Mine G. Kırıkkanat'ın İstanbul depremi romanı: Bir Gün, Gece
Toplumu felaketler karşısında uyarmak eğitmek yönlendirmek bilinçlendirmek ancak ve ancak -ve elbette ki- yazar olmayı, yazmayı toplumsal bir sorumluluk olarak gören yazarlarca olasıdır. Mine Kırıkkanat bütün romanlarında bunu yapıyor.
Marmara denizinde meydana gelen deprem hepimizin yüreğini ağzına getirdi: Ya beklenen İstanbul depremi yoldaysa. Özellikle artçı depremlerin hayli okkalı şiddette iki gün iki gece sürmesi (şu ana kadar 449 sarsıntı) okuyanlara hemen Mine G. Kırıkkanat'ın olası İstanbul depremi üzerine yazdığı ve bu konuda belki de tek roman Bir Gün Gece'yi akla getirdi. 7.4 şiddetindeki bu deprem normal bir ülkede çok az hasarla atlatılabilecekken bizde -çoğu “lüks”- 285 bin evi yıkmış 18 bin kişiyi öte dünyaya göçertmişti.
Yazarın ünlü Sinek Sarayı romanının kahramanları Avrupa'da toplanmışken bu kez deprem sonrası İstanbul'unda iş başındadırlar. "...Televizyonun sesi yükseldi ansızın: 'Habercilerin henüz varamadığı felaket bölgesinden, ayrıntılı bilgi alınamıyor. Uydu fotoğraflarından, İstanbul'un Avrupa ve Asya yakalarını birbirine bağlayan köprülerden biri yıkılmış ve kentin bir bölümü sular altında görülüyor. Can kaybının çok yüksek olduğu tahmin ediliyor. Tüm dünyadan yardım ekipleri bölgeye hareket ediyor. Ancak İstanbul'a ulaşmak kolay olmayacak. Felaket bölgesinin gerek başkent Ankara gerekse tüm dünya ile haberleşmesi kesilmiş durumda. Uydulardan izlenebildiği kadarıyla kentin en önemli havalimanı, sular altında kalan bölgede bulunuyor. Atina rasathanesinin ilk yaptığı açıklama, depremin Richter ölçeğinde 8.2 şiddetinde olduğu yolunda. Oysa Strasbourg rasathanesi, kendi kayıtlarına göre en büyük sarsıntıyı 7.8 ölçüsünde yorumluyor. Bölge çevresinde yıkıcı artçı şoklar bekleniyor. Yunanistan korku içinde; kısmi zarar gören Selanik başta olmak üzere, aynı fay hattının etki bölgesindeki Yunan kentleri boşaltılmaya başlandı.' Mine Kırıkkanat Sinan toplantıda Türkiye'ye yapılacak yardımların konuşulmasını beklerken yüreği yanarak durumdan vazife çıkarılacağını anlar: “'Evet' dedi boğuk bir sesle. 'İstanbul ve İzmit, ülkenin sanayi ve ticaret merkezi, ekonomisinin şahdamarıydı. Çok uzun bir süre toparlanamaz Türkiye.' (...)
Guiseppe Crescenzo, 'Buono' dedi. 'Mr. Laforge, kısa ve uzun vadede Türkiye uluslararası yükümlülüklerini yerine getiremeyecek, borçlarını ödeyemeyecek, iç yada dış yatırımlar batacak ve bu durum, tüm dünya ekonomisini sarsacak. Başka bir deyişle, zaten yerine tam oturmamış küreselleşme süreci ırgalanacak. Borsalar altüst olacak ve gerek ABD, gerekse AB ülkeleri, en çok da AB zarar görecek. Bu akşam bir AB heyeti, Washington'a gitti. Ama yapılan öngörüşmelerde, ilk aşamadaki tablo belli oldu: Türkiye'nin reel ekonomi sektörüne ve üretim kaynaklarına sahip çıkmak gerekiyor. ABD ile bir paylaşım, kaçınılmaz. Aramızda, en adil çözümü bulmaya çalışacağız. AB heyeti, bunun için gitti Washington'a. Ama, AB ile ABD'nin Türkiye üstünde çekişeceği de kesin. Üstelik, Irak savaşından beri bölgede yerleşen ABD'nin eli zaten Türkiye'nin içinde, gölgesi üstünde, bütün stratejik mevkilere, mevzi de diyebiliriz, kısacası her şeye hâkim Amerikalılar...' 'Kurtlar sofrası' diye bağırdı içinden Sinan. 'Kurtlar sofrası bile değil, çakalların leş sofrası. Leş parası için dövüşecekler...” (s. 33-34) AB'nin planı Türkiye'yi ABD'ye bırakmamaktır. Bunun için gizli istihbarat çalışması, sabotaj yani şiddet eylemleri de mubahtır. “... bu felaketin sonuçları tüm dengeleri altüst edecek. Dolayısıyla ABD'nin de pozisyonunu yeniden gözden geçirmesi gerek. Gecikmediler zaten! Bu gece, ilk 'elçileri' taşıyan bir uçak havalandı Washington'dan, insani yardımdan söz etmiyoruz tabii, Mr. Laforge, açıkçası, Amerikalılar Türkıye'de önemli gördükleri doğal kaynak ve tesislere kurtarıcı olarak el koymaya çalışacaklar. Artık doğrudan yatırım ve içişlerine müdahaleden kaçamazlar. Bölge çok önemli ve Türkiye petrol yolu üstünde, kargaşaya izin veremez, kurdukları ekonomik ve hatta siyasal hâkimiyeti feda edemezler. AB de edemez. Türkiye'yi tümüyle ABD'nin iradesine, yani yerleşik yatırımlarını ve Doğu kapısını Amerikalıların eline bırakamaz Avrupa.' (...) “Sinan acı acı güldü: 'Sevr'de yarım kalan bir hesabın defterini iki deprem dürecek anlaşılan.” Sinan AB istihbarat elemanları ve Türk gazeteci arkadaşları bir helikopterle Mad Mac (Deli Mac) ülkesi haline gelmiş İstanbul'a deprem bölgesine operasyon için gelirler. Bir Gün, Gece, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2015 İstanbul'da Türk ordusu yönetime el koymuş sıkıyönetim ilan edilmiş TBMM deprem yardım koordinasyon merkezi olmuştur. Zenginler kendilerini korumak için tek başlarına kalmıştır, üstelik sitede para verdikleri hizmetçilerine karşı. Her yer ölüm, talan cinayet ve kötülük kokmaktadır. “Sanayinin yüzde yetmişi İstanbul, İzmit yani Marmara bölgesindeydi. Türkiye bu yıkımın altında kalır. Zaten kuşaklar boyu borcu var. Satılmak koşuluyla kurtarırlar ancak. Seni de böyle bir kumpas dahilinde gönderiyorlar zaten...' Sinan acı acı güldü: 'Koskoca devletlere karşı ne yapılır ki Daryal? Don Kişot muyuz biz? Deli bile değiliz. Keşke olsaydık! Oysa...” Daryal küçük bir kum tanesinin koskoca çarkları bile durdurduğunu hatırlatarak Sinan'a karşı gelir, Türkiye'ye birlikte gidip mücadeleyi önermektedir. Gerçekten de Türkiye'de Türkler de boş durmamaktadır. İçine düştükleri felaketin boyutlarını ve emperyalist çakalların ülkeyi yardım bahanesiyle işgal edeceklerini bilmekte önlem almaktadırlar. Paris'te Güneydoğu'da isyan başlatıp ABD'lilerle işbirliğiyle devlet başkanı olmayı tasarlayan o Kürt siyasi önderi de öldürttüğü anlaşılan istihbaratçı 1. Ordu Komutanı "Sermet Paşa"nın planı basittir: “Madem uluslararası bir işgal kaçınılmaz, güç dengesini bölüştürmek ve aşırı hakimiyeti kemirmek, bir gün ülkenin yeniden ayağa kalkmasını, egemenlik kavgasını kolaylaştırabilir...” (s. 125) İlk iş de Sabiha Gökçen Havalimanı'nı ana üs belirleyen ABD'lilerin bu üssüne sabotaj düzenlemek olacaktı. Mine Kırıkkanat, Metal Fırtına romanını aratmayan sahnelerle (belirtelim Metal Fırtına Bir Gün, Gece'den 3 yıl sonra 2007'de yazıldı) ilerleyen sayfalarda James Bond sahnelerine geçiyor. ABD üssü havaya uçtuktan sonra biten 200 sayfalık roman aslında bitmiyor. Kırıkkanat, konusuyla, kahramanlarıyla bu çok ilginç soluk kesen romanın sonunda 'Bu romanın sonunu siz yazacaksınız ya da başlatmayacaksınız” (s. 206) uyarısını düşüyor. Umarız İstanbul'da bu denli şiddetli bir deprem olmaz, Şener Üşümezsoy hocamıza göre şimdilik uzun süre böyle bir tehlike yok, belki bir deprem daha olacak Kumburgaz taraflarında ama o da 7 şiddetini bulmayacak. Roman okurda bir çok soru yaratıyor. Zaten çağdaş bir romanın görevi okuru rahatsız etmek, kışkırtmak soru sordurmak değil midir? Mine Kırıkkanat'ın bu romanı hem anlatımındaki çeviklik hem insan zihnini kışkırtıcılıkta son zamanlarda yazılmış en iyi romanlardan. Türk halkının, Türkiye'nin geleceği üzerine sevgiyle kaygıyla kalem oynatmak her romanı güzelleştirir zaten. Türk halkına düşman, kafasında Türk insanını, Ermeniyi Kürdü kesmiş bir 'öteki!' haline getirmiş kötü yüreklilerin romanlarının niçin kabız romanlar türünde olduğu buradan belli. Yazar Mine Kırıkkanat, yalnızca Türkiye sevgisiyle değil özel bir sevgiyle de öne çıkan yazarlarımızdan. O özel sevgisi İstanbul sevgisidir. Kırıkkanat romanlarında İstanbul'u kişisel çıkarına / ticarete tahvil etmiyor, onun dünyadaki değerini biliyor, gerçekten seviyor. Bu sevgi İstanbul'un ve Hıristiyanlığın kurucusu gerçek Papa Konstantin'e saygıya kadar uzanıyor. Bir Hıristiyan Masalı kitabı bu sevgiyle yazılmış müthiş ve o derece önemli bir kitaptır. Her Türk'ün okuması gerektiği gibi Müslüman kardeşlerimizin de okuması gerekir. Kitap Vatikan'a karşı İstanbul savunusudur, Hıristiyanlığın gerçek başkentinin İstanbul olduğunu, İstanbul'a sahip çıkmamız gerektiğini bağırır. Peki Türkiye Cumhuriyeti İstanbul'a Batı'ya karadan bağlı bu coğrafyaya sevgiyi geçelim, stratejik olarak nasıl bakıyor? Nüfus yığarak! Evet koca Türkiye Cumhuriyeti Batı'nın bir olası istilasına karşı ancak Trakya sınırlarını zorlayacak denli nüfus yığarak hatta kanal final açarak İstanbul'u korumaya çalışıyor iyi mi? Türk devletinin nüfus yığınağını savunma amaçlı yaptığı düşünülebilir iyi niyetle yaklaşırsak. Ama o nüfusun, şehirleri tehlikedeyken şehr-i İstanbul'u kemirerek sömürerek edindikleri son model arabalarına atlayıp Ege sahillerine Bodrum'a vs. yola düzüldükleri bir gerçek. Kuşkusuz İstanbul halkının emekçi geniş halk kesimi bu duygularda değildir en azından olanağa sahip değildir, yurtseverdir. Ama Atatürk'ün de İstanbul'a 8 yıl uğramayacak kadar küs olduğu, hatta boğazdan İstanbul halkının sahile koşup bize de uğra Paşam diye yalvarmasına karşın onları dinlemediği de tarihsel bir gerçektir. Mine Kırıkkanat'ın Bir Gün, Gece romanını okuduktan beri -yazarın önerisine uyarak- gerçekten bu romanı nasıl tamamlayacağımı düşünüyorum. Ama görünen o ki daha zaman var!
Yıkıcı Gölcük depreminden dört yıl sonra yayımlanan roman gösteriyor ki sanılanın aksine depremde yazarların da yapacağı görevler var. Sanılanın aksine diyorum çünkü depremlerde biz yazarların çoğu kendini fena halde pasif sanıyor.
Oysa yazarlar birer sanatçıdır ve sanatçı ışığı ilk görendir. Felaketler öncesi ve sonrası yapabilecekleri çok önemli ve biricik işleri vardır: Yazmak!
Toplumu felaketler karşısında uyarmak eğitmek yönlendirmek bilinçlendirmek ancak ve ancak -ve elbette ki- yazar olmayı, yazmayı toplumsal bir sorumluluk olarak gören yazarlarca olasıdır.
Deprem öncesi ve sonrası birtakım jeologlar, jeofizikçiler, madrabaz yerel yöneticiler, tarafgir gazeteciler matematiksel olasılıkları tartışadursunlar, deprem karşısında savunmasız geniş halk kesimlerine ilgi, asıl, yazarların görevidir.
Mine Kırıkkanat'ın 1999 Gölcük Depreminden (İzmit Depremi, Marmara Depremi veya 17 Ağustos 1999 depremi de deniyor) sonra yazdığı roman, bu görev bilinciyle yazılmıştır.
Kırıkkanat, romanına, 'Çocuklarımız için bir gün, gece olmasın diye hayal ettiğim bu uyarıcı romanı, torunum Lucas Can'a adıyorum' diye başlıyor zaten.
Daha bu notlardan anlaşılacağı gibi roman Türkleri bu büyük felaket karşısında uyanmak için yazılmış bir romandır.BİR GÜN, GECE
Romanın ilk sayfalarında müthiş anlatımla Paris’te bir otel odasında PKK önderi Kürt kökenli bir vatandaşımızın menşei bilinmeyen bir servis elemanınca öldürülüşü anlatılıyor. Roman bu olay üzerine gelişecek sanırken sürpriz ikinci bir olay romanın başına gelip oturuyor: Büyük İstanbul depremi olmuştur, hatta peşinden Sakarya’ya doğru ikinci deprem de olmuştur ve Türkiye bir mezarlıkmış gibi sessizliğe bürünmüştür. Televizyonlarda Türk haber kanalları yayın yapamamakta telefonlar çalışmamakta Avrupa’da bilgiler Yunan haber kanallarından izlenmektedir:
“Feride, yüreğini kıskaç gibi buran acıya karşın, 'Biz yıkıldık, bunlar Yunanistan'ın korkusunu haber yapıyor.' diye düşünmeden edemedi. Garsonun sesiyle irkildi...” (Bir Gün, Gece, s. 23)
Annesi Türk babası Fransız Sinan, Brüksel'de Avrupa Birliği Dış İlişkiler Bakanlığına bağlı haber alma örgütü Europol'de üst düzey görevli olarak acil toplantıya çağrılır. (Sinek Sarayı romanında İstanbul'a Cihangir'e Bülbül Sokağı'ndaki ünlü apartmana gelen Sinan'dır bu.)
"Bir yandan, utanıyordu konuşulanlardan. Yüz binlerce, belki milyonlarca insan cesedinin üstünden geçmekteydiler şu an, Bir o kadar yaralı, göçük altında insanın iniltisi titrerken bir ülke kadar büyük bir kentin kanlı kulaklarında, onlar, ekonomik yıkımdan söz ediyorlardı.MİNE KIRIKKANAT'IN ÖZEL SEVGİSİ
Ahmet Yıldız
Gercekedebiyat.com