Orta Avrupalı bir yazar Selçuk Ülger
Almanya’da yaşayan yazarlarımızdan Selçuk Ülger, yurt dışında yaşayan Türk kökenli yazarların ezberini bozarak Yetmiş Yıllık Bekleyiş adlı müthiş bir kitap yayımladı.
Yurt dışında yaşayan Türk yazarlar nedense pek yaşadıkları yerden söz etmezler. Yeni yetmeler uçuk kaçıktır, politikleri de ağır abidir, hümanizm, insan sevgisi, hele yurt sevgisi kalmamış, kara kurudur… Selçuk Ülger, Aysel Özakın’ın yolundan gidiyor diyeceğim ama öyle değil. Özakın da Günter Wallraff’ın yolundan 70’lerin işçi sınıfı mitolojisinin etkisiyle ‘Almanya’daki Türk işçileri’ni yazdı ama öykülerinde Almanlarla ilişkilerini canlı ve güzel bir biçimde vermeyi de başarmıştı. Yemeğe gelen Alman komşular filan… Hâlâ anımsayabiliyorum. Sonra feminizm filan, bir kayganlık vardı onda. Günter Wallraff ise gazeteciydi, Türkler de ‘En Alttakiler’… Ttürk işçisi kılığına girip aralarında çalışmış, yazmıştı. Selçuk Ülger ise ‘5 nesil’ diyebileceğimiz Türk kökenli yazarlardan. Mekân, hava durumu betimlemelerini yerinde kullanmış (“Hava durumunu asla unutma!” Ernest Hemingway’dan Fitzgerald’a mektuptan) Geleneksel Orta Avrupa edebiyatının tadına Türk duyarlılığını koymuş; ortaya hem konuları hem anlatımıyla müthiş öyküler çıkmış. (‘Anı’ lafının konması pek yerinde olmamış; yazarların yazdığı her şey anı’dır!) Ne ağlayıp sızlıyor ne kimseyi karalıyor, ne ileniyor. Bir insan yüreği olarak Orta Avrupa’nın merkezinde ışıl ışıl parıldıyor. Her tümcesinde, bu dünyada gelip geçiciliğimizi, kaybolup gitmiş zamanların o ince acısını sezdiriyor. Almanlar karşısında ezik değil, ama Almanlar’ı da ezmiyor; dediğim gibi ne Wallraff ne Özakın ya da günümüz Alman politikalarının ulus ötesi tavrı ya da göçmen edebiyatının pazarlanabilir ‘yeşil’ özelliği… Hepsinden uzak Stefan Zweig anlatısına yakın öyküler. Ancak Zweig’ın katı gerçekçiliği Türk yüreğinde eriyor, yumuşuyor. Böylece Selçuk Ülger’in yazdığı her öykü bittiğinde okurda iç geçirtecek duygusal tatlar bırakıyor. Belki de şu söyledikleri bütün bunların nedeni ve açıklayıcı: “Bir sokak geride yabancıya düşmanlık eden, hakaret eden varsa, bir cadde ötede de göçün ne olduğunu, göçmenliğin ne olduğunu bilen insanlar da var. Almanlara karşı bilinçsizce bir düşmanlık ya da onları cepheleştirmek yanlış. Almanları da iyi tanımak lazım. Eşim ve ben aslında Almanlardan bir kötülük ya da bir dışlanmışlık yaşamadık. Yani ufak tefek kötü anılarım her yerde oluyor. Yani Türkiye'ye gittiğimizde de oluyor.” (Aydınlık, 23 Kasım 2025) ‘Önsöz yerine’ yazdığı ilk öyküsü “Dolmakalem” kitaptaki öykülerin iç içeliğinin sabit örneği; okura nasıl zengin olaylar, nasıl zengin bir anlatım sunacağını takside unutulan dolmakalemin başına gelenler anlatıyor. Yazarın da Almanya’daki ilk yıllarının macerası… Tümü gerçek. Selçuk Ülger de eksilmeyen bir hümanizm var, günümüz edebiyatında eksik olan bir şey. Hani Melih Cevdetler mavi yolcuların mezarından kalksa diyeceği geliyor insanın. Geçen gün Türkiye’yi ziyaret eden Koreli yazar Hwang Bo-Reum’un Hyunam Dong Kitabevi romanını okumuştum. Bir mahalleye kitabevi açan ama para kazanma derdinde olmayan bir kadının kurduğu ilişkileri anlatıyordu. Kitabın edebi zayıflığı bir yana konusu bizim hümanizmamızdan başka Doğu hümanizması tadındaydı: Bu kenar mahalle insanlarıyla, kahve makinesi için çalıştırdığı barista öğrenciyle ilişkilerinde hiç kişisel çıkar ve maddi menfaat ilişkisi kurmuyordu. Kursa da maaşını verebilmek için kuruyordu. Kitabın ana fikri, insan, hayatının bir yerinde yeter demeyi bilmeliydi. Sonsuz iyiliğin arkasında sisteme karşı bu tavır vardı. Doğu’nun hümanizmasına güzel bir örnekti, belirtmek istedim yeri gelmişken. Yetmiş Yıllık Bekleyiş’teki tüm öyküler gerçek. (‘Anı’-öykü denmesinin nedeni bu olsa gerek)Frankfurt’ta taksicilik yaparken her gün not tuttuğu defterlerden yararlanmış. Bunu bilmek de okuru bir başka etkiliyor. Selçuk Ülger’in sihirli kaleminden dökülen sözcükler sizi o anlara, yerlere götürüyor, anlattığı kişilerin dünyasına sokuyor. En sevdiğim öykü “Nazi Mantosu” oldu. Bir Türk terzinin eskiciden alıp satmak için sakladığı ağır kokulu deri palto (Selçuk niye manto dedi acaba, manto kadınların giydiğidir)en sonu alıcı bulur. Nazi gençler iki paltoyu da terzi Selahattin Usta yüksek fiyat söylemesine rağmen sevinçle alırlar. Belki de Stalingrad’a gidip gelmiş paltodur bu. Ancak Selçuk’un burada bu nahoş olayı anlatırken gerçekte anlatmadan geçemediği o ruhuna ve öykülerine sinmiş insancıl güzel duygu, Selahattin Usta ve eşiyle olan dostluğudur. “Ünlü Oyuncu ve Bizim Nazım” adlı öyküsü, taksisine Frankfurt Kitap Fuarı’ndan aldığı Eva Mattes adlı ünlü Alman aktrisle tanışmasıyla taksinin içinde başlayan müthiş diyaloglu her paragrafı sürprizlerle dolu müthiş bir insanlık destanı. “Girit’te Zorbayı Yeniden Okurken” de insana dönüp okuduğu paragrafı yeniden okutan bir öykü. Kazancakis’in Giritli gerici papazlar tarafından cenaze merasiminin yapılmamış olması gerçekten üzücü. Ama sanki intihar eden taksici arkadaşı Lasaros’u ayrı bir öykü olarak yazmalıydı. O ince derin dostluk intiharından sonra yaşadıklarını incelemeyi gerektirmez miydi? ‘Son günlerde içine kapanıktı’ ya da ‘İnsan ruhu dolaşık bir ip yumağı’ diyerek geçilmemeliydi bence. Eva Mattes “Viyanadan Gelen Sacher Turtası” tümüyle Almanlarla olan ilişkisini anlattığı öykü. Öyle bir yürek var ki Selçuk’ta Almanların ünlü bir firmasının yeni teknolojik dünyaya ayak uyduramayıp göçüp gitmesine içten tanık biri olarak onlara da üzülüyor. Elbet üzüntüsü taksisinde taşıdığı yöneticilerine değil, işsiz kalacaklarından habersiz binlerce çalışanına! (Turtayı yemesini de yazsaydı keşke, tadını…) “Bir Aptallık Öyküsü” arabasının üzerine koyduğu o gün ödeyeceği kira dahil bütün kimlikleriyle evraklarıyla dolu cüzdanı. Cüzdan gitti gider. Okuyunca şaşırdım, aynı durumda ben en az iki kez kaldım. Biri cüzdanım biri cep telefonum. Ben daha çok paltomu çıkarıp koyarken filan cep telefonumu unuturdum. Birinde düşen telefonu bulup getiren bir taksici de vardı üstelik. Demek yalnız değilmişim! Bunun nedeni kafamızdaki acele işler ve elimize cüzdan yerine ikinci üçüncü bir şey almış olmamız. Kontağı çevirmeden önce sonraki işe çoktan motive olmu olmamız. İnsan bilinci ya da ‘İnsanın ruhu dolaşık bir ip yumağı!” “Cenaze Davetiyesi”, bir kasabada yaşayan, Stalingrad’da esir düşmüş, sonra kurtulup gelmiş haybeden yaşayan bir yaşlı eski Nazi müşterisini anlattığı, tanışmalarından cenaze töreninin sonuna kadarki öyküde Alman ruhunu ve dostluğunu inceden inceye duyuran bir öykü. Kitapta, “İmre’nin Son Dileği”, “Yetmiş Yıllık Bekleyiş”, Gönülsüz Sabah Sohbeti”, “Söyle Sevda İçinde Türkümüzü”, “Öğretmen Müşterimden Ev Ödevi”, “Giyotine Vurulan Beyaz Güller”, “Frankfurtlu Berber Hakem”, “Radyoda Şiir Sanatı”, “Ak Düşmemişti Hiç Annemin Saçlarına”, “Yılın İlk Yağmurları Altında” bazıları daha önce gerçekedebiyat’ta yayımlama şansına erdiğimiz yayımlanmış öyküler de var. Çok şey de öğreniyorsunuz öykülerden, Scholl kardeşleri (Bayern Münihli Mehmet Scholl’un bir akrabalığı var mı acaba?) final maçlarında penaltı atışlarını önerip kabul ettiren Alman eski hakem Karl Wald’ı, Almanların son yıllarda hem iyi şair çıkaramadığını hem şiir okumadığını, Miklos Radnoti’yi, Paul Clean’ı… Yetmiş Yıllık Bekleyiş, Selçuk Ülger Kaynak Yayınları, 2025 Selçuk Ülger’le kişisel konuşmalarımızda dikkatimi çeken bir şey var: Her konuştuğumuz olayı bir atasözü ya da deyimle zenginleştirir. Bu kadar halk deyişini nereden öğrenmiştir, bu konudaki fakirliğimden utanmışımdır. Bu deyimler ve atasözleri kitabına da yansımış, konuşmalarındaki kadar olmasa da öykülerine de yedirmiş. “Terziye dinlen demişler ayağa kalkmış”, “Sen bir garip çingenesin nene gerek gümüş zurna!”… Türk edebiyatında iyi yazar ve iyi kitabın çok azaldığından yakınılıyor. Eğer iyi bir yazardan iyi bir kitap okumak istiyorsanız işte 2025 yılının güzel kitaplarından Selçuk Ülger’in Yetmiş Yıllık Bekleyiş’i. Selçuk bir söyleşisinde şunları söylüyor, belki yukarda anlattıklarımı tamamlar: “89'da Almanya’ya staja gelmiştim. Eşimle tanıştık orada. O 18, ben 20 yaşındayız. Üniversiteyi bitirdim, Türkiye'de geri geldim. Diplomamı tanıtırım, yüksek lisans yaparım, dedim ama Almanya diplomamızı tanımadı. Staj yaptığım üniversitenin profesörü de beni çok seviyordu, ama 60'lı yaşlarında aniden vefat etti. O da elimizden tutamadı… Sil baştan dört yıl daha okuyacağız. Frankfurt pahalı bir kent, eşimle nişanlandık, düğün hazırlığı falan yapacağız. Üniversitelere gittim burs vermiyorlar, dil kursları deseniz çok pahalı. Bugünkü 1000 avroya denk gelen aylık bir ücret istiyorlar. Ne yapacaksınız? Birisi “Akademik dünyadan Almanya'da devam edemeyenlerin ikinci adresi taksidir. Taksi, akademi gibidir” dedi. Taksicilik kararını verdik, ben taksi sürücü belgesi alıncaya dek eşim evi geçindirdi.” NOT: İroniye bakın ki beni Almanya’ya götürüp yuva kurmak isteyen Barbara da Freiburg’da taksici olmamı istemişti. Yapabileceğim en uygun iş oymuş. Ben de yazarlığımı Avrupa’nın merkezinde sürdürüp Avrupa hatta dünya çapında yazar olacağım, yazacak yeni kültürde insanlar, yüzler sokaklar dağlar ovalar denizler tanıyacağım hayalleriyle günlerimi geçiriyordum. Fırtınalı ilişkimizi Ankara pasaport şubesi engellemiş sakıncalı halimle en sonu bir yıllık mahkeme sonucu pasaportuma kavuşarak Freiburg’a gitmiştim. Ancak bu kez de pasaport alamama olasılığı yüzünden nihai hazırlıklarımı zihnimde yapmamış, pasaportu alınca da yine hazırlıksız paldır küldür fazla coşkuyla hazırlıksız gidip her şeyi bitirerek dönmüştüm. Talihsizlikler de işi oldukça dokunaklı hale getirmiş, tüm tesadüfler işi kötüye götürecek tesadüfler olmuş, dönüp Ankara’ya gömülü halde kalbim çok uzaklarda yarı bitkisel ömür geçirmiştim. Selçuk Ülger’in hem yazdıklarını hem yaşamını okuyunca sevineyim mi üzüleyim mi donup kaldım. Sevinmeliydim çünkü benim yazmak istediklerimi yapan birini bulmuştum. Ama yılların unutturması gereken hüzünlü yaşamımda taze üzüntüm, Almanya’da Barbara ben çocuklarımla diğer nice şans gibi Selçuk ve Sena’yla tanışma şansını kaçırmak, aile dostluğu kurmaktan uzak kalmak hayali oldu. Kim bilir ne zenginlikler yaşayacak ne güzel kitaplar yazacaktık birbirimize ilk kez okuyacağımız. Şimdi tesellim, Selçuk Ülger’in not defterinin daha da kabarması dileği. Ahmet Yıldız
Gercekedebiyat.com














