Son Dakika



Pınar Hanım sabah uyanınca kendisini bekleyen yorucu ve gergin günü düşünerek gözlerini yeniden yumdu. Sonra isteksizce kalktı, konteynerin küçücük banyosunda yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı, saçlarını eliyle üstünkörü düzeltti. Dudaklarına ruj, yanaklarına allık sürmeyi şantiye hayatı boyunca bırakmıştı. Şantiye şefi olarak, çizmeleri çamurlu, sakallı işçilerin arasında makyajla dolaşmasının uygun kaçmayacağını düşünüyordu. 

Banyodan çıkınca babasına bir göz attı. Derin bir uykuya dalmıştı. Soluk alıp almadığı bile fark edilmiyordu. Yaklaştı, göğüs kafesinde bir hareket veya yaşadığına dair bir belirti aradı. Babası sanki onun endişesini gidermek ister gibi kıpırdadı, dudaklarına hafif bir tebessüm yerleşti. Alzheimer hastaları rüya görürler miydi acaba? Bazen gelip annesi sanki hayattaymış gibi onunla yaptığı bir konuşmayı naklediyor, bazen de kendisini terk ettiği için onu kızına şikâyet ediyordu. Düşünde mi görüyordu bunları yoksa sanrı mıydı bütün bunlar? “Her ikisi de olabilir,” demişti Tıp Fakültesindeki profesör. “Sanrıları gerçek sandığı gibi, düşlerini de gerçekten ayırt edemez bu hastalar.”

Emekli olduktan sonra sağlığı gayet yerindeydi oysa. Her gün düzenli yürüyüşe çıkar, beslenmesine dikkat ederdi. Ama eşi ölünce kendini toparlayamamış, yas dönemi uzayıp gitmişti. Artık hiç dışarı çıkmıyor, çok gerekmedikçe konuşmuyordu. Sonra unutkanlıklar baş göstermişti; kızının söylediklerini hemen unutuyor, evin yolunu karıştırıyordu. Bir keresinde Pınar’a uzun uzun bakmış sonra ona şöyle demişti: “Biliyorum beni seviyorsun. Ama ben evli bir adamım. Seninle evlenemem!” Bunun üzerine paniğe kapılmış onu hemen tanınmış bir profesöre götürmüştü. Profesör bazı tetkiklerden sonra teşhisini koymuştu. Babası Alzheimer hastasıydı, ilk evrenin sonuna gelmişti. Hemen tedaviye başlamalıydı. “Bu hastalığın maalesef kesin tedavisi yoktur. Vereceğim ilaçlar hastalığın ilerlemesini yavaşlatır ancak. Size de sabırlı, anlayışlı olmak kalıyor. Bu hastalarla ilişki yıpratıcıdır çünkü” demişti.

Birkaç ay sonra çalıştığı kurum onu buraya petrol sondajı yapmak üzere şantiye şefi olarak yollamıştı. Pınar Hanım uzun uzun düşünmüştü; babasını bir bakımevine kapatmaya gönlü elvermemiş, onu da alıp buraya Güneydoğu’nun bu çorak bölgesine gelmişti. Ankara’ya döndüğünde eve bir yardımcı kadın bulmaya çalışacaktı. Çünkü babasıyla ilişkileri giderek zorlaşmaya başlamıştı. Bu yoğun çalışma temposunda bile ona göz kulak olmak zorunda kalıyor, olur olmaz isteklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Babası bazen şantiyeden uzaklaşıyor, işçilerin aramaları sonunda bulunup geri getiriliyordu. Bazen de yakındaki bir köye gittiği oluyordu. O zaman da köylüler onu şantiyeye getiriyordu. Neyse ki köylülerle iyi ilişkileri vardı. Bazen gelip sondaj çalışmalarını seyrediyorlardı merakla. Buralarda petrol çıkması bölgenin kalkınması, kendilerinin de yoksulluktan kurtulması anlamına geldiğini biliyorlardı. Köylüler onu geri getirdikleri zaman: “Babacığım, niçin böyle yapıyorsun?” diyordu Pınar Hanım. “Bak, işlerim yoğun. Sana göz kulak olamıyorum. Bir gün tamamen kaybolacaksın. Ne yaparım o zaman?” Babası şöyle diyordu o zaman: “Sıkılıyorum burada. Çok gürültü oluyor. Hele o minarenin sesi beynimi deliyor. Kırlar daha güzel.” “Babacığım, o minare değil, sondaj kulesi.” “Hayır, minare.” “Peki, babacığım.”

Ona hak veriyordu Pınar Hanım. Sondaj makinesinin gürültüsüne kendisi ve çalışanlar alışkındı ama babası için bunun sinir bozucu olduğunu kabul ediyordu. Sondaj çalışması bir aydır devam ediyordu. İki bin üç yüz metre derine inmişlerdi ancak petrole dair en ufak bir belirti yoktu. Mühendis ve işçilerdeki yorgunluğu ve bıkkınlığı gözlemleyebiliyordu Pınar Hanım. Hele çalıştığı kurumun yönetiminden her gün gelen telefonlar onu daha da bunaltıyordu. Bakanlığın bu aramaya destek verdiğini biliyordu, ancak Kurum nedense bu çalışmanın artık sona ermesinde ısrarlıydı. Nedenini kavrayamıyordu ama Kurum petrolün keşfini değil de keşfedilmemesini ister gibiydi. Oysa Pınar Hanım bunu kişisel bir sorun haline getirmişti; petrolü bulamazsa mesleki açıdan yenilgiye uğrayacak, dahası kendisine olan saygısını yitirecekti.  Bir gün önce Daire Başkanı telefonda yeteri kadar derine inildiğini, bunun artık yeterli olduğunu söylemişti. “Yerin merkezine kadar inemeyiz, değil mi?” gibi sinir bozucu bir cümleyle konuşmasını tamamlamıştı. Bütün gün kendisini toparlayamamış, sinsi bir baş ağrısı gününü zehir etmişti. “Tanrım,” diye mırıldandı. “Yardım et bana.”

Yemekhaneye geçtiğinde aşçı Remzi Usta kahvaltısını özenle sundu. İşçiler kahvaltılarını edip işbaşı yapmış olmalıydılar. Sondaj makinesi çalışmıyordu ama her an gürültüsü duyulabilirdi. Çayını yudumlamak üzereyken yardımcısı Mühendis Önder’in yemekhaneye girdiğini gördü. Önder işe alındığı günden beri Pınar Hanım’ın emrinde çalışıyordu. El işaretiyle onu masasına davet etti.

“Günaydın, Pınar Hanım.”

 “Günaydın, Önder. Nedir durum? Bugün kaç metre inebiliriz?

“Atmış, yetmiş metre inebiliriz ancak. Sert bir tabakaya rastladık.”

 “Keşke daha fazla inebilsek. Arkadaşlara rica edelim, biraz daha gayret etsinler. İşin sonuna geldik bence.”

Çayından bir yudum aldıktan sonra: “Yeteri kadar boru var mı elimizde?” diye sordu.

“Biraz daha getirmemiz gerekecek,” dedi Önder.” Ancak kamyon şoförü hasta. Gidip baktım, ateşi var, sayıklıyor. Şehirde hastaneye götürmemiz gerekecek.”

“Yani boruları getirecek kimse yok, öyle mi? Hay, Allah! Peki, arkadaşı benim arabamla hemen hastaneye yollayalım. Ona sen nezaret edersen daha iyi olur, bence.”  

Pınar Hanım kahvaltıdan sonra babasının yanına gitti. Yanında biraz kahvaltı da getirmişti. İlaçlarını aç karnına almamalıydı. Umduğu gibi babası uyanmıştı; karyolanın kenarına oturmuş, gözleri yerde sabit bir noktaya takılı, düşünüyordu.

“Babacığım, bak kahvaltını getirdim. Hadi bir şeyler ye de ilaçlarını al.”

“Yok, almam. Bu ilaçlar beni hasta ediyor.”

“Hadi, lütfen babacığım. Üzme beni.”

Sonra bir çocuğu besler gibi ağzına lokmaları koydu, sonra da okşayıp severek ilaçlarını içirdi. Günün bu en önemli işini tamamlayıp görevinin başına gitti. Giderken hiçbir yere ayrılmamasını tembihlemeyi de ihmal etmedi.

Akşama doğru iki bin dört yüz metreye kadar inmişlerdi. Hâlâ bir sonuç yoktu. Ofisinde canı sıkkın oturmuş düşünürken telefonu çaldı. Genel Müdürdü arayan. “Nasılsınız, Pınar Hanım?” diye söze başladı. “Sanırım bir gelişme olmadı henüz?”

“Çalışma devam ediyor Genel Müdürüm. Size güzel bir haber vermek için ekip olarak elimizden geleni yapıyoruz.”

“Kaç metreye indiniz?”

“İki bin dört yüz, efendim.”

“Yeteri kadar inmişsiniz. Bu kadar deneme yeter. Yarın kuyuyu kapatıp benden talimat bekleyin. Yeni bir lokasyona gidebilirsiniz.”

Bir an ne diyeceğini bilemedi Pınar Hanım. Sonra yalvarır gibi bir ses tonuyla: “Bu kuyuya çok emek verdik, efendim. Birkaç gün daha denesek. Bu kuyudan sonuç alacağımıza inanıyorum ben.”

Genel Müdür’ün sesi bu kez daha buyurgandı: “Yeteri kadar denedik. Bu kuyunun bize günlük maliyeti on milyon doları geçiyor. Ödeneğimiz kısıtlı. Dediğim gibi yarın kuyuyu kapatıyorsunuz. Hoşça kalın.”  

Boş gözlerle şantiyeye, sondaj kulesine, uzaktaki köye baktı. Her yere derin bir hüzün, bir çaresizlik sinmişti. İşçiler yarın kuyunun kapatılacağından habersiz konteynerlerine çekilmişlerdi. Önder hâlâ dönmemişti. Şoförü hastaneye yatırmış olmalıydılar.

Aklına birden babası geldi. Günün telaşından onunla ilgilenememişti. Konteynere baktı. Yoktu. İşçilerin yanında mıydı acaba?

Birden köy yolunda birilerinin şantiyeye doğru geldiklerini gördü. Adamlar yaklaşınca babasını seçti, yanında iki kişi daha vardı. Onlara doğru yürüdü, şantiye girişinde karşılaştılar.

Daha önce gördüğü köylülerden biri: “Mühendis Hanım, babanızı köyün mezarlığında bulduk. Elleriyle yeri kazıyordu. Bir anlam veremedik. Önce gelmek istemedi, diretti. Ama akşam oluyor, orada kalamazdı. Yalvar yakar alıp getirdik. Artık size emanet.”

Pınar Hanım teşekkür etti. Onlara karşı da mahcup hissediyordu kendini. Yarın olanları duyunca umutlarını yitirecek, sefaletlerine geri döneceklerdi.

Babasının koluna girip konteynere doğru yürüdü. İçindeki öfkeyi bastırmaya çalışarak:

“Babacığım, neden mezarlığa gittin? Ne işin vardı orada? Bugün meşguldüm, seninle ilgilenemedim. Sen de kalkıp neler yapmışsın’”

“Kızım, anneni çok özlüyorum. Mezarlığa onun için gittim.”

“Babacığım, annem buraya gömülmedi ki. Ankara’da gömüldü.”

“Öyle değil! Annenin sesini duydum. ‘Kurtar beni buradan,’ diye bağırdı. Onu çıkarmaya çalıştım.”

“Babacığım, olur mu öyle şey? Kazdın da ne oldu sanki? Mahcup olduk köylülere.”

“Çıkaracaktım onu. Kazdıkça ‘daha derine, daha derine’ diyordu. Ona ulaşamadan tuttu beni o adamlar.”

“Ah, babacığım, ah! Ne yapacağım ben seninle?” diye mırıldandı Pınar Hanım.

Bir türlü uyku tutmuyordu. Yarın bütün mühendisleri, işçileri toplayıp onlara nasıl “artık kuyuyu kapatıyoruz,” diyecekti? Herkes bir aydır büyük bir tutkuyla çalışmıştı. Petrolü çıkarınca sanki kendileri zengin olacaklarmış gibi bir rüyaya kendilerini kaptırmışlardı. Hele o sondaj operatörünün: “Bir çıksın petrol, bardağa doldurup içeceğim,” dediğini duymuştu. Bu haberi onlara verdiğinde üzerlerine çöken yılgınlığı, yeisi daha şimdiden görür gibiydi. Yönetim neden bu kadar katı davranmıştı. Her gün on milyon dolar az bir masraf değildi. Ama biraz daha delseler bir şans doğabilirdi. Daha derine, daha derine. Birden durakladı. Annesi kendisine bir mesaj mı yollamıştı? Daha derine, daha derine! Tanrım, bana yol mu gösteriyorsun?

Sabahın ilk ışıklarına kadar “daha derine, daha derine” sözleri bir çivi gibi beynine saplanıp durdu. O gün hiç olmadığı kadar erkenden kalktı, yüzünü yıkadı. Kararını vermişti. Daha derine inecekti. Petrol yine çıkmazsa işten çıkarılmayı veya istifa etmeyi de göze almıştı. Babasıyla bir süre evde kalırdı. Güzel bir evi olduğu için şanslıydı. Babasına borçluydu onu da. Verdiği karar içini ferahlatmıştı. Genel Müdürün talimatından kimseye söz etmeyecek, işler olağan şekilde devam edecekti.

Şantiyede sıradan bir gün daha başlıyordu. Çalışanlar kahvaltılarını yapıp işlerinin başına gittiler. Sondaj makinesinin kulak tırmalayan sesi yeniden duyuldu. Bu ses bu kez Pınar Hanım’a pek coşturucu, umut verici geldi.  Ofisinde dönüp duruyor, bazen de işçilere nezaret ediyordu. Bir ara babasını görmek için konteynere girdi. Yine karyolanın kenarına oturmuş, dalgın dalgın döşemeye bakıyordu. Başına sarılıp seyrelmiş saçlarını okşadı. Onun sayesinde güzel bir çocukluk geçirmiş, iyi bir tahsil yapmıştı, bunu inkâr edemezdi.

Birden şantiyeden bağrışmalar duyuldu, sonra sondaj makinesi birden sustu. Pınar Hanım’ın kalbi duracak gibi oldu. Neler oluyordu? Önder kapıyı açıp içeri daldı: “Petrol! Petrol fışkırdı Şefim! İki bin beş yüz metrede bulduk petrolü.”

Pınar Hanım donup kalmış gibiydi. Sanki olaylar bir rüyada olup bitiyordu. Babası ise olanlardan bir şey anlamadan bir kızına bir Önder’e bakıyordu.

Sedat Erden
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM