Neden yanılıyoruz?
Dün saat 16.oo civarında Maltepe Bulvarı üzerinde yürürken, tuhaf bir rastlantıyla ilginç bir görüşmeye tanık oldum. Elinde mikrofon, gayet alıcı güzelliğe sahip, kumral uzun saçlı bir sokak röportajcısı, karşısındaki adama manipülatif yöntemlerle duymak istediği cevapları alabilecek tarzda sorular yöneltiyordu… Adam yaşlıydı… Muhtemelen emekliydi, çünkü hemen her yerde görmeye alıştığımız bezgin, mutsuz bir yaşamın son zamanlarının izlerini taşıyordu. Orta boylu, donuk bakışlı, arpa göbekli biriydi ve bu görünüşten bugünlerde o kadar çok kişi var ki, hepsi de dikkat çekmek için sözlerini asla esirgemiyorlar. -Keşke, diyordu… Keşke şu kocaman, romatizmalı ellerim kırılsaydı da oy vermeseydim… Bu kadar yanılacağımı, bu kadar pişman olacağımı nerden bilebilirdim!.. Düşünceleri berrak, sözleri açık ve içtenlikliydi. Fısıldayan korkak birine benzemiyordu ve her cümlesinin sonunda defalarca “yanıldım yanıldım” diye tekrarlıyordu. Yukarıdaki örnekleri duymak epey zamandır oldukça yaygınlaştı ve buna benzer çok sayıda örnek verilebilir. Ancak burada üzerinde durulması gereken nokta şudur: Önümüze konulan her yargıyı, her rüyayı neden gerçeklik olarak algılıyoruz? Zihnimizi karıştıran nesnelerin veya şeylerin yanlışlığını neden ayıramıyoruz? Bu soruların akla getirdiği ilk cevap, yanlış değerlendirme, gerçek ile yanılsama arasındaki farkı, fark edememektir… İkinci cevap ise “bilmiyorum”… “Bilmiyorum,” insanın kaçma ve sıyrılma reflekslerinden biridir ama şimdilik bu kolaycılığı bir yana bırakarak, konuyu ilk cevap üzerinden değerlendirelim: Yanılmak: Bir şeyin, bir nesnenin, düşünce, söz veya bir görüntünün nedenini ve niteliğini iyi değerlendirememekten kaynaklanır. Sözgelimi orada burada çokça ahlak, inanç, düzen, peşin yargıların ve hükümlerin, sözleşmelerin, çokça paranın, olanaksız vaatlerin, sonsuz yalanların, mucizelerin, birine/ birilerine ölçüsüz güvenmenin duygularımız üzerindeki etkisini fark edememekten kaynaklanır ve “yanılmak, yanılsamak” denilen şey tam da budur… Sis ve bulanıklıktan dolayı gerçeği görememe, bir çeşit yarı uyku, yarı uyanık olma hali… Bilinç ve düşüncede donukluğa, çocukluğumuzdan itibaren kulaklarımıza üflenen, “O, en iyi bilendir…” sözüne yenilme halidir ve görünen şu ki bu illüzyonist etki devam ettiği sürece ne bugün ne yarın ne de yarından sonra bu kahredici donukluk halinden kurtulabiliriz… Çünkü insan zihni gerçeği görmeye kapanınca, kendini bir anda yanılgının içinde bulabiliyor… Bir sağa, bir sola, yukarı-aşağı, kim nasıl etkilerse onun buyrukları doğrultusunda değişebiliyor. Peki neden böyle? Bilgi eksikliği içindeyiz. Bizi yanılgıya götüren yanlış ve kusurlarımızın bilgisizlik sonucu ortaya çıktığını göremiyoruz. İçine düşürüldüğümüz yanılsama hali, kavrayışımızı aşan herhangi bir oluşumla karşılaştığında tökezliyor ve doğal olarak yanıltıcının etkisine giriyor… Hissediyoruz, duyuyoruz, görüyoruz ama nedenler üzerinde kafa yormuyoruz. Bu durum da şeyler ve nesneler hakkında yargıda bulunmamızı engelleyerek bizi gerçeklerden uzak yanılsama oyununun boşluklarına düşürüyor. (Umarım bir gün bizi boşluğun ötesine taşıyacak “büyük gerçeği” kavrayabileceğiz.) Konuyu daha fazla dağıtmadan, tekrarlarla bunaltmadan, yıllarca bir dağ köyünde öğretmenlik yapan bir köy öğretmeninin cümlesi ile bitirelim: “Size, sizi dışarıda bırakan kurgulara dayalı dersler verdim sevgili çocuklar… Gerçeği öğrenin!..” Haydar Uzunyayla
Gercekedebiyat.com