Öcalan’ın açıklaması ve mevtayı tekrar öldürmek
Abdullah Öcalan'ın, PKK'nın kendini feshetmesi ve silah bırakması çağrısı, aslında kamuoyu algısı açısından “yeni bir dönemin başlangıcı” gibi yorumlansa de, asıl gerçek, yani turpun büyüğü daha başkadır. Türkiye topraklarında fiilen ezilip mevta olmuş bir terör örgütünden, medyatik gösteriye dönüşen silah bırakma açıklaması, malumun, algı oyunuyla tekrar ölüm ilanı gibi bir şeydir. Olsa olsa bu, AKP'nin, asıl bedeli ödeyen bütün milletten, şehit yakınları ve gazilerden gizlediği, nerdeyse iktidar meşruiyetini yitirmiş çaresizliğini aşmak için başvurduğu bir şark kurnazlığı manevrasıdır. Çünkü PKK terör örgütünün ezilmesi gerçeği, Mehmetçiğin, binlerce şehidin kanı pahasına Türk Ordusunun bir zaferi olarak çoktan tarihe geçmiştir. Silaha sarılmış bir bölücü harekete ancak ve ancak, onun anladığı dilden, siyasetin yoğunlaşmış biçimi olarak silahla yanıt verilebilirdi. Öyle de oldu ve kaçınılmaz sonuç alındı. Öcalan'ın, “ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültürelist çözümlerin” gerçekçi olmadığını vurgulayan -dolayısıyla üstü örtü olarak, bir çok insanın haksız yere canına malolan, yanlış ve yenilgiye mahkum bir stratejide ısrar ettiklerini itiraf eden- çağrısının Kandil ve DEM çevrelerinde sevinçle karşılanıp hemen onaylanmasının asıl nedeni de bu önemli ve acımasız gerçeğin ayırdına varılması olsa gerek. Oysa ezilmiş ve yenilmiş bir terör örgütünün, siyasal iktidar tarafından kayıtsız şartsız teslimi koşulunun ileri sürmesi ve PKK güçlerinin de bunu kabullenip teslim olması gerekmiyor muydu? İşte tam da burada, sahada biten teröre siyasette can suyu veren soruna, “turpun büyüğü”ne geliyoruz. Bunun bir kısmı, Sırrı S. Önder'e, yazılı metin dışında söyletilen “siyasi ve hukuki koşulların sağlanması” biçiminde kapalı olarak ifade ediliyor. İkinci kısmı ise, “çağrı”nın, Suriye'deki PYD üzerinde etki gücünün ve olsa da TSK'nın gücü dışında uygulanmasının pek mümkün olmadığı, olmayacağıdır. Bunun anlamı; Türkiye topraklarında eylem yapma gücünü yitiren Kandil'deki merkezin Suriye'ye kaymaya başladığı, orada doğrudan ABD ve İsrail koruması altında varlığını en aktif bir şekilde sürdürüyor olmasıdır. İşte tam da bu noktada, bütün siyaset, taktik ve söylemleri -Türkiye'yi değil- günü kurtarmaya odaklanmış AKP ve MHP blokunun tavrı netleşiyor. ABD-İsrail blokuyla, mevcut Suriye yönetiminin de aracı olduğu, PYD güçlerine dokunmama konusunda bir pazarlık ve uzlaşı içinde oldukları anlaşılıyor. Dolayısıyla AKP'nin, PKK'nın PYD'ye aktarılan belkemiği kırılmadan, sırf Meclisteki DEM'in oylarını alıp bir dönem daha iktidarını sürdürme uğruna Türkiye Cumhuriyetinin kaderiyle ilgili pazarlıklar yapması bu milletin asla kabul edeceği bir şey değildir. Türkiye'nin PKK'ya karşı başarısında AKP iktidarının anılmaya değer hiç bir katkısı yoktur. Aksine cümle alemin bildiği gibi Türk Ordusunun kararlılığını zayıflatan, hatta baltalayan ve böylece işi uzatarak daha çok canın yanmasına yol açan bir rol oynamıştır. ABD projesi olarak iktidar olan AKP, 1990'ların başından itibaren çoktan çözülmüş olan “Kürt sorunu”nu tekrar canlandırarak Türk Ordusunun bu zaferini iki kez baltalamıştır. Birincisi, Öcalan'ın yakalandığı 1999'dan sonra PKK'nın bir çözülüş ve dağılma sürecine girdiğinde; ikincisi de 2015'lerde sahneye konan, TSK'yı aşağılayıp PKK'lıyı koruyan, sınır kapılarında çadır mahkemeleri kuran “çözüm” ya da “açılım” komedili rezaletinde. Baltalamaların arkasında hiç kuşkusuz, hem taşeron AKP, hem de piyon PKK üzerinde ABD'nin tayin edici, karar verici bir rolü vardır. Türkiye'nin tarihsel ve iç dinamiklerinin ortaya çıkardığı gibi sorun, bir “Kürt sorunu” değildir. Sorun, Türkiye'yi bölmek için bu etnik kimliği kullanan ABD'nin kurdurup silahlandırdığı ve beslediği, küreselleşme projesinin önemli bir parçası olan etnik bölücü bir terör örgütü sorunu, bir PKK sorunudur. Başka bir deyişle ikinci bir İsrail yaratma sorunudur. İkinci İsrail, Müslüman kitlelerdeki Yahudi düşmanlığı nedeniyle ABD'nin birinciyle asla başaramayacağı hadaflere ulaşmak için Müslüman bir halkın içinden çıkmış bir PKK, çok daha kullanışlı bir alettir. MHP ve Bahçeli ise, bu karşıdevrimci Cumhuriyet yıkıcılığının ikincil elemanıdır. Bugün, arkasında uzun pazarlıkların yattığı Öcalan'ın açıklamasına yansıyan şey ise, bir mevtayı diri gibi gösterip, belli bir siyasi amaç için yeniden öldürme gösterisidir. Yaklaşık 40 bin yurttaşın katledilmesiyle sonuçlanan, büyük ekonomik, toplumsal, çevresel yıkımlara neden olan 50 yıllık terör belasından sonra, olaya daha bütünsel bir tarihsel perspektifle bakmak ve ulusumuz için yaşamsal önemdeki kimi derslere özellikle değinmek gerekiyor, hatta zorunlu hale geliyor. PKK'nın geldiği nokta, geçmiş yüz yıllık tarihimizi biraz bilenler için, sonu hüsranla bitmiş Ermeni/Taşnak ihanetinin ve trajedisinin ikinci bir versiyonunu, daha doğrusu aynı coğrafyada yaşandığı için tekrarını göstermiyor mu? Hatta aynı coğrafyada aynı büyük Türk milletine karşı yaşanan ihanetin ikinci bir örneği demek daha doğru değil mi? Özü bakımından, yani doğrudan emperyalizm güdümlü olması ve insanlık dışı, intikamcı ve acımasız şiddete dayanması bakımından, üstelik ulus olma ve ulusal devlet kurmanın çağdaş, bilimsel, toplumsal, siyasal hiçbir kriterine uymayan, aynı nitelikte ikinci bir deneme değil miydi bu? O nedenle, birincisinin kaçınılmaz yenilgisinin ve hüsranının çok derin bütün tarihsel dersleri ortadayken, ikincisinin de akıbeti paylaşması doğaldı, kaçınılmazdı. Bu topraklarda var olan ve devrimlerle kurulan ulusal devletlere karşı bağımsız devlet kurma gibi bir amacın tarihen haklı ve meşru olmadığı gibi, masum ve mazlum ayrımı yapmadan uygulanan katliamcı yöntemleri de insanlık vicdanında haklı ve meşru olmayan bir girişimin başarı şansı yoktu elbette. Kıyıdan kenardan yarım yamalak, o da sadece emperyalizme ve bölücülüğe hizmet eden bilgilerle benimsenen sözde “sosyalist” kimlik ve sol kitleleri avlamayı amaçlayan “gerillacılık”ın ne toplumsal ne de insani bir devrimcilik ile ilgisi vardı. Mustafa Kemallerin (Kuzey Afrika'da), Bolşeviklerin, Mao'nun ve ÇKP'nin, Vietnam devrimcilerinin, Fidel Kastro ve Che Guavera'nın yönettiği Kübalı devrimcilerin gerillacılığı arasında, kendilerini onlara ve aynı yöntemi Türkiye'de uygulamaya kalkışan Deniz Gezmiş ve Mahir Çayanlara ne kadar benzetmeye çalışsalar da, arada, tam karşıt amaçlara hizmet eden, dağlar kadar fark vardır. Çünkü en başta bu saydığım ve aynı nitelikteki benzeri gerilla hareketleri, halka, mazluma, silahsıza asla zara varmediği gibi, üstelik bunu yapanlar da en ağır şekildi cezalandırılmıştır. Onların zaferlerinin en önemli güvencesi de, emekçi halka sonsuz güven ve bağlılığın ifadesi olan bu ilkeli tutumlarıdır. Taşnaklar ve PKK ise, ayrım yapmadan Türklere karşı ayrımsız ırkçı ve katliamcı bir tutum izlemişlerdir. Dolayısıyla, halkın çektiği acıları özellikle ayrı tutup, bunun dışında bir noktadan baktığımızda, yüz yıl sonra bile birincinin, yani Taşnakların yenilgi nedenlerini kavrama, tartışma çabası bile gösterilmemiştir. Aynı yöntemlerin tekrar edilmiş olması, olsa olsa aşiret kültürünü ve feodal çağlara özgü, yaşlı, çocuk, kadın ayırdetmeksizin intikamcı kıyıcılık ilkelliğini aşamamış bir basiretsizlik, çapsızlık ya da kifayetsiz muhterislik komedisi, kepazeliği olabilir. Tekrar başlanan noktaya dönüleceği başından belli olan bu komediyi, malum ağanın çok daha içten ve kendisiyle alay edercesine belirttiği gibi “madem aynı yere gelecektik, peki biz bu .oku niye yedik o zaman” sözü bile açıklamaya yetmiyor. Çünkü, ağa ilk defa yaşıyordu bunu; ayrı bir devlet kurma iddiasındaki ama bunun gerektirdiği hiç bir birikim, olgunluk, çağdaş disiplin ve iradeye sahip olmayan ve doğası ve doğuş koşulları gereği olması da mümkün olmayan PKK ise, ikinci kez!.. Üstelik dünyadaki benzeri yaşanmış başka örnekleri de düşünürsek, kim bilir kaçıncı kez!.. Bilindiği gibi 1915 Ermeni ayaklanması ile başlayan ve karşılıklı kırımlara yol açan olayların elebaşısı, İngiliz-Rus emperyalizminin piyonu Taşnak milliyetçiliği idi. Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti kurma hayalleriyle Osmanlıya karşı Taşnaklar eliyle kışkırtılan Ermeniler, tarifsiz acılara mal olan büyük bir yenilgi ve yıkım yaşamışlardı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan, emperyalizm güdümlü ayaklanmanın ve yenilginin derslerini, bundan sonra Ermeni halkının ne yapması gerektiği konusunu enine boyuna tartışan, 1924'te, Bükreş'te bir Taşnak büyük kongresi yapıldı. Burada, Taşnakların Cumhurbaşkanı Ovanes Kaçaznuni'nin raporu, öncelikle PKK ve bütün benzeri etnik milliyetçiler için büyük derslerle doluydu; sonrası için de, doğru okuyan açısından yol gösterici nitelikteydi. Kaçaznuni özetle şu sonuçlara varıyordu: "Türkiye'den 'denizden denize Ermenistan' talep etmekteydik. İtilaf devletlerinin ordularını Türkiye'ye göndermeleri ve hakimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika'ya resmi çağrılar yaptık. Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türkler'le savaştık. "Askeri operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya'ya bağlandık. [İttihat ve Terakki Hükümetinin uyguladığı]Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin milli mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf Devletlerinin bize vadettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiç bir zaman devlet olamadık. Sadakatimiz, çalışmalarımız ve yardımlarımız karşılığında Çar hükümetinin Ermenistan'ın bağımsızlığını bize armağan edeceğinden emindik. "Türkler doğru yaptı. 1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tabi tutuldu. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır. Bu yöntem en kesin ve uygun olanıydı. Kızgınlık ve korku içinde bulunan biz Ermeniler, "suçlu" arıyorduk ve bu suçluyu Rus Hükümeti ve onun kalleşçe politikaları olarak belirledik. Siyasal açıdan olgunlaşmamış ve dengesiz insanlara özgü bir şaşkınlık içinde, bir uçtan diğerine savrulmaktaydık."(1) Bu özeleştirel değerlendirmeden sonra Kaçaznuni, özetle, Ermenilerin bir devlet kurma, bağımsız egemen bir ulus olma olgunluğu ve yetkinliğine henüz sahip olamadığını, bu nedenle SSCB içinde, şartlar olgunlaşana kadar kendilerini tarihin akışına bırakmaları gerektiğini vurguluyor. Türkler ile Ermenilerin ve Türkler ile Kürtlerin, dinsel, etnik, tarihsel, kültürel ortaklık ve farklılıkları ne olursa olsun, iki etnik kültürün yaşadığı acı dolu deneyim yüz yıl arayla aynı olduğu ve aynı coğrafyada, sonuçları da aşağı yukarı belli olduğu halde, neden tekerrür etti? Bunun nedeni Kürt halkının basiretsizliği değildir. Kürt halkı, Kurtuluş Savaşı yıllarında da bugün de ne bağımsızlık ne de federasyon ya da özerklik talebinde bulunmuştur. Asıl neden, emperyalist merkezlerin ülkemiz ve bölgemizle ilgili ekonomik, siyasal çıkarları ve planlarıdır. Bu terör siyasetine karar veren akıl ve irade, Kürt halkının sağduyusu ve iradesi değil, emperyalizmin, ABD ve İsrail'in iradesiydi. Buna bağlı olarak en başta, daha 70'lerde CIA tarafından kurdurulan, başta doğudaki sosyalist ve devrimcilere karşı cinayetler işleyerek gelişen bir örgütün ABD güdümlü yapısında aranmalıdır asıl neden. Ulusal devletleri parçalayıp etnik gruplara kukla devlet vadeden, bu etnik yapıları “etnik özgürlük” yalanıyla daha 80'lerde palazlandırıp 90'ların başında “Kültürelcilik”, çok kültürlülük” teorileriyle sahneye süren küreselci emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi'nde PKK'nın önemli bir işlevi vardı. Bu piyon konumlanış, onun, antiemperyalist Kemalist Cumhuriyete karşı Sevr'e ve Şeyh Sait isyanına, dahası ABD güdümlü Taşnak “Ermeni soykırımı” yalanına sahip çıkan hain ve gerici ideoloji ve siyasetleriyle de ete-kemiğe bürünüyordu. İkinci olarak, PKK ve etki alanındakiler, daha sonra program ve siyasetlerinde piyon misyonun doğal bir sonucu olarak terk ettiği sosyalistliği işine geldiğinde kullanmak sahteliğini gösterebiliyor. Solculuğu ve devrimciliği ulusal devlet düşmanlığına indirgeyen, şiddete tapan, çarpıtılmış bir UKTH ilkesini sosyalizm ve devrimciliğin esası olarak gören, ama öte yandan antiemperyalizmi defterinden tamamen silmiş bir zırcahillik, çürümüşlük ve ihanet tablosu var karşımızda. Böyle bir geri zekalı Sevrcilik ya da mandacılıkta takılıp kalmış Batı güdümlü bir liberal solculuğun PKK'yı hâlâ “sosyalist”, “devrimci” göstermek istediği bir sahte, dönek, çürük siyasetler çöplüğü ile karşı karşıyayız. Tarihsel süreçlere ilişkin teori ve yorumları doğru okuyamama basiretsizliğini Öcalan “reel sosyalizm”in kendilerini yanıltan teori ve siyasetlerine bağlıyor. Sorumluluk, kendi cehaletlerinde değil “reel sosyalizm” olarak ifade edilen ve sosyalistliğin temel bir ilkesi olarak ezberlenip ileri sürülen Lenin'in UKTH ilkesine yüklüyorlar. Kırk yıl boyunca PKK, Lenin ve Stalin'in kuramlaştırdığı Ulusaların Kaderini Tayin Hakkı konusunda Türk solunun sığ kafalı, cahil, ezberci geriliklerini, bilerek, bilmeyerek tepe tepe kullandı. Oysa, bu teorinin, sosyalizmin ve emperyalizme karşı ulusal kurtuluş devrimlerinin zaferine odaklanan gerçek özünü hep atladılar ve işlerine gelmediği için de görmezden geldiler. Lenin, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı (UKTH) ilkesini kuramlaştırırken, öncelikle emperyalist müdahalelere karşı direnme ve direnebilme potansiyeli ve iradesini birincil koşul olarak açıklıyordu. Bu koşulun 19. yüzyıldaki ilk biçiminde, Avrupalı demokrat ve sosyalistlerin tartıştığı ve onayladığı, bir ulusal devlet için gerekli ekonomik, coğrafi, tarihsel, kültürel bileşenleri olan, onu hiç bir dış güce bağlı kalmadan kendine yeterli kaynaklarla yaşatma potansiyeli ifade ediliyordu. “Ulus olma eşiği” olarak adlandırılan bu koşullar, özellikle tek etnik kimliğe dayanan küçük milliyetlerin, o dönem, en başta Doğu Avrupa'da yaşanan ve Rus Çarlığı gibi büyük devletlerin piyonu olma ve uluslar arası barışı baltalama riski nedeniyle vurgulanıyordı. Daha sonraki süreçlerde, emperyalist dış müdahalelere karşı direnebilmenin büyük toplumsal, ekonomik ve coğrafi birimlerde örgütlenmenin, 20. yüzyıl deneyimlerinde görüldüğü gibi evrensel bir ilke olduğu anlaşıldı.(2) Lenin bu iki ilkeyi birlikte ele alırken aslında tek bir bütünsel ilkeyi belirtiyordu. Sosyalizmin ya da Türkiye gibi ulusal ve demokratik devrim sürecindeki bir ülkenin kapitalizm ve emperyalizmle her alanda boy ölçüşebilmesi ve bağımsızlığını koruyabilmesi, içinde bir çok etnik kültürü, inancı barındıran büyük ekonomik ve coğrafi birimlerde örgütlenmesi ve gelişmesiyle mümkündü. Bu iki ilke öylesine birbirini zorunlu kılıyordu ki, -gerek SSCB, gerekse Çin deneyiminde bütün boyutlarıyla gördük, görüyoruz- biri olmadan öbürü var olamıyor. Tam bağımsızlık olmadan, kapitalizme karşı yeni bir toplum, yeni bir dünya seçeneği olarak, ekonomik, toplumsal, teknolojik, bilimsel, kültürel gelişme sağlanamıyor; öte yandan bunlar sağlanamazsa bağımsızlık da güvenceye alınamıyor. Yüz yıldır bunun derin derslerle dolu bir çok çarpıcı örneğini yaşadık. Bununla bağlantılı ve çok daha önemli bir nokta, kifayetsiz muhteris PKK elebaşılarının, bağlandıkları gücün de gözlerini kör etmesiyle, 20. yüzyılın en önemli gerçeğini göremeyen dar kafalı kibirlilikleriydi. O da şuydu: Ulus olma yetisi, kapasitesi ve potansiyelini taşıyan bütün halkların, 1919'larda başlayan ve 1980'lere kadar süren büyük ulusal kurtuluş devrimleri dalgayla bağımsız egemen ulus-devletlerini kurma sürecinin tamamlanmış olmasıydı. Daha sonraki neoliberal küreselleşme sürecindeki milliyetçilik ise, emperyalist merkezlerin dizayn ettiği ve Türkiye gibi devletlere “Halkları Kaderini Tayin Hakkı” masalıyla dayatılan “İkiz Yasalar” tuzağıydı. Buna göre, Rusya ve Doğu Avrupa dahil, ezilen dünyanın büyük uluslarını parçalamayı amaçlayan, etnik milliyetlere dayanan ve kolayca yutulup güdülebilecek küçük devletçikler kurmaktı. Sovyet sisteminin dağılmasından sonra, bunun ilk sahneye konduğu ülke ise Yugoslavya'dır. Bilindiği gibi, ikinci büyük uygulama da Büyük Ortadoğu Projesi'dir. 1980'lerden sonra, Küreselleşme projesiyle gündeme gelen “İkiz yasalar” ise, “kültürelcilik” ve “etnik özgürlükçülük” olarak, var olan ulusal devletleri parçalama amacıyla dizayn edilmiş tam bir sahte UKTH teorisi ve siyasetidir. Emperyalizm ve ideologları son iki yüz yılın bütün, ilerici, devrimci, akılcı değerlerini nasıl içini boşaltıp sahteleştirdiyse bu ilkeyi de çarpıtıp sahteleştirmiştir. Bundan yaklaşık 20 yıl önce kaleme aldığım konuyla ilgili makalemin başlığı bu sahteleştirme operasyonunu “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ilkesinin emperyalizm ve bölücülüğün aracına dönüşmesi” başlığı altında incelemiştim.(3) Sonuç olarak Türk milletinin ortak bir talebi olan Türkiye'de gerçek barışın sağlanması, kuşkusuz bölücü terörün gerçek anlamda ezilmesi, sona erdirilmesiyle mümkündür. O da bugün, içeride, “federasyon”, “özerklik”, “anadilde eğitim” gibi, içi boş ve emperyalizm güdümlü beyinlerin boş hayallerine, dışarıda da, PYD adı altında, ABD ve İsrail vesayetinde Suriye'de yuvalanan PKK'nın varlığına son vermekle olur. (1) Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisinin Yapacak Bir Şey Yok, Kaynak Yayınları, 2020. (2) Bu konuda bkz: Eric Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik; Mehmet Ulusoy, Türk Devrimi ve Milliyetçilik. (3) Bu makale, Ulusal Devrim ve Küresel Karşıdevrim adlı kitabımda yer alıyor. Mehmet UlusoyERMENİ/TAŞNAK TRAJEDİSİNDEN HİÇ DERS ALMAMIŞ BİR PKK
KAÇAZNUNİ: 'BİZ KANDIRILDIK!... TÜRKLER HAKLIYDI!... TEHCİR DOĞRUYDU!..'
SUÇU LENİN'E YÜKLEME VE “İKİZ YASALAR” TUZAĞINDA AKLANMA AHMAKLIĞI
Dipnotlar
Gercekedebiyat.com