnç vb. Diğer yandan, sınıflar mücadelesi eşitler arasında geçmez, denge hiyerarşik özellik gösterir dolayısıyla yansıyan nihayetinde eşitsizliğin yansımasıdır. Ekleyelim, burjuva demokrasisinin temel düzeneklerinden biri olan seçim sisteminde nicelik önem arz eder gibi görünür oysa herhangi bir sınıfsal, toplumsal katman söylemini başkalarına da cazip gelecek biçimde kurgulayarak, onların da çıkarına hitap ediyormuş izlenimi vererek nicel gücünün çok ötesinde etki üretebilir bu sistemde. Burjuvazi diğerlerine kıyasla çok avantajlıdır, kuşkusuz. Üretim araçlarının sahipliğinin yanı sıra bilgi ve enformasyon hakimiyeti, bunları yayma vasıtalarındaki tekeli nicel kapasitesinin çok üstünde güç projeksiyonuna imkan tanır. Yine de, olgun burjuva demokratik örneklerde devletin tek bir sınıfın hakimiyetinde, onun tarafından tamamen kuşatılmış bir aygıt gibi görünmediğini söylemek mümkün. Gecikmeli, çarpıtılmış bile olsa, eşitsizliği de içerse farklı sınıf ve katmanlar sonuçta temsiliyet aracılığıyla devlete güç projeksiyonunda bulunmaktadırlar, görünen budur. Neredeyse liberal devlet anlayışlarını haklı çıkaran bir görüntü... Devletin hiçbir zaman tek bir sınıf tarafından kuşatılamayacağını başkalarının da devlete tutunarak kendi çıkarlarını ilerletebileceklerini söylemişlerdir. Gerçekliğe ne denli tekabül ettiğine daha sonra geleceğiz ama ampirik gözlemi esas alırsak burjuvazinin çıkarlarının yeganeliğini dayatan bir devlet yoktur ortada. Diğerlerinin de taleplerini karşılayan, içselleştiren dolayısıyla farklı sınıf ve katmanlar arasında çıkar paylaşımını realize eden aracı bir erke dönüşmüş gibidir devlet. Burjuvazinin diğer sınıf ve katmanlarla kurduğu ilişki de değişmiştir böylece. Temsiliyet dolayımıyla ilişkinin hegemonik boyutu daha da pekişmiştir. Hegemonyayı diktatörlük, despotizm gibi egemenlik biçimlerinden ayırt eden temel özellik “rıza”yı esas almasıdır. Rızayı belirleyen ise hegemonun başkalarının çıkarlarına yanıt verme kapasitesidir. Gerçekten yanıt vermesi gerekmez her zaman, bu algıyı yaratması yeterlidir. Alt sınıf ve katmanların çıkar algısını manipüle ederek başarabilir bunu pekala, sahici çıkarları algısal çıkarlarla ikame edip benimsetebilir, sonuç değişmez. Yine de, olgun burjuva demokratik örneklerden söz ediyorsak ilişkide daha ziyade sahici çıkarların ön aldığını söylemek mümkün. Hegomonik sistemlerde de hegomonun çıkarlarının önceliği esastır elbette, diğerleri bunu kabullendikleri sürece sistemden yararlanıp kendi çıkarlarını ilerletebilirler, burjuva demokrasileri de böyle. Devam edelim. Çıkar paylaşımını realize eden aracı bir erk olarak devletten söz ettik. Devletler bunu çok farklı yollardan yapar. Asli kurumları aracılığıyla örneğin. Yasalar çıkararak, yürütmece uygulayarak, yargı tarafından denetleyerek… Ya da kamusal alanı genişleterek…Kalkınma planlarıyla üretim dinamiğini ve yönelimini etkileyerek…Doğrudan yatırımlara girişerek. Devlet burada işveren konumundadır artık. Üretim koşullarını, çalışma koşullarını, ücretleri belirleyerek bir model oluşturur ve bu model üzerinden özel sektörü değişime zorlar. Bütün bu faaliyetlerde ne denli aktif iseler devletler sosyal sıfatına o denli yaklaşmışlardır. Zirve, iki Dünya Savaşı arasında başlayıp 1970’li yıllara uzanan konjonktürdür. Avrupa’da Keynesyen uygulamaların yaygınlaştığı, gelişmekte olan ülkelerde ise muadil ithal ikameci iktisat politikalarının ivme kazandığı dönem. Sözünü ettiğimiz dönem boyunca özellikle Avrupa’da burjuva demokrasisi mesafe kat ettikçe ve devletlerin sosyal denilebilecek faaliyetleri genişledikçe, kabul etmek lazım, işçi sınıfının devrimci dinamizmi tavsamıştır, sitem anlamında söylemiyorum, ayrı konu, ama tavsamıştır. 20.yy’ın ilk çeyreğinde Avrupa’da zirveye varan hareketlilik, mücadele ve kalkışmalar zamanla sönümlenmeye geçmiştir. Burjuva demokratik sisteme ve devletlerin sosyal başlığı altında tanımlanan faaliyetlerine en büyük saldırı, belki garip delecek, başkalarından değil bizzat sermaye sınıfından geldi. En etkili ve sonuç alıcı saldırı… SERMAYENİN SALDIRISI… Böylece, neoliberalizme gelmiş bulunuyoruz. Nedir neoliberalizm? İnsan emeğinin sömürüsüne ve dünyanın doğal kaynaklarının talanına ket vuran, sınırlama getiren bütün engellerin ortadan kaldırılması… Tek tek ülkelerin ve bütün bir uluslararası ilişkiler sisteminin bu sonucu verecek biçimde yeniden tanzimi…. Ket vuran, yani sosyalizm, sınırlama getiren, yani sosyal demokrasi vb. alternatif burjuva yaklaşımlar hepsi hedef tahtasındadır artık. Sömürülen, yönetilen sınıf ve katmanların çıkarlarını savunup durumlarını iyileştirme, düzeltme yönünde hareket eden her tür anlayış, bu anlayışların hakim olduğu örgüt, sendika ve partiler; kamunun hak ve hukukunu gözeten kurum ve kuruluşlar hedef tahtasında. Devletler de… Özellikle emperyalist dayatmalara direnç gösterebilecek; geniş topraklara, doğal kaynaklara, demografik avantaja sahip kendine yeterlik(otarşik) kapasitesi yüksek devletler. Neo liberal paradigmanın iktisadi boyutunda sömürü ve talan varsa uluslar arası ilişkiler boyutunda paramparça edilmiş bir dünya haritası vardır. Mali kaynakların, rafine bilgi ve teknolojinin, üstün savaş aygıtlarının bir veya birkaç emperyalist merkezde toplandığı dünyanın geri kalanının ise bütün bunlardan yoksun biçimde şehir devletçiklerinden ibaret mikro haritalara mahkum edildiği yeni bir sistem, kendi ifadeleriyle Modern Ortaçağ. Önce, devletlerin alt sınıflar lehine sonuç üreten fonksiyonlarını budamakla başladılar işe. Devlet ekonomiye müdahale etmesin! İşletmeci gibi davranmasın, üretim süreçlerini etkileyecek kararlar almasın. İşin ucu asgari ücreti belirleme yetkisini gayri meşru bulmaya kadar gider. Bunu da piyasa fetişizmi üzerinden dayattılar: Bırakalım piyasa karar versin. Ben bilmem piyasa bilir kısacası. Piyasayı öne sürerek sömürü ve adaletsiz paylaşımı perdelemenin klasik burjuva iktisatçılara uzanan bir geçmişi var, yine de fetişizmden söz ediyorsak en büyük payeyi neoliberallere vermek lazım. Gerçekten toplumsal hipnoz yaratmayı başarmışlardır. Devletlerin de kurumlarıyla aktör olarak rol alıp tedbir ve tasarrufta bulunduğu iktisat politikaları bu hipnoz sayesinde çok çabuk gözden düşürüldü. Merkez kapitalist ülkelerde keynesyen uygulamalar, çevre ülkelerde muadil ithal ikameci uygulamalar örneğin. Bunlara karşılık düşen siyasi akımlar, partiler, liderler de popülist suçlamasıyla itibar kaybına uğratıldılar. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’in iktidara taşınması; Latin Amerika’da askeri darbelerle Peronizmin tasfiyesi, bizde 12 Eylül darbesiyle yaşanan bürokratik, siyasi tasfiyeler; farklı coğrafyalarda renkli devrimler, yetmedi askeri müdahale ve işgaller hep bu sürece ilişkindir, aynı bütünün parçalarıdır. Zamanla bütün ülkeler, neoliberal öngörü ve dogmaların her iki tarafça benimsendiği iktidar-muhalefet denklemlerine mahkum edildiler. Siyaseti domine eden kişiler veya partiler, akımlar arasında geçmişte var olan karşıtlıklar, sahici ayrım çizgileri belirsizleşip ortadan kalktı. Siyaset sahnesi bu yüzden karizmatik liderler üzerinden dizayn ediliyor. Elbette aralarında farklılıklar var ama bunların konumuza, alt sınıf ve katmanların çıkarlarına değen bir yanı yok. Sahici çıkarlar ustaca manipülasyonlarla geriye itilip algısal çıkarlarla ikame edildiler, sistem giderek bunun üzerinden yürüyor. İkinci aşama ülkeleri bölen sınırların geçersiz hale getirilmesidir. Bağımlı veya egemen her devlet nihayetinde hükmettiği sınırlar içinde az çok tedbir ve tasarrufta bulunma hakkına sahiptir çünkü. Gümrük duvarları vardır en azından. Dışardan akan sermayenin uymakla yükümlü olduğu formalite, kuralları vardır. Malların dolaşımı için de geçerlidir bu kısıtlamalar, keza insanların dolaşımı için de. Sermaye sınıfının ise karını azamileştirmek için sermayenin ve malların serbest dolaşımına ihtiyacı vardır, ne denli akışkanlık kazanırsa kar o denli azamileşir. Neoliberalizm zaten bu ihtiyacın had safhaya ulaştığı konjonktürde geçerlik kazandı. Ulusal veya uluslararası hukuka uysun uymasın engelleri zorlamakta tereddüt etmiyorlar bu yüzden. Yeni yasa ve düzenlemeleri devletlere dayatarak, varolanları sonuna kadar zorlayarak, yetmedi sınır, formalite tanımayan bir azgınlıkla önüne çıkan engelleri yakıp yıkarak yol aldıklarını görüyoruz. Sermayenin artan ölçüde vergi cenneti denilen devlet olup olmadıkları şüphe götürür özel bölgelerde kara para halinde toplanması, malların dolaşımında her tür kaçakçılığın artan rolü bunun göstergeleri. Yine, yüz milyonlarca insan ortalığa dökülmüş gayri yasal yollardan sınırları zorluyor. Kendiliğinden, tesadüfi değil; bilinçli biçimde çıkarılan, kurgulanan savaşlar, iç savaşlar, ekonomik krizlerle ülkeleri çökertilerek halklar buna özellikle mecbur bırakılıyor. Emeğin serbest dolaşımı diyebilir miyiz, acaba? Kaotik gelişmelerin zemin bulacağı kozmopolit bir demografi yaratma niyeti de ayrıca not edilmeli. Süreç tek tek devletlerin tasfiyesin gidiyor dedik. Sermayenin artık devlete hiç ihtiyacı kalmadı sonucu çıkmasın buradan. Tek tek devletlerin uhdesindeki işler büyük ölçüde, küresel boyutta tasarlamış organizasyonlara devrediliyor, şimdi sıra devletin olmazsa olmaz fonksiyonlarını yerine getiren çekirdek aygıtların küreselleşmesinde. Ordu, polis, istihbarat vb. güvenlik aygıtlarından söz ediyorum. Sermayenin bunlara duyduğu ihtiyaç bitmez, hele insanlığı sürüklemek istedikleri distopya göz önünde bulundurulduğunda. Ancak burada da önemli bir gelişme yaşanıyor, çekirdek aygıtların doğrudan sermaye birikim süreçlerinin içine çekilmesi. Sermaye birikimini güvenceye alma misyonlarının ötesinde bizzat sermaye birikiminin konusu haline gelmeleri. Özel ordular, özel güvenlik şirketleri, özel istihbarat şirketleri… Hepsi şirket. Devletlerin boşalttığı alanı şimdi bunlar dolduruyor. Geçmişte İngiliz menşeili Doğu Hindistan Şirketi’ne uzanan bir arka planı var meselenin ancak tarihte ilk kez bu denli sistematik, yaygın bir uygulamaya dönüştü. Egemen sınıfın devleti yönetmesi, emrine amade kılmasının ötesinde bir durumla karşı karşıyayız. Devlet organları şirketleşerek sermaye sınıfıyla iç içe geçiyor, bütünleşiyor. Marks’ın devlete ilişkin sunduğu kimilerince dar, kapsayıcılıktan uzak bulunan teorik çerçevenin-son kertede egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devlet- haydi haydi bol geleceği bir tablo, şirketokrasi diyebiliriz. NEOLİBERALİZME DİRENÇSİZLİK… Bütün bu gelişmeler yaşanırken dikkat çeken, toplumsal, sınıfsal düzeyde elle tutulur bir direncin ortada gözükmemesi. Ne de devletler bazında kurumsal direncin. Neoliberal öngörüleri bile aşan genel bir boyun eğişle karşı karşıyayız. Oysa, neoliberalizmin teorik temellerinin atıldığı 1950’li yılların başında işler çok farklıydı. Teorinin kurucu babaları Hayek ve Friedman tezlerini dillendirmeye başladıklarında çoğu burjuva iktisatçısınca şiddetle eleştirilmişlerdi. Tezleri ya benimsenmemiş veya en azından uygulanamaz bulunmuştu. İnsanlığın o güne dek savunduğu, hak bellediği, alıştığı çoğu yüz yıllara yayılan mücadelelerin ürünü kazanımları bir çırpıda silip atmaya kalkışmak az buz cüret değildi doğrusu. Bu yüzden uygulamaya geçiş uzun bir hazırlık safhasını gereksinmiştir. Nihayet, 1970’li yılların ortasından itibaren atağa geçebildiler. Neoliberalizmin öngörü ve dogmalarını benimsemiş emperyalist klikler önce diğer burjuva ekolleri geriye doğru iterek sonra reel sosyalist rejimleri çöküşe sürükleyerek birkaç on yıllık zaman dilimi içinde dünya çapında hakimiyetlerini ilan ettiler. Seri ve sert hamlelerle kısa sürede sonuç almaları üzerinde durulmayı hak ediyor. Toplumsal, sınıfsal dirençsizliğe sonra geleceğiz, önce devletler meselesine biraz değinelim. Doğru, bugünlerde emperyalist merkez ülkelerde, kamuoyunca ulusalcı-küreselci küreselci çelişkisine bağlanan bir çatışma var, en fazla ABD’deki çatışma dikkati çekiyor. Bunun, 20.yy boyunca emperyalist kapitalist sisteme karşı, sistemin dayattığı bağımlılık ilişkilerine itiraz anlamında gelişen ulusalcı tepkilerle bir ilgisi yok. Süreç neolibarellerin öngörüsü doğrultusunda gelişirken tasfiyenin yalnızca bağımlı çevre ülkelerle sınırlı kalmayıp kapitalist merkez devletleri de kapsayacağı açık hale gelince merkez devletlerin bünyesi içinden gelişen tepkilerle karşı karşıyayız. Başını devletlerle özdeşleşmiş sermaye klikleri çekiyor. Emperyalist devletler her iki eğilimi de bünyelerinde barındırıyorlar aslında. “Ulusalcı” ekolün diğerinden farkı egemenliği koruma ve yaymada merkezi devlet formasyonuna bağlı kalmasıdır, yoksa emperyalist ihtiraslar her iki tarafta da yerli yerindedir. Neoliberalizmin temel düsturu sınırsız sömürü ve talana sadakat yerli yerindedir. Devletlerin sosyal fonksiyonlarının budanmasına itirazdan kaynaklanan çatışmalarmış gibi göremeyiz olup bitenleri bu yüzden. Kapitalist merkez devletlerden ne de diğer devletlerden, dediğim gibi, bu yönde kayda değer itiraz gelmemiştir. Hükümetler, parlamentolar, yargı, bürokratik, teknokratik ağ adeta yüzüne far tutulmuş tavşan gibi hareketsiz kalıp paralize oldular. Neden önemli? Alt sınıf ve katmanlardan devlete yönelen güç projeksiyonunun, devlet bünyesinde elde edilen temsiliyetin kapitalizm koşullarında altının pek sağlam olmadığını, iş salt temsiliyete kalırsa burjuva demokratik pazılın kolayca dağıtılacağını gösterdi de ondan. Demek ki, sermaye sınıfı devlete ampirik gözlemlerimizin çok ötesinde nüfuz etmiş, devletin kurumsal labirentlerine sandığımızdan çok fazla hakim. Üretim, mülkiyet ilişkileri son kertede devlete damgasını vurur, aidiyetini belirler, demişti Marks ve Engels. Son kertede eninde sonunda demek değil ama söylediklerini, bu gerçeği eninde sonunda kavramış bulunuyoruz. Peki, madem sermaye sınıfı devlete bu kadar hakim o zaman neden sosyal sıfatını yakıştırdığımız devlet pratiklerine yol verdi? Öyle ya, bu pratiklerde gördüğümüz, sermayenin kendi çıkarlarının yeganeliğini dayatmaktan çıkarlarının önceliğini savunmaya geri çekildiğidir. Bunu belirleyen başlıca iki parametre var. İMKAN ve MECBURİYET… Sanayi devrimini takiben üretim tekniği ve düzenlemesinde yaşanan gelişmeler (fordizm, taylorizm vb.), klasik sömürgecilikten sermaye hareketlerine dayalı emperyalist sömürüye geçiş, bütün bunlar, 20.yy’a geldiğimizde geçmişe kıyasla muazzam diyebileceğimiz zenginliğin emperyalist merkez ülkelerde toplanması sonucunu verdi. Kuşkusuz, kimse madem bu kadar biriktirdik bari paylaşalım demedi. Demez de zaten, tam bu noktada devreye giren mecburiyettir. Daha 19.yy’ın ilk çeyreğinden itibaren Avrupa’da hissedilen genel toplumsal huzursuzluk, kabarma hali 1848 devrimleriyle şiddetli biçimde yüzeye vurmuştu. Ardından Paris Komünü, 20.yy’a girdiğimizde artık daha örgütlü ve etkili bir söylemle(sosyalizm) donanmış işçi sınıfının sistematik tepkisi, Rusya’da devrim, Almanya’da Spartaküs ayaklanması, Dünyanın farklı coğrafyalarında emperyalist kapitalist sisteme dönük sertleşen tepkiler, Çin’de gerçekleşen devrim ve Rusya ile beraber düşünüldüğünde Dünyanın önemli bir coğrafyasının böylece barındırdığı nüfusla birlikte emperyalist kapitalist sistemin işleyişinin dışına çıkması sermaye sınıfını baş etmekte zorlandığı tehditlerle karşı karşıya bıraktı. Burjuva demokrasilerini olgun seviyelere yükselten veya devletleri sosyal fonksiyonlarını geliştirmeye iten işte bu basınçtır. Ya, sosyalizmin yarattığı tehdidi bertaraf adına ya da, doğrudan teori ve pratiğinden esinlenerek. Marks ve Engels’in değindikleri, karşılıklı sınıfların birbirlerine tam üstünlük kuramadıkları, dengeye çok yaklaştıkları özel koşullar acaba burada açıklayıcı olabilir mi? Devletlerin tam bu aralıkta sınıflardan görece bağımsız karakter kazanmalarından söz ediyorlardı, üzerinde durmak lazım. Sonuçta, sosyalizmin gerek sınıf mücadeleleri zemininde söylem olarak varlığı gerekse uluslararası ilişkilerde devletler olarak varlığı, kapitalizmi, kamuoyuna cazip gelen yönlerini(demokrasi, temsiliyet vb.) öne çıkarmaya zorlarken, çöküşü, bütün kötülük potansiyelini neoliberalizm kılığında insanlığın yüzüne kusmasına fırsat verdi. Sosyalist basıncın etkisinin kırılmasına dair tarih vermek gerekirse, 70’li yılların sonlarını işaretleyebiliriz. Reel sosyalist rejimlerin tıkandığı, alternatif bir model olmaktan çıktıkları veya bunun artık açıkça anlaşılır hale geldiği yıllar. Tam kırılma için rejimlerin çöküşünü beklemek gerekecektir. Söz konusu rejimlere sosyalist denir mi denemez mi ayrı bir tartışma konusu, nitekim sosyalist saflarda da olumsuz bakış giderek yaygınlaşmıştır. Ancak, çökerken, eleştirel baksın bakmasın bütün sosyalist akımları kendileriyle birlikte dibe çektikleri gerçekliktir. ALTERNATİF PARADİGMANIN GÖZDEN DÜŞÜŞÜ…. Sosyalist teori ve pratiğin dinamosu emek-sermaye çelişkisidir. Nihai amacı ise temel çelişkinin emek lehine çözümü. Karmaşık iktisadi, toplumsal meseleleri temel çelişkisinin tartısına vurarak anlamlandıran ve böylece günlük hayatın kaotik akışı içinde alakasız, bağlantısız gibi duran olguları birbirine bağlayarak tutarlı bir bütün oluşturan sosyalist söylem yalnızca sosyalistlere mücadelelerinde avantaj sağlamakla kalmamış aynı zamanda emperyalist- kapitalist sisteme karşı gelişen diğer bütün tepkileri de kavramsal açıdan beslemiştir. Sahip olduklarının çok üstünde dinamizm ve etki kazandırmıştır onlara. Burjuva demokratik tepkiler de buna dahildir. Sosyalizmin gözden düşüşüyle birlikte artık böyle bir etkiden söz edilemez. Bırakın başkalarını, paradigmanın temel kavramları-artı değer, meta, emek, sermaye, emperyalizm vb.-takipçilerinin zihinlerinde dahi unutulmaya terk edildi. Öne çıkan, “özgürlük ve demokrasi” mottosu altında etnik, dini, kültürel meseslelerdir. Ya da, çevrecilik, insan hakları, kadın hakları vb. konular. Kuşkusuz önemsiyor, çoğunu destekliyorum. İnsanlığın bin bir hali var, ne sosyalizmin temel aldığı çelişkiye indirgenebilir ne de sosyalizmi bekleyebilir. Nitekim, verilen mücadelelerle bazı konularda epeyce mesafe alındı, iyi de oldu. Bu ayrı, ancak ne tek başına ne de topyekün bu kazanımlarla emperyalist kapitalist sistem milim geriletilemez. Odaklandığı spesifik konunun sistemle bağlantısını kuramayan, bundan özellikle kaçınan, birbirleriyle de bağlantısız spesifik bakış açılarıyla bu nasıl başarılabilir zaten? Tersine, spesifik yaklaşımlar sosyalistleri de saflarına çekerek dünya genelinde toplumsal mücadeleleri domine etmeye başladıkça neoliberal siyasanın bunlardan gelen talepleri de içselleştirip, yarattıkları dinamizmi kendine eklemleyerek hızla yoluna devam ettiğini görüyoruz. Peki, netice nedir? Neoliberalizmin iktisadi, ideolojik, politik total saldırısına yanıt üretilememiştir. Bugün sadece 26 ailenin geliri insan nüfusunun yarısının gelirine eşit. Başka söze gerek var mı, insanlık tarihi böyle bir adaletsizliği görmedi. Hiçbir azınlığa nasip olmadı bu boyutta ayrıcalık. Hepimizin bir de böyle bir derdi olmalı, değil mi? Sermaye sınıfının neoliberalizmle en büyük başarısı işte bu, toplumsal mücadeleleri sermayeye karşı özlü, can evinden vuran eleştirel düşünceden, sosyalizmden arındırarak kendisi için daha az riskli ya da risk taşımayan mecralara yönlendirmesidir. Buralarda da kompartımanlara bölmesidir. Kompartımanlar evet, neoliberalizme denk düşen postmodern kavrayış benimsetildiği ölçüde zaman, mekan ufkumuz, bakış açımız “şimdi, burada ve yalnızca bu konu”ya mahkum edildi. Eleştirel düşünce böylece bütünlüğünü, sinerjisini kaybedip tehlike olmaktan çıktı. Bilindik anlamıyla burjuva demokrasisine dahi ihtiyacı kalmadı sermayenin tam bu nedenle. Sol, sosyalist açıdan kapitalizm koşullarında demokrasi; sömürenler karşısında sömürülenlerin, yönetenler karşısında yönetilenlerin idda ve taleplerini dile getirme, gerçekleştirme, kurumsallaşma düzeyini ifade ediyordu. Buna göre değerlendirilir, az veya çok, ileri veya geri diye tanımlanırdı. Normali budur. Günümüzde ise kimlik eksenli talepleri ne ölçüde karşılıyor sorusu demokrasinin düzeyini belirliyor artık. Kimlik klanlarının kendilerine alan açma veya iktidardan pay kapma gayreti de demokratik mücadele diye adlandırılıyor. Diğerleri bir yana sol, sosyalist açıdan epistemolojik bir kopuştur bu, başka türlü ifade edilemez. Kişisel bir gözlemle biraz açayım. Ülkede neoliberal atak almış başını giderken içlerinde arkadaşlarımın da bulunduğu yılların sosyalistlerinin kamusal alanın budanmasına, özelleştirmelere pek fazla ses çıkarmadığını görüyordum. Hatta bazıları, devletin karar alma mekanizmaları yoluyla, doğrudan yatırımlarla iktisadi süreçlere müdahaleden alıkonmasına aslında iyi bir şey diye baktılar. Devletin her ne olursa olsun her alanda geriye doğru itilmesi sivil alanın genişlemesi için imkan yaratır bu da uzun vadede demokrasiye yarar. Yaşanacak dönüşümün kısa vadede doğuracağı kötücül sonuçlar demokrasi sayesinde zamanla pekala telafi edilebilir. Böyle düşündüler. Bildiğiniz, iktisadi liberalizm siyasi liberalizm eşleşmesi, daha doğrusu tekerlemesi. Ne saflık! Bütün bunlar gerçekleşirken devlet çıplak aygıtlarıyla zaten sermaye sınıfı adına işin içindeydi. Zonguldak direnişi, Tekel direnişinde gördük. Budanan devletin baskı aygıtları değil alt sınıf ve katmanlar lehine sonuç üreten fonksiyonlarıydı. Küçülteceksen buradan mı başlamak lazım? Demokrasiye katkısı olurmuş… Nedir demokrasi; yönetilenler, sömürülenler lehine sonuçlar ortaya koyamıyorsa nedir, gerçekten? Biliyorum sayısız alt başlıkları var hepsi önemli ama alt sınıf ve katmanların durduğu yerden bakarsak gerisi teferruattır demesek bile talidir. Sosyalistler tam da onların bulunduğu koordinattan bakmak zorundadır meselelere, fiziken veya ruhen. Geçelim. TEORİDE ve PRATİKTE KAÇAK... Sosyalist basıncın burjuva demokrasisi ve genel olarak sosyal devlet pratikleri üzerinde olumlu katkılarından söz ettik. Şu son dönemde yaşadıklarımız, "burjuvazinin sosyalizm tehlikesi nedeniyle otoriter rejimleri ve yöntemleri tercih etmek zorunda kaldığını, reel sosyalist rejimlerin yıkılışı ile birlikte artık tehlike ortadan kalktığına göre önündeki kısıtları kaldırıp pekala demokrasiye yol verebileceğini” vaz edenleri fena halde boşa çıkarırken söylediklerimizi herkes için aşikar hale getirdi. Buraya kadar tamam ama işin bir başka boyutu da var, söylemeden olmaz. Sosyalizmden de neoliberal paradigmaya, distopyaya uzanan bir kaçak var. Ülkemizde veya dünyada sermaye sınıfının en seçkin temsilcilerinin ağzından sıklıkla duymaya başladığımız sosyalizmin iadei itibarı anlamına gelen ifadeler, Yeni Sosyalizm, Sosyalist Kapitalizm vb. kavramlaştırmalar boşuna değil yani. Her şeyden önce, neoliberalizmin yükselişinde başat rol oynamış Yeni Muhafazakarların (neocon) içinde hallice sayıda sosyalist vardır. New York Aydınları diye geçer. Amerikan solunun ağırlıkla Troçkist kanadından gelip rotayı buraya kırmışlardır. Reel Sosyalizme karşı özgürlükçü sosyalizmin savunucusu olarak çıkmışlardı ortaya, özgürlük, demokrasi, insan hakları kavramlarını kullanarak. Sonrasında işi adım adım, neoliberalizmi kavramsal açıdan besleme, saldırganlığını mazur gösterme ve nihayet pratiğinde doğrudan insiyatif almaya kadar götürdüler. En fazla isimleri öne çıkan kişiler: SidneyHook, Eliot Abrams, Richard Perle, Paul Wolfowitz, RoberKagan, Morton Abramowitz… Hani, neocon denilince deve dişi gibi isimler gerçekten. Demek ki, sosyalizmin teorik evrimi içinde bir yerde kaçak oluştu. Küçümsenemez, halihazırda ülkemiz dahil dünya genelinde sol akımların ağırlıkla bu kavramların girdabında dönen siyasetle meşgul oldukları göz önünde bulundurulduğunda Neocon aklın arka plandaki hakimiyeti az çok kestirilebilir. Yine, neoliberalizmi en fazla benimsemiş sermaye kliklerinin gözde ülkesi bugün Çin, yatırımların ağırlığı buraya kaymış durumda. Garip değil mi, sosyalist sıfatını üstlenmiş, geçmişte yaygınlıkla günümüzde kısmen sosyalist kamuoyunca bu sıfatıyla kabullenilen bir ülke nasıl olur da neoliberallerin pilot ülkesi seçilir? Demek ki, sosyalizmin pratiğinde de bu yönde bir kaçak var.
Yalnızca bu örnekler bile, sosyal devlet arayışında olanlar için sosyalist teori ve pratiğin olumlu olduğu kadar olumsuz dersler de barındırdığını gösteriyor. Olumsuz etkilerin ana nedeni, enternasyonalizmle ülkeye, ulusa aidiyet; devlet olgusuna eleştirel bakışla devlet fetişizmi arasında yaşanan gerilimlerin sağlıklı bir dengeye oturtulamamasıdır. Biraz açalım. 19.yy’dan 20.yy’ın ilk çeyreğine kadar sosyalistler arasında enternasyonalizm çok baskındı, zaten sosyalist akımları derinden etkilemiş Marks ve Engelsin yaklaşımları da bu yöndedir. Bu duygu, çoğu sosyalist tarafından paylaşılan, devrimin ancak Avrupa geneline yayıldığı takdirde başarıya ulaşabileceğine dair genel inançla besleniyordu. Farklı ülkelerin sosyalistleri arasında işbirliği ve dayanışmayı öne alan 1. Ve 2. Enternasyonel gibi sınırlar aşan yapılanmaların, sınıf sendikaları arasındaki yoğun organik ilişkilerin, teorik tartışmalarda sınırlar ötesi perspektifin önemli sebeplerinden biri budur. Öngörülerin aksine devrim Avrupa’da değil üretici güçlerin geri dolayısıyla işçi sınıfının nispeten zayıf olduğu Rusya’da gerçekleşmesine rağmen devrimi gerçekleştiren kadrolar açısından da durum farklı değildi. Yönetici kadrolar önceleri Avrupa’da patlak verecek devrime kadar iktidarda tutunmakla sınırlamışlardı beklentilerini. Hakim anlayışı belki de en iyi özetleyen Troçki’nin Sürekli Devrim teorisidir. Deyim yerindeyse yatay ve dikey anlamda devrim. Bahsedilen dönemde teorik çerçeve henüz tam olgun haliyle ortaya konmamıştı Troçki tarafından ama ham haliyle, fikirler dizisi olarak mevcuttu. Rusya özelinde, burjuva programı hızlıca aşıp sosyalizmi yükseltirken eş zamanlı biçimde Avrupa’da da sosyalist devrimi zorlamak, böyle özetleyebiliriz. Rus devriminin güç ve yeteneğini bu uğurda da seferber etmek. Beklentileri kıran, Avrupa sosyalizminin hareketsizliğidir. Ötesi, savaşta karşılıklı cephe almış Avrupa devletlerinin aralarındaki sorunları geriye iterek devrimci iktidarı boğma çabalarına karşı bu devletlerin çatısı altında yaşayan sosyalistler etkili bir yanıt üretememiştir. Bunu zaten emperyalist savaşın hemen öncesine barizleşen tavrın, kendi devletlerinin ardında kümelenmenin devamı olarak görebiliriz. S
YORUMLAR