Son Dakika




 

 

ÇAPULCU Gerçeği

 



“Türk askerinden bir bölük yiğit hücuma kalkınca,

onların naraları yanında yıldırımın ne gürültüsü duyulur, ne ismi akla gelir!

Bu millet öyle bir millettir ki

eğer güler yüzle karşılanacak olursa güzellik itibariyle meleklere benzer

ve eğer üzerine hücum edilecek olursa,

ifrit kesilir!”

 


 

(Ebu İshak el-Gazzî)

 





 

Ça+pul+cu!


 

Bu heceleme bizi, sözcüğün özüne götürmez; çünkü, görüntüsü bu seslerle örülmüş olan “çapulcu”nun içi bambaşkadır.


 

Her sözcüğün içinde bir tarih yatar; hele ki çapulcunun bağrında, neler yatar neler!


 

Bugün “çapulcu” için Türk Dil Kurumu’nun önermiş olduğu anlam karşılıkları (talancı, yağmacı, plaçkacı) yetersizdir ve bunlar yalnızca, sözcüğün bize bugün gösterilen olumsuz yüzleridir; tarihsel süreçlerde “çapulcu”ya yüklenen anlamlardır hepsi; sözcüğün çekirdek anlamıysa çok daha derindedir.


 

Bu bağlamda, Türk dilinin sözcük dağarcığındaki en başarılı oyunculardan biridir “çapulcu”; rol yapma yeteneği üst düzeydedir ve kılıktan kılığa girmiştir tarihsel süreçlerde.


 

Sözcüğün kökünü bulamayınca, başka kültürlerin sözcük dağarcından sanmayın “çapulcu”yu. Bu sözcük, ne Fars dilindendir ne de Arap dilinden...


 

Türk dilindendir “çapulcu”!


 

Türklerin Farslarla (İran) yakınlaştığı dönem(ler)de, Fars kültürüne giren bu sözcükteki ilk hece “çep” olarak sesletilir Fars dilinde. Türk dilinde “sağ” anlamına gelen Farsça’daki “rast”ın karşıtını imleyen ve yer-yön belirteci olarak kullanılan “çep” sözcüğünün Türkiye Türkçesi’ndeki karşılığı “sol”dur.


 

Fars dilindeki çep+âvol-çî sözcüğünün ilk hecesinde yer alır “çep”.


 

... ve “çepâvolçî” birleşik bir sözcüktür:


 

Fars dilinde, ad soylu bir sözcük olarak kullanılan “çep” ile yine bu dilde karşımıza “âvol” olarak çıkan sözcüğe, Türk dilindeki yapım eklerinden birinin, {-ÇI} biçimbiriminin eklendiği düşünüldüğünde, bir parçası o dilden bir parçası da bu dilden alınmış olan “yamyamca” bir yapıymış gibi görünür “çepâvolçî” ilk bakışta.


 

Ama bu algı, sözcüğün rol yapmadaki ustalığındandır; tarihsel süreçlerde, sözcüğe biçilen anlamlar, katman katman olmuştur çünkü!  


 

Türklerden Farslara geçen “çep” sözcüğünün yanı sıra, “çepâvolçî”deki diğer yapılar da Türk dilindendir; çünkü “elif-vav-lam” harfleriyle yazılan ve Fars dilinde, elifin uzatılarak okunması sonucu karşımıza çıkan “âvol” yapısı, Osmanlı Türkçesi’nde “elif-vav-lam” ile yazılan “ol-” yardımcı eyleminin karşılığıdır. Bunun gibi “çim-ye” harfleriyle yazılan {-ÇI} biçimbirimi de Türk dilindeki yapım eklerindendir; “simit+çi, oyun+cu, yalan+cı, gözlük+çü...”de olduğu gibi hangi işin yapıldığını gösterir. Dolayısıyla, Fars kültürüne “çepâvolçî” olarak giren bu sözcük, Türkiye Türkçesi’nde “çapulcu” olarak çıkar karşımıza. Osmanlı Türkçesi’nde “çapavul(cu)” olarak bilinen sözcük, halk arasında zamanla “çapul(cu)”(y)a dönüşmüştür.       


 

Bu bağlamda, çapulcunun anlamı şöyle biçimlenir: sol(da) olan, solcu, solak..


 

Acaba, çapulcudaki “sol” anlamı nereden gelmektedir?


 

Hun döneminden günümüze kadar ulaşabilen destanlardan Oğuzname’ye göre, Oğuz hanın Gök ve Yer kızlarıyla evliliğinden olan çocukları sırasıyla Gün, Ay, Yıldız; Gök, Deniz, Dağ’dır. Ülke yönetimi ile savaş stratejisinde en bilge kişi olarak tarihe geçen Oğuz (Mete) han, bu çocuklarından Gün, Ay, Yıldız’ı Bozoklar; Gök, Deniz, Dağ’ı da Üçoklar adıyla iki kola ayırır. Sağ kolda yer alan Bozokların çocukları Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli, Yazır, Töker, Dodurga, Yaparlı, Avşar, Kızık, Beğdili, Karkın olarak; sol koldaki Üçokların çocukları da Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni, Salur, Eymür, Alayondlu, Yüregir, Iğdır, Büğdüz, Yıva, Kınık olmak üzere on ikişerli iki kola ayrılır. Böylece, Oğuzlar içinde 24’lü askerî düzenek kurulmuş olur; Acun üzerinde gittikleri her yerde, güçlü bir devlet yönetimi ve askerî düzen oluştururlar.    


 

Bu bağlamda, Çepni; Oğuz hanın “Üçoklar”ından biri olan Gök hanın çocuğudur ve “sol” kolda yer alır. Oğuzname’de “Bozok ve Üçok” ile “yay ve ok” arasındaki ilişki şöyle anlatılmıştır:   


Seferlerin bittiği, yurda dönüldüğü yıl

İbretli bir düş gördü bir gece Ata Irkıl.

Ata Irkıl nâzırdı; anlayışlı bahtiyar,

Asil ve tecrübeli, kır saçlı bir ihtiyar...

Düş ile bir işaret verebilir her olay,

Gördüğü: “Gündoğuda uzanan altın bir yay

Üç tane gümüş oku günbatıya dek attı...”

Ata Irkıl düşünü Oğuz Han’a anlattı:

“Kağanım, bu düş beni sevindiriyor!” dedi.

Oğuz: “Atam, çekinme, öğüdünle yor!” dedi.

Düş yormada hüneri vardı Irkıl Ata’nın,

Doğuştan vergisiydi bu ona Yaradan’ın.

Uluğ Türk saygı ile dedi: “Ey örnek önder!

Büyük oğullarını doğuya doğru gönder,

Orada som altından bir yay bulacaklardır;

Bulup geldiklerinde üç eşit parçaya kır,

Yayın her parçasını bir oğluna dağıt ve;

“–Bu yayları göğe tez fırlatınız oğul.” de!

Yorumuma güvenir isen ey eşsiz önder,

Üç küçük oğlunu da batı yönüne gönder!

Bir gümüş ok saklıyor bağrında ıssız bir çöl;

O oku getirince denk olarak üçe böl,

Her üçüne dağıtıp onlara dahi de ki:

“Yay oku atıyor, siz de olun oklar gibi!...”

Sonra da dua etti Oğuz’a Irkıl Ata:

“Ömürcüğün hoş ola, düşlerim gerçek çıka,

Soyuna bağışlaya Tanrım dünyayı, bütün!”

Ulu Yabgu sözünü beğendi Uluğ Türk’ün,

Öğüdünü tutarak yaptı dediklerini;

Büyük, küçük oğullar sabah olduğu gibi

Uydular çağrısına babaları kağanın.

“Gün, Ay, Yıldız... Siz doğu tarafına yol alın,

Gök, Dağ, Deniz... Sizler de batıya gidin!” dedi,

“Gayrı ata binmeye cesaretim kalmadı...

Av avlanmak isterim fakat yorgundur gözüm,

Ok atmayı dilerim lâkin kurumuş özüm...”

Üçü gün doğusuna... Batıya döndü üçü...

Uluğ Türk’ün nasıl da aynen çıkmıştı düşü:

Ok atıp avlandılar üç kardeş, Gün, Yıldız, Ay...

Akşama doğru yerde buldular bir altın yay.

Rastladılar bir gümüş oka sınırsız çölde;

Gök, Dağ, Deniz de döndü bol avla mutlu halde.

Oğuz Kağan sevindi, yayı üçe bölerek

“Yay sizin olsun, dedi, oklar atın göğe dek!”

Küçük oğullarına dönüp övünçle güldü:

“Oklar sizlerin olsun!” diyerek üçe böldü.

“Yay oku fırlatıyor; oklar gibi olun siz,

 

Ok gibi döneceğim Göktanrı’ya, kalın siz!” (Gocul, 2000: 52-54)


 

İlhanlılar döneminde (1256-1335) yaşamış olan Reşidü’d-din Fazlullah Hamedanî (1247-1318) tarafından Farsça olarak yazıya geçirilen Oğuz Destanı’nın Türk diline yapılan bir başka çevirisinde, bu olay şöyle anlatılmıştır:


 

“Bu toy sırasında, kendisiyle birlikte cihangirlik seferlerine katılan ve onunla beraber sağ-salim asıl yurda dönmüş olan altı oğlu bir gün ava gittiler. Tesâdüfen altın bir yay ile üç altın ok buldular. Hep berâber bunları kendi dileğine göre aralarında paylaştırması için babalarına getirdiler. Babaları Oğuz yayı üçe parçalayıp daha büyük üç oğluna, üç oku da küçük üç oğluna verdi. Şöyle karar verdi: Kendilerine yay verdiği üç oğlunun soyundan gelecek kavme ‘Bozok’ densin. Çünkü bunlara yayı paylaştırmak için onu muhakkak parçalamak gerekti. Bozok sözünün de zâten mânâsı parçalamak, bozmakdır. Kendilerine ok verdiği diğer üç oğlunun neslinden gelecek kavmin lâkabı ‘Üçok’ olsun; Bu ‘üç ok’ yâni üç tâne ok demektir. Buyurdu ki, bundan sonra oğullarından kim gelirse berâberce ‘temâcamişi’ kılsınlar: ‘Biz hepimiz bir soydanız’ deyip orduda da kendi yerini ve rütbesini bilsinler. Bunlar da şöyle kararlaştı: Yay verdiklerinin yeri daha üstte olsun ve orduda sağ kolu teşkil etsinler. Kendilerine ok verdiklerinin yeri daha altta olup sol kolu teşkil etsinler. Zira yay Padişah gibi hükmeder; ok ise ona tâbi bir elçidir. Onların yurdunu da buna benzer şekilde ayırıp tâyin etti. Bu toyda herkesin önünde sözünü bu şekilde tamamlayıp buyurdu ki: Ben öldükten sonra yerim, tahtım ve yurt, eğer Kün o zaman sağ ise, onundur”. (Togan, 1982: 48)


 

Bu anlatıda, yaptığı başarılı işler sonucunda Oğuz han tarafından övülen Karasülük adlı bir genç çıkar karşımıza. Karasülük; yaşlı bilge, Yuşı hocanın oğludur. Yuşı hoca; Karasülük’le birlikte Oğuz hanın yanında savaşa katılmış, Oğuzlara bilgeliğiyle yol göstermiştir. Ancak Karasülük, bir süre, babası Yuşı hocanın onlarla birlikte savaşa katıldığını Oğuz hana bildirmemiş, babasının varlığını Oğuzlardan gizlemiştir. Bunun nedenine gelince...


 

Oğuz Destanı’na göre, Oğuz han; sefere çıkan birliklerin ve halkın, asla geride kalmamasını güvenlik açısından emretmiş ve oyalanıp geride kalanların cezalandırılacağını duyurmuştur. Ancak, yaşlıların orduya ve halkın geri kalanına, onlar kadar ayak uydurması olanaklı değildir. Bu yüzden, Oğuz han, yaşlıların Almalık’taki Akkaya’da kalmalarını emreder. Fakat, yaşlılar içindeki bilgelerden Yuşı hoca, oğlu Karasülük’ten kendisini bir sandığa gizlice koyup deveye yükleyerek yanında götürmesini ister. Amacı, sefere çıkan Oğuzların yanında olup zor durumlarda, onlara bilgisiyle yol göstermektir... İşte, yol gösteren o bilge kimlik, bir süreliğine Karasülük olarak bilinecektir Oğuzlar içinde:


 

“Kara-sülük çok çalıştığından ve güzel işler gördüğünden onu çok övdü. Ona ‘bu güzel hâl çarelerini nereden öğreniyordun’ diye sordu. Kara-sülük artık durumu gizlemedi. Olup bitenleri, ‘Oğuz’un ihtiyarların bırakılmaları, berâber götürülmemesi hakkındaki yasağını, buna rağmen babasını nasıl yanına alıp birlikte götürdüğünü’ anlattı. Babasının öğrettiği tedbirlerin hepsini Oğuz’a arzetti; ayrıca annesinden öğrendiklerini de anlattı. Oğuz babasını getirmesini emretti. Kara-sülük babasını getirdi. Yuşı Hoca Oğuz’u, Oğuz da Yuşı Hoca’yı görünce hakkında hadsiz hesapsız bağışlarda bulundu. Bundan sonra tam bir huzur içinde yaşaması için Semerkand’ı ona ikta olarak verdi. Kara-sülük ‘Ulu Bey’ (emir-i bozurg) yapıldı; hil’at, kemer, elbiseler ve pekçok mal verdi. Bütün bu işler hep büyük toy esnasında oldu. Oğuz da bu yerde, kendi öz yurduna indi. Oğuz’un bin

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM