Mübeccel İzmirli - Muzaffer Buyrukçu aşk mektupları - 1
Yazar Mübeccel İzmirli'yle yazar Muzaffer Buyrukçu'nun 1961 tarihli mektuplarını Buyrukçu'nun oğlu yazar Erdem Buyrukçu büyük bir özveriyle düzenlediği bu mektupları gerçekedebiyat.com okurları için gönderdi. Edebiyat tarihi açısından eşsiz bu mektuplar ilk kez yayınlanıyor. Mektupları bölüm bölüm y...
3/9/1961 K. Köy. Gece: Saat 22 !.. Çıldırabilirim Muzaffer Bey. Çalıştırabilirim Muzaffer bey? Yoo, hayır, bey demek istemiyorum. Sen diyeceğim. Evet, bu böyle devam edemez. Etmeyecek etmemelidir de... Yapamıyorum, beni anla rica ederim, dayanamıyorum, elimde değil. Çıldırmasam bile en azından bir ruhi muvazenenizlik başlayacak bende yine. Çok seneler evvel olduğu gibi ve nefes nefese maf olduğu gibi. Üstelik o günlerde olduğunca yaşamaya yeni başlıyorum, güçsüzüm. Neyim varsa yitirdim. Üstelik doktorlara verecek uzun yolculuklara çıkacak param da yok artık. Bu defa atlatamam. Halbuki ben dün bütün gün ağladım. Annemden korka korka. Kapıları kitleye, kitleye. Yemeden içmeden baş ağrıları iştahsızlık var bahane ederek akşamlara geceye sabaha kadar bazen acı sürekli fırtınalı, bazen sinsi ince hüzün kaydeden yaşlarla hep ağladım. Sonra yakaladı annem. Bir yüzüme bir kitaplara baktı ve anladı. Atılıp elimden aldıktan sonra onları parça parça etmemek için gayret sarf ettiğini fark ettim. Yitirilmiş hayatım geçiyordu gözlerimin önünden. Nasıl da acılarla doluydu? Tatlı ermiş yüzü nasıl çabalarla ölümün eşiğinden çevirdiği tatlı küçük kızını düşünüyordu ve nasıl duyguluydu annem bilsen? Haklıdır. Ölümden korkuyor. Tek dayanağı benim onun. Benim de o olduğu gibi. Hayatımız zehir örneği acılarla dolu. Beni kaybederse yaşayamaz. Ne yazık ki. Bu içine düştüğüm hal devam ederse beni kaybetmeyeceği temennisini veremem ona. Hiç iyi hissetmiyorum kendimi dinle bak. Aşk sevda falan filan olduğunu söylemek istemiyorum bu yazdıklarımda. Böyle olduğunu zannetme sakın? “Budala, tutuldu işte inkâr ediyor ama farkında değil, yahut dokunduğu için saklıyor ama. Amma da sersem şeymiş. Bunların hepsi böyledir zaten veya onun gibi görünenlerin hepsi böyledir, şeytan diyor ki…" gibilerinden falan bir şeyler düşünmeni istemiyorum. Aklından geçmesin sakın bunlar. Ağzının kenarında bozuk alay eden küçümseyen, artık kanıksanmış, doymuş bıkmış bir gülümseme kıvrılırsa seni tanıdığıma esef ederim sonra? Hayır istemiyorum, tiksiniyorum o düşüneceğin duruma düşmekten. Bütün kolaycacık duruma düşenlerden tiksindiğim için de o kadarcık kendime sahibim. Hayır! Aşık filan değilim sevgili arkadaşım. Ama yazılarında soluk alan sen. Hayır, bir daha söylüyorum, çıldırabilirim, bu yüzden yazıların öldürebilir beni. Anlattığın bütün o basit küçük kolay sade hiç gibi görünen kişilerin dünyasında onlarla bir müddet sahiden yaşadıktan sonra bu dünyaya ve bu şartlara dönüşün bu kadar güçleşeceğini, böyle imkan dışı olacağını bilmiyordum. Mektuba da trajik bir hava vermek istemiyorum. Ama ne hale geldiğimi bilmeni de istiyorum. Bunu nakış nakış anlatmaya kalkmam bayağılığa düşmekten korkarım. Gerçeği vermem lazım halbuki. Bilmem anlatabiliyor muyum? Senin herkesten iyi bilmen görmen lazım beni benim bu halimi. Bir hikayende söylediğim gibi, “hep sesi olan herkesin gözlerinde anlatamadıkları ya da anlatmaktan çekindikleri korkulu şeyleri yakalamaya çalışan gözlerin, belki şimdi benden ötelerde bu mektubu okurken de tıpkı öyle seyrediyordur o dünyamı kim bilir? Belki günler öncesi henüz sakinken henüz bu fırtına kopmamışken de görüyordu bende başlayacak olan bu hin hercümercini gözleri. Buna rağmen bir böylesi, bir bu kadarı aklından geçmemiş olabilir. Benim de geçmiyordu. Kitabının satırları üzerinde sağa sola gidip geldikçe açılan, derinleşen, durmadan koyulaşan iki karanlık nokta gibi büyüyen gözlerin. Satırlar siliniyor gözlerimden, okuyamıyorum, yalnız onlar var onları görüyorum. Geliyorlar, musallat oluyorlar, gözbebeklerime çivileniyorlar, iç dünyama geçiyorlar. Daha içerlere, daha ötelere, ama yine bende, yine bende, hep bende devam ederek bir ucu bucağı, bitiş başlayış noktası olmayan kabus gibi bir dolaşıma başlıyorlar içinde. Ancak ellerimi yüzüme kapatıp sesle, çocuklar gibi ağlamaya başladığım zaman boşalıyorum, bir müddet için dinleniyorum. Günlerce dayak yemişim gibi yorgun düşüyorum o zaman da. Okumamaya karar veriyorum. Olmuyor tabii. Kitaplar hep gözlerimin önünde ve onlar bitene kadar olacakları sineye çekme kararı ile yine başlıyorum. Dün “serseri” adlı hikayeni bitirmiştim. Yattığım yerde kendime gelmeye çalışıyordum. Kapı çalındı, dayımlara geldiler nasıl korkuyordum dışarı çıkmaya, yüzlerine bakmaya, gülmeye, konuşmaya, hoş geldiniz demeye bilsen… Bir doktor anlayabilirdi ancak halimden, veyahut ta sen. Böylesi ölü sarılığı en sıhhatsiz zamanlarda bile yerleşmemişti yüzüme. Tabii gözlerim şiş, suratım bir karış, mecburen çıktım yanlarına. Sualler, sebep arayan manasız bir tecessür, sonra da hani tiksintiden avaz avaz haykıracak cinsten telkin ve teselliler… Derken dayım gazetede bilmem hangi partiye intisap etmiş bir meşhura gönderilen açık mektubu yüksek sesle okumamı istemez mi? İlk satırın nihayetine gelmeden gazeteyi yüzüme kapayıp nasıl düştüm holdeki divanın üstüne ve nasıl hiç utanıp sıkılmadan hıçkırmaya başladım bilemezsin. Çıt çıkmıyordu kimseden, belki annem işaret ediyordu susmaları için bilmem. Şöyle bir yarım saat geçti sanıyorum. Sonra da yatacağımı söyleyerek özür diledim, odaya girdim ve işte böylece yazmak mecburiyeti hasıl oldu. Düşündüm kabul ettim ki bu böyle devam edemez. Dün gece o kadar dinlenmeye sükuna, uykuya ihtiyacım olduğu halde, evde yapayalnız oluşumu “gece her beraber düğüne gittiler, seninle yalnız kalmanın fırsatı bilerek bu mektubu yazmaya, bütün bunları açıklamaya karar verdim. Biliyorum ki bir daha seninle hiç bu kadar uzun ve açık konuşmaya vaktim ve cesaretim olmayacak. Gelirim ve bana en ufak bir şey söyleyip, bir şey soracak olursan yanında çocuklar gibi boşanıvereceğimden korkarım. O kadar devri ki heyecanım, hiçbir şey söyleyememekten korkarım. Aptal, budala, hiçsiz, dünyasına kurşun işlemeyen duyuları nasırlaşmış bir ahserliğin bön hüviyetine veya her gün adım başında şartladığın seni anlamayan, asla anlamayacak olan, ancak yüzeyde yazılabilen dişi yaratıklardan birinin kimliğine düşmüşçesine sus pus olmaktan korkarım. Vaktim var elbette ama cesaretim olmadığı için, kuvvetli olmadığım için gelmemeye karar verdim. Mutlaka gitmem lazım. Bu bir nevi kaçış olacak belki. Olsun ne yapayım? Başka türlü yapamıyorum madem böyle olsun. Bütün bunlardan sonra artık neden? diye sormayacağını, müdahele etmeyeceğini de biliyorum. Tenezzül meselesi değil, lüzum görmezsin buna. Senin güzel ve büyük taraftarından biri, beğeniyorum. “ Eee… madem böyle, basıp gidebilirsin pekala. Bu kadar uzun kafa şişirmeler ne lüzum vardı?” diye sorabilirsin veyahutta. Bak, bu doğru olabilir. Fakat sen bütün ötekilerden değilsin ki, sudan bir sebep gösterip Allahaısmarladığı basayım, veyahut anlaşamadığımızı bahane edeyim. Sana değer veriyorum, büyüyorsun gözlerimde. Beni silkeliyor, uyandırıyorsun çağlar süren tedirgin uykularımdan. Hem de hiç gayret sarfetmeden. Huzurumu yitiriyorsun belki ama, buna karşılık ezeli huzursuzluğumun huzurunu, lezzetini veriyorsun bana. Ben sadece artık dayanma gücüm kalmadığı için senin bana getirdiklerini bin külfet karşılığı bir nimet diye kabullenemiyorum. Hal böyle iken kuru bir Allahısmarladıkla nasıl giderim? Anlamanı istiyorum beni, anlamanı ve kırılmamanı… Bin dereden su getirerek doyurucu, kandırıcı bir şeyler söylemek istiyorum sana. Keşke daha fazlasını anlayabilsen… Biliyorum duygularından, hoş görürsün, kırılmazdın bana o zaman. Şimdi düşünüyorum, belki şunlar da geçecek aklından. Hem de geçenleri belki söyleyeceksin de bana. “Beraber olduğumuz zaman artık hikayelerinden söz etmeyeceğimizi, sanatından, hatta sanattan hiç bahsetmeyeceğimizi, insanların acılarından, haksızlıklardan, dengesizliklerinden, duyularımıza çokça etki yapan konulardan konuşmayacağımızı…” evet, bütün bunları söyleyeceksin bana. “Seni üzmüyorsa konuşmayız bunlardan, ne lüzum var bunlar için arkadaşlığa son vermeğe?” diyeceksin. Söz vereceksin hatta. Her zaman hiç tahmin etmediğim kadar uysal, sabırlı ve sevimlisin zaten. Çok iyisin Muzaffer Buyrukçu. Ama korkarım yine de olmayacak. Her ne kadar sadece gecenin karanlığından, yıldızların hiç olmadığından, veya ne kadar çok sayıda ışıdığından, parktaki ağaçların mevsim rüzgarında eğilip doğruluşlarından, banklarda sevişenlerden, garsonların küstahlığından, patronların anlayışsızlığından, yan yana durduğumuz, oturduğumuz, yürüdüğümüz zaman arada bir uyanan kımıldayan, yekdiğerine ılık ılık varlığını haber veren insancıl duygularımızdan bahsetsek bile, ben, yine de senin içinde trafik lambaları gibi ama hiç sönmeden biteviye yanıp duran kırmızı noktaları düşüneceğim. Masallarında anlattığın, artık hiçbir zaman unutmama imkan olmayan insanların dünyasından kurtulamayacağım. Ve ellerini düşüneceğim durmadan. Eğilmiş, hırpalanmış, yara izli parmakların alev alev kor kor dolanacak bileğime uzun ve karanlık gecelerde. Ve en fenası nedir biliyor musun? Gözlerin!.. Sahiden hep bir şeyler sorup duran, herkesin gözlerinden anlatamadıkları, ya da anlatmaktan çekindikleri korkulu şeyleri yakalamaya çalışan, ama genelliğin aksine sert değil daha ziyade çocuksu, bazen de isimsiz bir şeylerle dolu dolu bakan gözlerin… Her zaman göreceğim onları. Gördüğüm için de, bana bu kadar yakın olduğun için de ister istemez yaşayacağım her şeyi yeni baştan. “Bir kadın bana inanabilir hemen” diyorsun Topal Türkülerde. Yalan değil belki. Eksik ve yanlış tarafları var sadece. Gerçekten bir kadın sana inanabilir hemen ama her zaman ve her kadın değil. Şu farkla ki, sana inanmayan bir kadın bulunsa dahi, o da inanmadığı taraflarınla bile kabul edebilir seni her zaman. İşte Muzaffer Buyrukçu’nun fayda değer yönlerinden biri de bu. Ben erkek olan, arkadaşımdan dolayısıyla biraz benim olan ve bütün kadınların, kızların ilgi duyabileceği tarafınıza değil, yazılarınızdaki kimliğiniz önünde arz gösteriyorum, heyecan duyuyorum, alt üst oluyorum, Gerçeğe dönemeyecek, arkadaşım olan Muzaffer Buyrukçuya tahammül edemeyecek kadar… Bilmem anlatabiliyor muyum size kendimi? Yine karşılaşacağız tabi bizim yokuşun başlangıç veya bitiş noktalarında. Yine gülümseyeceğiz birbirimize. İçimdeki dost yeriniz ayrı. Yıllardan beri nasıl böylesine ilgi duyabildiğim, içimde kıpırdaşları duyabildiğim tek insan, tek erkek olduğunuzu un utmayacağım, unutmak istemiyorum zaten. Hatta isterseniz telefon da edebilirsiniz bana ara sıra. Bilhassa sıkıldığınız, bunaldığınız, kendimde çok şartladığım nöbet hallerine yakalandığınız zaman arayın beni. Her şeyinizi anlatın, anlatabildiğiniz ve istediğiniz kadar tabii. Beni niçin aradığınızı hissetmeye çalışır, dinlerim sizi. Fakat beraberliğimiz öbür türlü sürmesin rica ederim. Güzelliği ve devam etseydi kim bilir daha ne kadar güzel olabileceği duygularımızda tahayyül olmaktan ileriye gitmesin. Korkuyorum, hasta oluyorum işte, bilmem neden?.. Beni çok manasız bulmadığınızı bana temin edin Buyrukçu dostum. İnanmayı o kadar çok istiyorum ki… En iyi dileklerimle… Mübeccel İzmirli 6. 9. 1961 Yokuşu tırmanmakta olduğunu hissettiğim sırada bir heyecan sarıyor beni. Nerden geliyor, Niçin heyecanlanıyorum bilmiyorum. Oysa birçok şeyleri doğruluğu tartışılsa bile açıklamakta güçlük çekmem. (Ne kadar kendime güveniyorum, değil mi? Gülme sakın. Bu, başkalarına göre çok ukalaca gelen durumu anlayışla karşıla. Güven en önemli yanıdır insanların. Güvenemezsin, ne yaparım sonra? Hatta bu kadarcık, güvenli yetinmek istemiyorum. Çok güvenim olmalı. Çok. Milyonlarca insanın güveni olmalı bende. Yaptığım, yapacağım şeyler ancak bu büyük güven olursa sağlam olur.) Ama açıklayamıyorum o durumu. Sadece heyecanlanıyorum ve seni görünce de ben, birçok şeylerin yanında heyecan da duyabilen biri değil eti, kanı, bütün parçalarıyla heyecan oluyorum. O sınıra gelince oluyorum. Seni gördükçe, sen yaklaştıkça büyüyor ve genişliyorum. Sanki aşağılarda iken başkalarının yanından onların gözlerinde her saniye binlerce resim bırakarak geçerken sessizliği içinde kuvvetli olan bir şeyler var oluyor. O sessiz şeyler, içimdeki büyük gürültüleri bastıracak şeyler getiriyor. Seni önce içimde yaratıyor, seni bana hazırlıyor sonra sen çıkıyorsun o sırada. Oysa “merhaba” diyorum “Nasılsın?” diyorum. Kimilerinin çok rahatça kullandıkları ve ilgilerinin dili sayılan bu kelimelerle heyecan diye bir şey yok. Düz kelimeler bunlar. Kuru kelimeler. Ben de birçoklarına bu kelimelerle yaklaşırken bir şeyi duyuyorum. (Hayır, duyuyorum bazen: Sıkıntı!) Ama sana gelince o düz ve kuru kelimeler belki de ilk olarak yaşamaya başlıyorlar, ilk olarak varlıklarını seviyorlar. Bugün heyecanım hiç bitmedi. Hele o ülkede göremeyince. (Burada biraz durmak istiyorum. Yoksa senin çok önem verdiğin ama benim bilinçsizce yaptığım bir davranışta kıracak şeyler mi vardı? Öyle bir şey yaparsam… Ki yaparım ben. Sınırsız geleneksiz, yasaksız yaşarım ben. Bu yaşama çoklarına göre kabadır. İsyanı yaşadığım için kabadır. İnsanlar isyanlardan kargaşalıklardan hoşlanmazlar çokça. İsyan duygusunu yaşasalar bile o duygunun gerçekleşerek düzenlerini bozmasını istemezler. Belki bir şey olmuştur. Böyle bir şey yapmışsam söyle bana. Eğer sebep bu değilse... Yalnız senin üzüntülerden, acılarından, anlayabildiğim kadar söz ettim. Senin iyice bildiğin içini içinin evrenindeki köşeleri sana ait bir şeyler bulup çıkarmak için karıştırdım. Ama senin için… Bilmiyorum. Bunlar da bir acı yeniden yaşamak olabilir. “Allahaısmarladık “sözlerini birkaç kere kullandım yalnız. O da senin bana söylediğin “Allahaısmarladık”tı. Ben sana “allahaısmarladık” demedim. Bu acele kurulmuş “Allahaısmarladık”, duvarını yıkmak için söylediğim ise söyledim birkaç söz. Sonra o “allahaısmarladığın” yapısında benim acılarım var. Tekrarlanmışsa o acıları daha güçlü olarak duyurmak için tekrarlanmıştır. Birden kazanmayı beklerken. Kaybedişimin işareti var. Gelmeme bunlar sebep değil ya şaşırdım. Suçlamaya başladım kendimi. “Önümde mektubu okusaydı” dedim. Ne söyleyeceksen söyleseydi tartışırdık. Yanlış anlaşılma varsa anlatırdım ona dedim. “Bir şey söylemedim ben ona” dedim. Bir şey söyleyemedim. Yanlış anlamaz canım. Ama ya anlarsa, ya benim söylemek istediklerimden çok başka anlamlar çıkarmaya kalkışırsa. Bu kavgalar, dargınlıklar, bu acılar hep yanlış anlaşılmak yüzünden değil mi? Bir yaşantıyı, parçalamaklar, karanlıklarla dondurmalar (anlaşılmamaya) dayanmıyor mu? Heyecanken sıkıntı oldum sonra. Düşünüyorum hep. Ne? Ne? Ne? Eğer bugün gelmeyecekse bana söylemesi gerekirdi. Hastaysa ya? Ama akşam…Ne budalaca sözler ediyorum. Sanki insanın ufacık bir parça hafif bir soluk olduğunu, hemen dağılıvereceğini bilmezmiş gibi davranıyorum. İşte insanda bir düşünce, kuvvetli bir hakimiyet kurarsa ve hep kendi sorularına karşılık verilmesi için tazyik edip durursa böyle dengesiz sözler çıkıverir ortaya. O ülke bitince sigara yaktım. (Bu benim için çok büyük bir iştir. Ben cigarayı sokakta içmem. Ben cigarayı ötekiler gibi de içmem. Ağzındaki cigarayı elbisesinin, giderek varlıklarının bir parçası gibi sayanlar var. Kimileri yalnızca sigara dumanından elbiseler giyerler. Cigara dumandan dünyalarda yaşarlar. Bana bu kadar yakın değildir. Kendimi teslim etmiş değilim ona. Özlemini duyduğum zaman bir ilgi kurarım. İçtim işte. Bu kadar yerinde içilmiş bir sigara azdır hayatımda. Başım (sorularımın ağırlığından olacak) önde yalnız (ama başka hiçbir şeyi değil, inan) seni yaşayarak girdim sokağıma. Saat üç mü? On var. İşte gene sabahki heyecan geldi. Ama karışık bir heyecan bu. Tedirgin ediyor beni. Bir ağacın kökleri gibi çok kollu. Her kol bir başka heyecan. Oysa telefonda “merhaba” diyecektim sana, “sabah neredeydin?” diyecektim. Bunları işte. Bu heyecan ne? Yoksa farkına varmadan içimde birtakım olaylar yaşanıyor, birtakım göçler mi oluyor? O sırada bir arkadaş: ”Bugünlerde sana bir şeyler oluyor. Saat 3 oldu mu yerinde duramıyorsun” dedi. Öğrenilecek istediği bu. Belki de kendinin de bana anlatacak birçok şeyleri var da onun için soruyor. Benim saat üçte değiştiğini nasıl fark eder? Onda iyice kabarmış bir şeyler olması. Hiçbir şey söyleyemedim. Belki bencilce bir davranış ama onu dinlemek istemiyorum. Telefonunun çalmasını bekliyorum, bir kere çaldı. Şimdi kalkıp geliyor dedim. Ama sevinçler, mutluluklar bu acı ve korku kalabalığının buyruklarına karşı koyacak kadar güçlü olmadıkları için uzaklaşacaklar, bırakacaklar gene seni. Bir ara gene belirecekler. Gene umutlanacaksın, gene bağlayacaksın onlara. Ama gene gidecekler. Sende sürekli yaşayan acılardır. İstesen de istemesen de onlarla olacaksın hep. Bu acıların onlardan bırakmaman, onlardan tiksinmek, emen ve bir gün karşı koymaman için senin önüne sürdükleri bir oyundan başka bir şey değildir. Sevinç, mutluluk oyunları. Sonra acılar acılar. Ya sonra? Ya sonra? Alışacaksın, git git. Hiçbir şey duymayacaksın. O korkunç acıları, acıların oyunları olan (sevinç ve mutluluk gösterilerini) yitireceksin. Bir kumluk başlayacak artık. Kumluk. Yürü kumluk. Yürü, koş, bağır kumluk. Çevre kumluk. Kumluk. İşte sen şimdi kumluktasın. O kumluğu, o kumluktaki yalnızlığı seviyorsun? Ülkemdir burası diyorsun. Başka bir şey istemiyorsun. Mutluluk da çıkarıyorsun o kumluktan. Bunun bozulmasını istemiyorsun. Oysa okunmuş seni ezecek. İşte biraz ötede ülkenin sınırlarının hemen bitişiğinde ırmaklar var. Seni yeşertecek ırmaklar niye gitmiyorsun? Onlara seni kurtaracak olan ırmaklardır. Kumlu ülkeler ölü ülkelerdir çık ordan! …………… Bana ihtiyacın varken nasıl “allahaısmarladık” diyorsun? Olmaz öyle şey! …………… Bana allahaısmarladık desen bile.( bana yeter, bu kadar daha fazlasını istemiyorum) demelisin. Durmak ölmek demektir. Oysa yaşayabilmek için birçok sokaklara birçok yapılara girmek lazım. Başkasıyla da olsa yaşayacaksın. Çare yok. Yaşamaktan başka çare yok Mübeccel. Biz ölü değiliz ki…kumluklar, daracık ülkeler bizim için değil ki. Bizim verdiğimiz kararlar ne kadar kesin olursa olsun düşünmek zorunda olduğumuz başka şeyler de var. İçimiz içimizdeki bitkiler. Onları doyurmak lazım. ………….. Nasıl olur deme. Gül öyle. Güldün mü yaşadın demektir. ………….. Çok, çok, çok söyleyeceklerim var. Ama söyleyemiyorum. Söyleyemeyenimin nedenlerini arıyorum, bulamıyorum. Susayım diyorum, susamıyorum da. Söylemek istiyorum, kelimeler yok. ……….. Artık onların gelmesini bekleyeceğim. Kim bilir kaçıncı bu yenilişim kendimde? Bir gün hiç beklemediğim bir gün gelecekler. O zaman söylerim belki. ………. Bana “allahaısmarladık” demek, seni mutlu olacaksa de. Ama ne olur gülmeyi unutma. Ne olur kumluklar benim ülkemdir deme. Arkadaşın. İnsanlar hep yokuşlardan düzlüklere, düzlüklerden yokuşlara doğru yürüyüp dururlar. Kimileri yaşadıkları sürece dik yokuşları tırmanır dururlar; Düşme korkuları, geçire geçire. Her korkuda biraz öle öle sürdürürler bu görevlerini. Kimileri de düz yollarda söylerler şarkılarını. Hep şarkı söylerler onlar. Hep şarkı. Bir gün sustukları ya da şöyle bir yokuşa yöneldikleri görülmemiştir. Benim yokuşlarım var. Yokuş korkudur, ağrıdır, savaştır ama benim yokuşumdur. O yokuşlar biraz da benim içimdeki gerçekleri gösterir. İşte bu sırada belirdin. O gülüşünle başladı yokuşta ki gerçeklerin sarsılması. Yokuş beni yitireceğinden korkuyordu; düz yolları güzel bulup kendisini bunca yıllık varlığıyla sevgilendireni istemiyordu… Ama karar vermiştim ben. Her şey o gülüşle olmuştu. Bir kadın dudağında çiçekler gibi. O günden sonra hep bu çiçekleri yaşadım. Ama sonra karıştı birden ortalık. Birden çiçekler düştü. Birden bazen bana çok aydınlık lambalar gibi gelen çiçekler yapma çiçekler gibi cansız ulaştı lamba kısıldı. Seni gölgeler içinde gördüm. Seni bana “Allahaısmarladık” derken gördüm. Önce -manasız- bir uzaklaşma dedim. Sonra düşündüm. Korkuyorum. Ne olacak? İstemiyorum ama. İstersen gene konuşalım. İstersen böyle gitsin arkadaşlığımız. Bunaldığın, çıldırdığın zamanlar ara beni. Yeni bir serüvene girmek istemiyorum. Yılgınım. Olmaz öyle şey. Öyle kolay kolay “allahaısmarladık” diyemezsin. ……………. Her şeyi yerli yerine koyamıyorum bugün. Dağınıkım. İçimde dinamitlenip duruyor kayalar. Yapılar, heykeller, duvarlar, ülkeler kurarken şaşkınlığımı görür görmez koşan parçalarım uçuruluyor. Tüneller açılıyor. Tünellerde koşup duruyorum. Koşup duruyorum. Ama varacağım hiçbir yer yok. Koşuyorum işte. Belki de ileride yolumu kesecekler. Belki de hiçbir zaman aşamayacağım bir dağ çıkacak önüme. Ama koşuyorum. Dinamitleri bana atma Mübeccel… Dinamitleri… Yok benim bu yönsüz koşum kayalıklarının uçurulması senin varlığına çok mutlu bir şey etkileyecekse at o zaman at… Çok at… Parçalanmaya razıyım. Ama bir şey kazandırmayacaksa? Sırf kendini parçalayan dinamitlerse bunlar… Sen de darmadağınsın? Sen de tünellerde koşup duruyorsun boyuna. Sen de yönsüzsün. Ben, senin ulaşacağın nokta değilim. Biliyorum. Daha karar vermedim buna. ……………… İstediğim gibi yazamıyorum, yazamıyorum işte. Çok söylenecek söz var. Otursam kocaman bir kitap yazacak kadar var, söyleyeceğim. Ama yazamıyorum. O havayı bulamıyorum. O sesleri o sözlerin içine yerleştirilecek anlamları karışıklığımdan, içimdeki anaforlardan ayıramıyorum. Aşağılara diplere iniyor, sözler. Orada boğulmalarını görüyorum ama bir şey yapamıyorum. ……………. Bütün varlığımla yaşadığım için yazamıyorum. Anladım bu böyle. …………… Sana. Evet sana. Kendini bile. Kilitli tuttuğun kapıları aç ve göster bana demiyorum odalarını. Sana artık yapıştırıp kapattığın ve belki de hiçbir postaneye atılmayacak zarfları aç ve içindekileri bana oku demiyorum. Ben seni o gülüşte buldum. Öyle yaşadım. Öyle istiyorum. Buna da mı hayır? ……………………… Sen daha önce yaşadığın bir serüvene yenisini eklemek istemiyorsun. Senin artık sınırları belli bir iç düzenin var. O düzenin bozulmasını istemiyorsun. Onun için “Allahaısmarladık” diyorsun bana. Ama ben senin düzenini nasıl bozarım? O kadar gücüm var mı benim?.. Yeni acıları yeni heyecanlara sokmak istemiyorsun dünyana. Peki ama daha önceki acılar ne olacak? O hep koruduğun ve senin artık bir parçan olan acılar. Yeni serüvenler istememekle kurtulacak mısın onlardan? Aslında sen o acıları seviyorsun, onlarla baş başa kalmak istiyorsun. Ama ne verecek eski acıları tekrar tekrar yaşamak? Ne verecek? Seni alacak başka başka biçimlere sokacak. Değişik dekorları ekleyecek gene sunacak sana. Ama seni sunacak yine. O evrendeki seni. Acıların ezdiği büktüğü, korkuttuğu seni. Korkularını, acılarını, sevinçlerini mutluluklarını. Öyle sanıyorum ki, bu korkunç iç savaşında, acıların bir anlık dalgınlığından yararlanan bir sevinç çığlığı duyarsan ona bağlanacaksın. “Her ne kadar acılarını seviyorsan da her an onlarla birlikte olduğun için bir bıkkınlık başlayacak sende). Onunla oyalanacaksın. Korkuları, karanlıkları değil onu isteyeceksin. Seni bırakmamasını isteyeceksin, o masadan kalkıncaya kadar. Belki de bir şeyler yazıyor da kağıda aktaracağı kelimeler bir daha bulunamayacak kadar önemlidir. Onu kaçırmamak için. -telefonun da biraz sonra sunabileceğini, korkusunu yaşayarak- cümleyi tamamlamaya çalışıyor. Ardından bir kağıt da uçar belki. Aklı o kağıdın yerden kaldırılmasında telefona gelecek dedim. Konuşurken onu tedirgin eden bir şeyin bulunabileceğini anlayacağım sesinden dedim. Çünkü gözleri hep o yere düşen kağıtta olacak, gözlerini bana çeviremeyecek ben de bunu anlayacağım dedim. Ve bunları sana söylemeyi hazırlandım. İkinci de çaldı. Kuşkulandım. Neler geldi, aklıma biliyor musun? (Seninle hiç ilgisi yok. Yalnız böyle bir olayı hayallerim o kadar. İki kişidirler. Sevişiyorlardır. Sevişmenin hiçbir soruya karşılık verilemeyecek yerindedirler. Kapılar da kırılsa, yangınlar da olsa o anı kaybetmemek için o andaki yaşantılarını sürdürmek için… Hatta o anda çalınan telefona gülebileceklerini de düşündüm. Hatta,” Yahu seni aradan telefon çaldı, çaldı, kimse çıkmadı” diyecek birine verilecek cevabın hazırlandığını bile düşündüm. Dedim ama. Bunların seninle ilgisi yok. Bir olay bu böyle telefonla ilgisi olan. Üçüncü de çaldı. Belki de kahveciye çay söylemeye gitmiştir dedim. Senin soluk soluğa gelmeni,” Çay söyledim. Telefon sesini duyunca koştum. Anlaşılmıyor mu sesimden?” demeni istedim. Dördüncü, beşinci altıncı yedinci. Artık saymadım. Çalıyor boyuna ve ben orada olmadığını anladığım halde bekliyorum. Hangi sokakta, hangi evde, hangi durumda olursan ol bir sezgiyle telefon çaldığını duymanı ve hemen gelmeni bekliyorum. Biliyorum bu olacak şey değil. Bekliyorum ama. Çalıyor boyuna. İşte şimdi “allahaısmarladık dedi” dedim. Bıraktım. Telefonlar içimde çalıyor. Şimdi sürekli olarak çalıyor. Ama hüzün var çalışlarda sıkıntı var, kayıp var. Koridora çıktım, biraz yürüdüm. Bir şeyler düşünüyordum ama ne düşündüğümü bilmiyordum. Hiç gereği yokken ellerimi yıkadım, oturdum yerime. Hiç gelmemiş nasıl olur? Yoksa benim oraya gelişim üzerine bir tartışma oldu da işini bıraktı mı? Eğer böyleyse çok büyük kötülük yaptım dedim. Ama ardından sevindim hemen. Senin beni ve o durumu savunmanı getirdim gözlerimin önüne. Onlara doğru olan bir şeyi kabul ettirmeye çalışmanı yaşadım. (Onların küçük kafaları bunları alamayacak kadar kurudur. Onların kendi doğruları vardır. Pis doğruları.) Ama gene de sana benim tarafımdan yapılan en büyük kötülüktür bu. Yoo, büyütüyorum ben. Belki de önemli bir iş vardır, kim bilir. Nasıl anlayabilirim, nasıl mı bilirim bilirim. Bilirim oysa. Bilmem gerekir. Gördüğün düşü anlatmıştın. Denedim demiştin. Onları düşündüm, Ya çıkmışsa düşündüğü? Ama ne? İşte bunu bilemiyorum… Belki de sonradan hatırladığın (önceden sevmiş ve beğenmiş olabilirsin,) bir sözüm, bir bunaltı Yaratmıştır sende. Bir düşmanlığın doğmasına sebep olmuştur bana karşı. Olabilir. İşte bütün bunlar neredeydin kelimesine dayanıyor, neredeydin? Dört buçukta gene telefon ettim. Önceki gibi çalıp durdu. Anlaşıldı, gelmemiş gelse... Seni görmek istiyorum. O istek yaşıyor içimde. Hem de o kadar acele yaşıyor ki şaşırıyorum. Karşı koyamıyorum. Tutamıyorum. Durduramıyorum. Yarın görürüm canım ne olacak sanki diyorum. Ne oluyor sanki? Kimi kandırıyorum. Kimi. İçimde ne olursa olsun yürümek isteyen ayaklar var. Ben kalkıyorum, bunların karşısına sözüm onu engeller çıkarıyorum. Olur mu? seni görmek istiyorum. Ne yapacağım? Göreceğim seni. Göreceğim. Yetmez mi? Göreceğim. Bu bir sorun değil mi? Görmekte bir yaşama, değil mi? ………….. Oraya geldim, kapı kilitliydi. Oraya gelmemem gerekiyordu. Telefondan öğrenmemiş miydim gerçeği? Ama görmek istiyorum. Belki bir merhaba diyecektim. Belki de birer cigara içecektim. O kadar. Ama yetmez mi? Ama mutluluk değil mi bu? ………………. İlk olarak seni bütün varlığımla yaşadım. Arkadaşın. * MÜBECCEL İZMİRLİ'NİN MUZAFFER BUYRUKÇU'YA MEKTUBU
MUZAFFER BUYRUKÇU'NUN MÜBECCEL İZMİRLİ'YE MEKTUBU
YORUMLAR