Ben/cil metinler 4 / Tacim Çiçek
BEŞ küçücük bir bakışın çözer beni kolayca kenetlenmiş parmaklar gibi sımsıkı kapanmış olsa yaprak yaprak açtırırsın ilkyaz nasıl açtırırsa yeni türkü Tıraş olmak ve seyrekleşen saçıma şekil vermek için günde bir kez karşısına geçtiğim aynanın sihirli olduğunu bu sabaha kadar bilmiyordum. Biri çıkıp, ‘Aynalar gerçekten de sihirli,’ deseydi de hiç inanmazdım doğrusu, ama şimdi öyle mi? Yani bu sabaha dek ya ben aynaları tanımıyordum ya da aynalar bana gerçek yüzlerini göstermiyordu. Kim bilir, belki de ben eşyaların dili olduğunu şimdiye kadar kabul etmiyordum. Aslında bunların önemli olup olmadığını da bilmiyorum. Artık bu sabahtan itibaren eşyaların dili olduğunu kabullendim. Ve aynaların da sihirli olduklarını… Ne olduysa bu sabah oldu. Bu zamana kadar geç uyumamış ve işe geç kalmamıştım. Akşamdan kalma olduğum için de başım çatlıyor, midem bulanıyordu, dengesizdim biraz. Bu yüzden her zaman olduğu gibi önce aynanın karşısına geçtim. Pamuk tutmayan sakalımı sabunladım. Patron, bizden sinekkaydı tıraş istiyordu, ama kendinde sakal iki karış. Yaman bir çelişki mi, bize istediğini yaptırma mı olduğunu bir türlü anlayabilmiş değilim. Kısacası bizi tıraşlı gördüğünde ne yapacaksa, ya da ne değişecekse… Tıraş bıçağını yüzüme değdirdiğimde, ‘Gerçeğinle yüzleşmek ister misin?’ dedi ayna. Evet, aynadan geldi ses! Emin olmak istedim: ‘Bunu soran sen misin?’ dedim aynaya. ‘Evet,’ dedi, ‘soran benim.’ ‘Ama bu masallarda olur?!’ dedim, kekeleyerek. ‘Hayatının ve yaşadıklarının bir masal olduğunu ne vakit anlayacaksın?’ dedi bilgece. Ne eril ne de dişil birinin sesi olan bu sesten ürktüm. Şöyle bir geriledim. Bekledim. ‘Soruma yanıt verir misin?’ dedi kararlı biçimde. ‘Sevgilim,’ dedim korku dolu gözlerle aynanın karşısında yere çivilenmişim gibi, ‘bu oyuna bir son verir misin? İşe ne kadar geç kaldığımın farkındasın sanırım. Üstelik de sabah sabah böylesine iç karartıcı şaka hiç çekilmiyor bilesin...’ Söylediklerimden alınmış gibi, ‘Saçmalamayı bırak lütfen,’ dedi. ‘Sevgilinin her zaman senden sonra uyandığını biliyorsun, ne diye sözlerimi ona yüklüyorsun ki!’ Şaşırdım kaldım. Gerçekti dediği. Sustum bir süre için. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim. Cesaretimi topladım. ‘Tam olarak benden ne istiyorsun?’ dedim. ‘Bende bir yolculuk yapmaya hazır mısın?’ dedi. ‘Nasıl olacak bu?!’ dedim. ‘Yalnızca istekli ol yeter gerisini hallederim,’ dedi. Hiç düşünmeden, ‘hazırım,’ dedim. ‘Bu yolculuğun geriye dönüşü olmayacak ama…’ dedi. ‘Hiçbir zaman geriye dönüşleri sevmedim zaten,’ dedim. ‘Öyleyse gözlerini benden ayırma. Yalnızca yolculuğu düşün tamam mı,’ dedi. Dediğini yapmaya çalıştım. Kısa bir zaman içinde gerçekleşti söylediği. Kendimi aynanın içinde buldum. Aynanın karşısında tıraş olmak isterken dalıp giden kendimi gördüm. Bir yontu gibiydim. O an irkildim. Gördüklerim inanılmaz ve tuhaf şeylerdi çünkü. Soluduğum atmosfer suydu. Evimiz akvaryum… Sevgilimle akvaryumda yaşıyorduk. Eşyalarımız, kitaplarımız, sokaklarımız, caddelerimiz, komşularımız, arkadaşlarımız ve dostlarımız, kısacası yaşadığımız koca kent su altında kalmış gibiydi ve yaşam olduğu gibi devam ediyordu. Bu inanılmaz bir şeydi. Yaşamımdan kesitler izliyordum. Örneğin kocaman bir balık yaklaşıyordu. O balık yaklaştıkça da korkunçlaşıyordu. Dikkatlice baktığımda patrona benzediğini fark ediyordum. Sivri dişlerinden kurtulmam olanaksızdı sanki. Ne onun bana sokulduğunu ne de ondan kurtulabileceğim bir yol görebiliyordum. Sivri dişler etime geçmek üzereydi. Kendime sesimi duyuramıyordum. Olanca gücümle içinde olduğum aynaya yumruklar savurdum. Akvaryum paramparça oldu. Suya benzeyen atmosfere kapıldım, onunla evimizdeki eşyalarımızla, kitaplarımızla… Bir karanlığa aktık. Göz gözü görmez oldu bir süre. Yavaş yavaş boğuluyordum. Bir şey yapamıyordum. Her şey bitti diye düşündüğüm anda sözlerden oluşan bir el beni boğmaya çalışan karanlıktan kurtardı… ‘N’oldu, ne yaptın kendine, niçin bağırıp duruyordun?!’ diyen sevgilimin korku çiçeği gözleriyle karşılaştım. Kendime gelmeye başladım. Aynada kendimi gördüm. Ak köpüğe karışan kanımdan gözlerimi alamadım. Çünkü ak köpüğe karışan kanım minik bir yüz nehri oluşturmuştu. Evet, artık aynalarla barışık olmamın zamanı gelmiş de geçiyor diye düşündüm ve işimi bitirmeye çalıştım. ALTI Hint fakiri yatağımdaymışım gibi huzursuzdum. Sarmaşık gibi görünmez karayılanlar sarmış tenimi. Sıktıkça da sıkıyor, bir yolunu bulup zehirlerini kanıma karıştırmak istiyorlar. Aslında sana kavuşacak olmanın ihtimali olmasa hiç de direnmezdim onlara… Gördüm bana olanları. Nefes almak için açtım ağzımı. Hüzün ve acı iki koca yılan olup ağzımdan içime aktı. Beni bu ikisi için etkisizleştiren karayılanlar uzaklaştı. Hüzün ve acının yılanlarıyla kaldım öylece. Sanırım kavuşmak ihtimali güçlü bir zırh değilmiş. Zorlukla kalkabildim yatağımdan. Acıyla, hüzünle giyindim. Perdeleri gözlerimmiş gibi açtım sokağa. Adeta yıkıldım, yandım. Gri bir havayla karşılaştım. Dışarı çıktım. Ağaçlar, çiçekler renkli değildi. Göğün mavisi kirliydi. Güneş, dünyaya küsmüştü sanki. İnsanların yüzlerinden düşen kederdi. Kime dokunsam bin ah işitecektim… Uzaklardan ta uzaklardan içimi yakan bir ses duydum da uyandım. Yaşadığımın bir düş olduğunu anladım da ağladım… Gözlerimi parlayan Güneş’e açtım. O aydınlık senin gözlerindi. Senin aydınlığına bulandım. Isındım. Sevincim arttıkça arttı. Derken açtığım pencerenin biraz ilerisinde arı kuşu gibi duran güzel bir kuş gördüm. Bir ara düşümün sürdüğünü düşündüm. Sonra hiç aldırmadım olup bitene. Anladım ki insan sevince yürekten birini kuşların da dilini anlıyormuş. Senin de güne güzel başladığını, ağrılarından ve acılarından kurtulduğunu anladım. Sokaktan gelen türküye kulak verdim. Anımsadım sazın ve sözün büyüsüyle senin de bir Telli Sanem olduğunu… Telli Sanem bir saz ve söz ustası... Bazen kendinden geçermiş sazını eline aldığında. Çalarmış durmadan, meşk edermiş sazıyla… Tırnakları erirmiş tezene diye kullandığı için. Öyle bir hâle gelirmiş ki sazıyla bütünleştiğinde parmak etleri bile yanarmış, kanarmış ince sessiz çaylar, dereler gibi. Kanı bulanırmış dut ağacından sazının döşüne. Sesi bülbülleri kıskandıran bir sese dönüşürmüş. Adeta sazı inletirmiş. Birileri bırakması için uyardığında ancak anlarmış acısını Sanem. Ve derler ki bunu uzaktan görürmüş Sanem’in âşığı. Yakarırmış erenlere, ermişlere… Ve dileği olurmuş onun. Yüzlerce güvercin dururmuş yan yana âşığın önünde, uçan bir halı gibi. O da uzanırmış üstlerine Sanem’e götürsünler diye. Tez zamanda kavuşurmuş Sanem’e. Dokunurmuş dudaklarıyla usulca kanayan ince parmaklarına sevdiğinin. O an dururmuş incecik parmak parmak nehirler. Yaralar kapanırmış. Acı dinermiş. Yüzü gülermiş. Renk bahçesine dönermiş gözleri Sanem’in. Her renk olurmuş da Sanem’in yüzü renk vermezmiş, özleminden daha da yıkılmasın diye sevdiği. Yine derler ki bu hep böyle sürermiş, iki âşık ancak böylelikle birbirlerine hasret giderirmiş. Sanem’i düşündüm de yine yaş geldi gözlerimden. Belki de her gerçek âşık Ferhat’tır, Şirin’dir. Sanem’dir, Kamber’dir. Kerem’dir, Aslı’dır… Söz ve saz bitti. Sokak kendi aslına döndü, ben de attım kendimi bir koltuğa. Belki de sen söz yağmurlarında ıslanıyorsun şimdi. Sana bin şemsiye olmak isterdim, düşündüğüm doğruysa. Aldım defterimi, yazdım senin sesine yakışacak bir türkü: küçücük bir kuş geldi / elimin üstüne kondu tembihlediğini dedi /kalbim yerinden koptu aşkın dediklerin yalanmış meğer cehennemde bir tek sen yansan değer kalpsiz olanları söyle kim sever sen benim âhımı aldın bir kere senin kalbini de biri çalacak senin içini de ateş saracak bir günde saçına aklar konacak sen benim âhımı aldın bir kere inanmıştım senin her dediğine güvenmiştim senin sevmelerine zalim attın beni aşk ateşine sen benim âhımı aldın bir kere senin kalbini de biri çalacak senin içini de ateş saracak bir günde saçına aklar konacak sen benim âhımı aldın bir kere Kendini yalnız bırakma, kendinin ellerinden tut sıkıca. Unutma, insan ne zaman kendisinden uzaklaşırsa, yani kendisiyle barışık olmazsa asıl o zaman yalnız kalır. Yalnızlık denen İblis de insana her şeyi yaptırır. Tüm insanlar seni terk etmiş de olsa, sen; seni terk etme, kendine bunu yapma. Ben öyle durumlarda kendime ait bir oda düşlerim. Bu oda dünyam olur. İçine sevdiklerimi ve istediğim şeyleri alırım. Onlarla öyle bir dünya kurarım ki… Orada çocuklaşırım. İçimdeki çocuğun elinden tutarım, deli gibi. İşte bu sabah da kendime ait bir dünya düşledim gözlerimi yumarak. İçine köyünü, akarsuyunu, evinizi, kavaklarını, söğütlerini, servilerini, çimenlerini, çiçeklerini, bir de yüzün gibi aydınlık gökyüzünü koydum… Ve içinde sadece sen vardın. Çimene bağdaş kurup oturduk karşılıklı. Havadan sudandı konuştuklarımız ama göremediğimiz kuşlar bile susup bizi dinledi… Sonra kalkıp akarsuya soktuk ayaklarımızı, birbirimize avuç avuç su attık. Kahkahalarımız suya can oldu adeta. Çocuklar gibi mutluyduk… Ve her şeyin bir sonu olduğu gibi düşümün de sonu oldu nedense. Acı duydum çünkü kendimi düşüme o kadar kaptırmıştık ki… Düş değil de gerçekti yaşadığımız seninle. Ancak toparlandım ve dedim ki, ‘iyi ki düş kurma becerimiz var, benzerini bir daha kurarım,’ ancak teselli edebildim kendimi. Kalk dedi içimdeki horoz ve kalktım. Giyindim. Seni aradım. O Orman Büyücüsü kesti sanırım ses tellerini bana kalırsa. İçtenli, gülen sesinin sesime karşımasını engelledi. İçim yandı. Pes etmedim ama. Aradım da aradım, nafile… Anlatamam sesine sığınamamanın o büyük ve derin acısını bir tanem. Ama sen tahmin edersin… Sesini duyduğumda gözlerimi yumuyorum o vakit, dağlarda kendiliğinden akan berrak bir sızıntı oluyor sesin kulaklarımda. O an sesin berrak ve serin bir su gibi rahatlatıyor beni. O an sesine olan sonsuz susuzluğumu anlıyorum. Ağzımı suya dayayıp içer gibi kulak veriyorum sesine… O zaman kendin oluyorum ancak. Ve sesinle olan buluşmam bitsin istemiyorum. Sesin o kadar rahatlatıcı ki sorma, kelimelere döküp anlatsam da fark ediyorsun işte, başaramıyorum içimdekileri anlatmak için, her ne kadar senin gözünde bir söz büyücüsü olsam da… Ortak kültüre sahip olmak, aynı iklimden sayılmak, hatta aynı dili konuşmak, tabii ki insanların anlaşmasına, kaynaşmasına yetmiyor maalesef. Bunlardan çok öte bir şey bu adını koyamadığım her neyse, onun sen olduğundan eminim. Ne kadar doğrudur ya da gerçek midir önemi hiç yok ama nereden dolanmışsa dilime bir efsane geliyor aklıma seni her düşündüğümde. Anlatılanın yalancısıyım. Çok eskiden, hayatların masal ve efsane gibi yaşandığı bir zamanda Atina’da bir genç yaşarmış. Bir sabah uyandığında kalbinin yerinde olmadığını görmüş. Korkuyla bakmış sol yanındaki yumruğu kadar boşluğa… O boşluğun içi lav gibiymiş. İçten içe yanarmış. Gitmedikleri hekim, çalmadıkları kapı kalmamış. Kalpsiz de olsa yaşıyor olması önemliymiş ailesi için, ama delikanlı öyle düşünmüyormuş. Kalpsiz yaşanmayacağını biliyormuş. Ve yine biliyormuş ki dünyaya gelen her canlının bir kalbi olurmuş. Kendisinin de bir kalbi olduğunu, onun niçin kendinde olmadığını ve nerede olduğunu bilmek, onu arayıp bulmak istermiş. Bir gün Atina sokaklarında dolaşırken dilenci kılıklı bir adamla göz göze gelmiş. Adam, asasıyla o genci durdurmuş. Nasıl iyileşeceğini anlatacağını, bu yüzden kendisini dinlemesi gerektiğini söylemiş. Gökte aradığını, yerde bulmuş gibi sevinmiş genç ve dinlemiş onu. ‘Atina’da değil senin kalbin, buranın dışında, ayrı bedenlerde yaşan tek ruh ve tek kalbin sahibi ruh ikizini bulmalısın delikanlı, o senin yolunu bekliyor. Rüyalarınızda gördünüz birbirinizi onda senin kalbin, bu yüzden Atina’dan çık ve onu ara ki kalbine kavuşabilesin,’ demiş ve genç daha sersemliğini, şaşkınlığını üstünden atamadan adeta kuş olup uçmuş adam. Ve sonunda o genç düşmüş yollara… Çok uzun zamandan sonra artık pes edip Atina’ya dönecekken yolda bir pınar görür. Pınarın yakınında da birkaç koyun… Susadığını anlar, su içmek için pınara eğilir. Önündeki su birikintisinde Ay yüzlü bir genç kızın yansımasını görür. Kaldırır başını yukarı, bir ağaç dalına kuş gibi tünemiş olan kızdan alamaz gözlerini… Su içmeyi de dünyayı da unutur adeta. Geldin, buldun sonunda beni, der genç kız ve tünediği ağaç dalından iner. Delikanlı, konuşmayı unutmuş ya da büyülenmiş gibi sadece kızı izler. Kız, pınardan iki avucuyla su alıp onun yangın yeri kalp boşluğuna döker. Masallarda öpücükle uyanan insanları veya insana dönüşen kurbağaları gibi gencin kalp boşluğu kalbiyle dolar ve eskisi gibi duyar kalbinin sesini… Hem kalbine hem de ruh ikizine kavuşan genç onunla mutlu bir hayat sürer Atina’da… Kalpsiz olan bana kalp oldun ey ruh ikizim. Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR