bertolt-brecht-20251214112501556.jpg


Başlığa koyduğum veciz niteliğindeki söz, devrimci tiyatronun ve estetiğin büyük kuramcısı Bertolt Brecht'a aittir. Bu sözdeki “bilen” ve “yarım bilen”, en başta, gerçek aydın ile yarım aydın arasındaki, toplumu aydınlatma ve öncülük etme noktasında, temel bir farka vurgu yapar. Başka deyişle buradaki bilgi, aydının toplumsal ve tarihsel görevleriyle bağlantılıdır ve okulda öğrenilmiş, salt bilimsel, kitabi bilgiden ibaret değildir. Kuşkusuz vazgeçilmez bu temel bilgilere ek olarak, siyasal, toplumsal, kültürel deneyimleri de buna eklemek gerekir.

İçinden geçtiğimiz süreçte olduğu gibi, hayatın olağanüstü akışında belli anlar, belli eşikler ve sıçrama noktaları vardır. Bunlar, akışı tamamen değiştiren ya da bu değişimin kapısını açan son derece benzersiz anlardır. İşte bilinçlerin, yüreklerin, nabız atışlarının olağanüstü hareketlenip yükseldiği; doğru bir karar ve yüksek bir irade için o güne kadarki bilgilerin ötesinde bir enerjiye, sezgi gücüne gereksinim duyulduğu böylesi anlar, bilenin, bilgenin arifçe ya da ermişçe davrandığı, geleceği, olacakları önceden sezdiği, hissettiği anlardır. Onları, bilge, ermiş, gerçek lider, büyük önder yapan, işte böylesi anlardaki sezgileri, uzgörüleri ve basiretli tutumlarıdır.

***

Brecht'in vurguladığı “bilen”, derin, kapsamlı bilgisiyle ve bu bilgiyi entelektüel, bireyci bir bilgiçlik gösterisi için değil, yaşamı halkı, milleti için daha iyi ve güzel amaç uğruna değiştirmek için kullanan, bir anlamda ermiş nitelikleri olan aydınlardır. Çanakkale direnişinde tarihe yön veren sezgisi, öngörülü davranışı ve inisiyatifiyle Mustafa Kemal, işte bu derin bilgili, geniş ufuklu ve yüksek sezgili tarihsel kişiliklerden biridir.

25 Nisan 1915'te İngilizler Anzak kolordusu ile Arıburnu'na çıkarma yaptıktan kısa bir süre sonra karşısındaki çok zayıf Türk birliklerini aşarak ilerlemeye başlar. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, Kocaçimen ve Conkbayırı gibi tepelerin düşman kuvvetleri tarafından ele geçirilmesi durumunda uğranılacak büyük felaketi farkeder, sezer. Çünkü bu tepeler ele geçirilirse düşman kuvvetleri stratejik üstünlüğü ele geçirecek, Çanakkale Boğazına, Marmara'ya hakim olacak ve İstanbul'a ilerlemenin yolu açılacaktır. Bu durum karşısında Mustafa Kemal, sabah 8'de Tümenine bağlı 57. Alay'la birlikte Kocaçimen ve Conkbayırı'na yetişir. Düşmanın hızla ilerlediği bu tablo karşısında stratejik ve taktik olarak çok hızlı bir muhakeme yürütür. Bu stratejik noktada ilerleyen düşmanı durdurmak ve geri püskürtmek bütün orduların ve Türkiye'nin kaderi açısından yaşamsal önemdedir. Sorun, ölüm kalım sorunudur. Ve deha düzeyinde yüksek bir sezgi gücü ve iradeyle, bütün sorumlulukları üstlenerek bunun gereğini yapar. 57. Alay askerlerine şu tarihi emri verir: “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimizi başka birlik ve komutanlar alacaktır...”

Siyasetin başka araçlarla uygulandığı bir alan olarak savaşta nasıl toplumların kaderini değiştirecek kritik, tarihsel anlar, dönemeçler varsa, bizzat siyasetin kendisinde de bu kural fazlasıyla geçerlidir. Belki, siyasetteki kritik tarihsel anları sezip yakalayabilmek ve hayatı değiştirecek karar ve iradeyi ortaya koymak daha karmaşık etkenlere bağlıdır, ama o kadar. Her şey, bilene özgü bir sezgi ve yetiyle stratejik önemde olanı kavrayıp, en uygun zaman ve mekanda ve en uygun anda “bilen”e özgü eylemli davranışı göstermeye bağlıdır.

***

“Bölen” ise, ülkemizde bolca yetişen, günlük hayatımızda binlercesine tanık olduğumuz, hatta içinde yaşadığımız çürüme ve sıradanlaşma kültüründe baskın eğilim olan bir karakterdir. Çok bildiğini sanan ama dar ufuklu, yarım bilgili, doğal olarak kibirli, yer yer gerçek bilgi karşısında şarlatanlığa başvuran çok yaygın bir karakter. Aslında gizlice ulusunu değil kendi çıkarlarını düşünce ve davranışlarının merkezine koyar; yetersiz, eksik, ama bütün bu yetersizliklerini kabul etmeyip hödükçe bilgiçlikler taslamakta ısrar eder.

Yarım aydın, istediği kadar iyi niyetli olsun, böyle olduğunu iddia etsin, bu özellikleriyle gerçeğin bütününü, halkın, ulusun yararına olanı göremez; kolaycı, gösterici olduğu için görmek, anlamak için zor da olsa gereken çabayı göstermez. Bu nedenle çok kritik dönemeçlerde, kendine göre bir sürü teorik-siyasal bahaneler ileri sürerek, aynı amaçta bileşebileceği kişi ve güçlerle, “kaşının altında gözün var” deyip birleşmekten kaçınarak “bölen” bir rol oynamaya devam eder. Marksist literatürde “küçük burjuva aydın” denilen, dar bakışlı, yarım bilgili, bireyci, ucuz tepkiselliği yüksek, ufuksuz aydın işte bu tiptir. Bu yarım aydın, ormanı değil hep ağacı görür; ormanın yerine ağacı koyar. Ormanın bütünleştirici, birleştirici özelliğini değil, tek tek ağaçların bir birinden kopukluğunu, ayrılığını görür, onun siyasetini yapar.

***

Gerçek aydın, hele bu, halkın kaderiyle daha doğrudan ilgili siyasetçiyse, içinde yaşadığı vatan topraklarına ve topluma, yani bütünü hem toplumsal hem tarihsel olarak görebilmek için, bir kartal ve şahin gözüyle çok yükseklerden bakabilendir. Avını, yaşamsal kaynağını görebilmek için daha da yükseklere çıkan ve onu gördüğü an kurşun hızıyla dalıp yakalayan Şahin gibi, aydın da toplumdaki gelişmelere bilgi ve bilinç derinliğiyle yükseklerden, geniş ufukla bakabilen ve toplumsal gelişmelere bir şahin gibi tam zamanında müdahale edebilendir.

Benim ideal olarak tanımladığım bu aydın tipi, hiç kuşkusuz her nitelikli, sorumlu aydın böyle olmak zorundadır anlamına gelmemeli. Öyle olmaya çalışabilir, ama gerçekte böyle karakterler Mustafa Kemal gibi her dönemde az sayıdadır. Ama büyük sorumluluk, bilinç ve irade gerektiren önemli tarihsel süreçler ve toplumsal gerçeklikler, her yurttaşı, başta Atatürk'ü ve benzeri kişilikleri model alarak, yüksek duyarlılık, bilinç ve iradesiyle, toplumun en önünde ve liderlik düzeyinde yer alma noktasında yarıştırır.

Bütün sorun, hep vurgulandığı gibi, ihanetin, aymazlığın ve öğrenilmiş cehaletin kol gezdiği günümüz gerçekliğinde, sözde, görünüş ve gösterişte değil, gerçek anlamda, pratikte Kemalist ve devrimci duruşu gösterebilmektir. Çünkü Atatürkçülüğün, Atatürk milliyetçiliğinin hızla yükseldiği, baskın ve belirleyici bir eğilim haline geldiği günümüzde, kendileri için durumdan görev çıkaran sahte Atatürkçü liberaller ve milliyetçiler de çoğaldı; hemen yanı başımızda poz veriyorlar. Ne üzücüdür ki, Altı Ok'ta ifadesini bulan Atatürk ilkelerini benimseme ve savunma ölçütüyle baktığımızda, onların çoğunlukta olduğunun kabul etmek zorundayız. O nedenle, at izinin it izine karıştığı bu toz duman koşullarda sahte ile gerçek ve samimi olanı ayırd etmek son derece önemli hale geldi.

***

Bütün bu anlattıklarımın kuşkusuz güncele ilişkin önemli bir nedeni, önemli bir amacı var. Bilindiği gibi, Türkiye'nin bağımsızlığı, ulusal bütünlüğü ve üniter yapısına karşı bölücülüğü güçlendiren ve büyük tehdit içeren ABD güdümlü açılım planı saheneye kondu. Bu vahim tablo karşısında, ana muhalefeti de olumlu yönde etkileyecek, onun yalpalamalara son vermesine belli ölçüde katkı yapacak, ulusalcı Kemalist ve sosyalistlerin birleşik eylemli muhalefeti ve direnişi can alıcı bir zorunluluk haline gelmiştir.

Bugünler, başta vurguladığımız gibi, geleceğimizi ya yıkım ya da yeniden diriliş yönünde etkileyecek benzersiz tarihi andır, kritik dönemeçtir, sıçrama ya da karanlığa daha da gömülmenin eşiğidir. İşte “bilen” aydının, namuslu yurttaşın, yüksek sezgi gücüyle bilgece, dervişçe, ermişçe davranacağı süreçtir, andır bu günler.

Şunu da çok iyi biliyoruz, tarih öylesine değişken tempolu ve sıçramalı ilerler ki, bazen bir ana sığan büyük bir sıçrama onlarca yıllık gelişmeye bedeldir. Daha doğrusu, tarihin onlarca yılda biriktirdiği değişim, yenilik ve devrim enerjisi, daha çok, hatta genellikle beli altüst oluş, sıçrama anlarında ortaya çıkar ve dünyayı değiştirir. İşte bu süreçlere önderlik eden, ve kendileri de bu tarihsel-toplumsal sürecin ve birikimin ürünü olan büyük liderler, dahi, yaratıcı, tarih yapıcı unvanını hakederler.

***

Meclisi (devleti) temsilen Öcalan'ın ayağına temsilci gönderen açılımcı aymazlık, ulusun ezici çoğunluğunun “hayır” demesine rağmen, Öcalan'ı devletin eşit muhatabı yapıyor. Bu konuda sözlü-yazılı eleştirilerin yanında yapılacak en etkili muhalefet, hiç kuşkusuz geniş katılımlı, nitelikli ve etkili kitlesel tepkilerdir. Bu tepkileri en kararlı şekilde gösterecek güçler de, en başta Atatürkçü vatansever, milliyetçi devrimciler ve sosyalistlerdir.

Vatansever Cumhuriyetçiler Partisi'nin (VCP) çağrısıyla, 27 Aralık'ta yapılacak olan Anıtkabir'e yürüyüş eylemi bugünün en etkili, simgesel ve birleştirici eylemidir. Bu eyleme ardarda gelen geniş vatansever Atatürkçü katılımcı açıklamalar, eylemin, gerek zamanlama, gerekse güncel yakıcılığı açısından son derece yerinde ve kucaklayıcı olduğunun kanıtıdır.

O nedenle; özellikle SCP, TKP, HKP gibi anti emperyalist, ulusalcı ilkeleri savunan sosyalist nitelikli partilerin, bu tarihsel kırılma ve sıçrama sürecinde, özellikle eylemli tavırlarıyla ciddi bir sınav vermek gibi bir sınavla karşı karşıyadırlar. Bu eylemli tavır, onların Atatürk milliyetçileri ve vatanseverlerle aynı cephede ve aynı eylemde birleşerek geleceğin, önümüzdeki Devrimci Cumhuriyetin kurucusu misyonunu üstlenip üstlenemeyeceklerinin önemli bir göstergesi olacaktır.

Çağrıyı kimin yaptığının hiç önemi yoktur. Çünkü önerilen eylemin niteliği, amacı, zaman ve mekanıdır önemli olan. Bu vurguların yanıtının olumlu olduğu belirtildi yukarıda. “Bu çağrı bize/bana yapılmadı” gibi bahanelerin hiç bir değeri, anlamı yoktur. Çünkü o tarihte ve her zaman herkes Anıtkabir'e yürüyebilir. Kaldı ki, diğer katılımcılar tarafından, çağrıyı kimin yaptığı değil, çağrının niteliği ve amacının önemli olduğu vurgulanmıştır.

Bazı ulusalcı sosyalistlerin; kimi vatansever Atatürkçü katılımcıların Kürtlere, dışlayıcı ve hakaret nitelikli ırkçı, şöven açıklamalar yapanların katılımını gerekçe göstererek bu eyleme katılmaması vahim bir hatadır. Bu, öncü, devrimci bir tavra, yurtsever mantığa sığmadığı gibi, ulusal devrimci bir cephe oluşturma açısından birleştirici, kucaklayıcı siyasal olgunluğa da sığmayan bir yaklaşımdır. Daha önemlisi, böylesi bir tavır ve yaklaşım, Türkiye'nin yurtsever, devrimci ve sosyalist dinamiklerini kucaklama, ilerletme yetenek ve kapasitesini tartışılır kılmaktadır.

Kaldı ki 27 Aralık Anıtkabir yürüyüşü, ne katılımın engellenmesi, ne de herhangi bir miting hazırlığının getirdiği maddi-manevi rskler ve yükler getirmiyor. Üstelik, çok iyi bilindiği gibi, bütün siyasal kimlikler kimseye veya başka bir disiplin ve slogana tabi olmadan bu eyleme katılıyor.

***

Sosyalistlerin, elli yıllık bilgi ve deneyim birikimiyle örgütlü-birleşik bir güç yaratarak bir emekçi Cumhuriyeti kurabilme umudunu hayata geçirebileceği kritik bir eşikte olduğumuzu unutmayalım. Türkiye'nin en derin, en kapsamlı ve en yüksek öznel bilinç ve irade gerektiren gerçekliği budur. Bu gerçekliği bütün bilimselliği ve özgünlüğüyle kavramayan hiç bir çabanın, siyasetin, ne yazık ki, tarihen etkili olma, tarihe yön verme ve yaşama şansı yoktur.

Tarihi değiştirmek, tarihe yön vermek, çoğu kez bazı kritik dönemeçlerde, belki de başka hiç bir zaman yakalanamayacak fırsatları değerlendirmede, bu konuda alınan kararlarda ve hayata geçirecek iradede saklıdır. Devrimci bir Cumhuriyet hedefine ulaşmak, bu kararların, sonuç ne olursa olsun, ucu nereye varırsa varsın, belli bir risk alınarak ödünsüz uygulanma cesareti ve iradesiyle mümkündür.

Haydi, bir kez daha davranın yurtsever, devrimci dostlar! 105 yıl sonra ikinci kez, tarih ve bütün dünya, Türk ulusunun, kötü talihini, büyük bilgeliği ve uzgörüsü ve cesaretiyle, nasıl tersine çevirdiğini, bütün ihanet ve bozgun planlarını nasıl yerle bir ettiğini ibretle görsün ve yaşasın!

Mehmet Ulusoy
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler