‘Cumhuriyetçi aydınlar’ın ortak açıklaması hakkında / Mehmet Ulusoy
Geçtiğimiz günlerde, çoğu TKP'li ve ona yakın sosyalist ve yurtsever aydınların imzasıyla, “Cumhuriyetçi aydınlar”ın ortak açıklaması olarak “Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Kuşkusuz, ülkemizin ve ulusumuzun varoluş-yokoluş seçenekleri ile sınandığı böylesi kritik bir eşikte, sürece direnen, ona hizmet eden her türlü toplu, örgütlü tavır değerlidir, önemlidir. Bu ruhla, bu duygularla bildiriyi önemsedim; metni ve imzacıları enine boyuna, tekrar tekrar okudum, inceledim. Teori ve siyaset üretiminde bir hayli mürekkep yalamış birisi olarak hemen kafama takılan önemli bir noktaya değinerek konuya girmek istiyorum. Biliyoruz ki, bir program ve siyaseti değerlendirirken sadece ifade edilmiş olanlara bakmak yetmez. En az onun kadar, gerçekliğin görünmeyen ama söylenmesi gerekirken söylenmeyen kısmı da önemlidir. Tıpkı, sınıflı toplumların ve sınıflar mücadelesinin katmanlı, karmaşık ideolojik yansımasının bir sonucu olarak, çoğunlukla buz dağının görünen kısmından görünmeyen kısmının daha önemli olduğu gibi. Görünmeyen kısmı da düşünerek bakınca, son derece güncel bazı temel kavramlar bilinçli olarak dışlanmış, ya da gerçekliğin eksik kavranışından dolayı kullanmaktan kaçınılmış görünüyor. Amacımız Türkiye'nin yaşamsal ve aciliyet gösteren gerçekliğini ortaya koymaksa eğer, ki tartışmasız öyle olmalı, öncelik sıralamasının da doğru yapılması kaydıyla, gündemdeki yakıcı ve acil gerçekliğin bütünsel olarak bildiride yansıtılması gerekiyor. Oysa ifade edilmeyen, ama Türkiye'nin yakıcı ve acil gerçekliğini ve sorununu yansıtan ifade ve kavramların buzdağının altına itildiği, bildiriye yansıtılmadığı görülüyor. Aklıma takılan ve yanıtını aradığım ilk soru şu: Bu bildirinin içeriği ve imzacıların bileşimi, günün yakıcı sorununu ve buna uygun geniş Cumhuriyetçi, yani Sosyalist, Kemalist, devrimci milliyetçi ya da ulusalcı tepkiyi ve siyasal tavrı kucaklıyor mu? Daha doğrusu bu bildiri, ABD-İsrail, AKP, MHP ve DEM'in oluşturduğu şer ittifakının bağımsız, üniter, laik Cumhuriyeti yıkma, Türk milleti kimliğini ortadan kaldırma planlarına karşı çıkan bütün Cumhuriyetçi ve Atatürkçüleri birleştirecek bir içeriğe ve tavra sahip mi? Bana göre bu iki sorunun yanıtı olumsuzdur. O nedenle bildiriyi yayınlayanların, durumun yakıcılığını, yaşamsal niteliğini, yangının hangi noktalarda olduğunu, nasıl ve kiminle söndürüleceğini kavramadıkları görülüyor. Gerçeklik ile bildiride sergilenen öncelikler ve vurgular arasındaki uyumsuzluk, “dostlar alışverişte görsün” veya “yasak savma” gibi bir tutumu yansıtıyor. Burada, “iç barış” söylemli yeni “açılım” veya “çözüm” düzenbazlığının arkasındaki, yer yer İhvancılar ve PKK'lılarca başını gösteren asıl niyetler ile Cumhuriyetçi muhalefetin direnme hattı arasındaki derin fay kırığını ya da çatışma ekseninin ana ögelerini ortaya koymak gerekiyor. Cumhuriyetin ana kolonlarını oluşturan bu ögeler: 1) Ulusal devletin üniter yapısı; 2) “Türk milleti” kimliği ve Türk vatandaşlığı; 3) Resmi dil olan Türkçe olduğu ve onun dışında ikinci bir resmi dilin olamayacağı; 4) Türk milletinin birlik ve bütünlüğünün bu üç koşulun ödünsüz savunulmasına bağlı olduğudur. Görüldüğü gibi, bugün Türkiye Cumhuriyetinin, laik ulusal devletin varlık-yokluk sorununa kilitlenmiş olan saflaşma, bütün siyasal, konjonktürel aciliyetlerin dayatmasıyla iki blokun mücadelesine indirgenmiştir. Bu tablo, AKP ve CHP'nin arzuladığı iki partili bir tahterevalli oyununun ötesinde bir niteliğe sahiptir. Gerçeklikte Kemalist Devrim ilkeleri ve birikimiyle emperyalizm ve işbirlikçi neoliberal-Osmanlıcı ortaçağ güçleri arasındaki bir hesaplaşmadır. Ya Atatürkçü Cumhuriyeti savunacaksın ya da şer ittifakının, yeni Osmanlıcı planın yanında yer alacaksın! Bu nedenle, uçurumun kenarında ve bu dar geçitte Cumhuriyetçiler, başarıya ulaşmanın vazgeçilmez ittifaklarına, zorunlu en geniş birliktelikler ve bunun için gerekli siyasal taktik ve yöntemlere odaklanmak zorundadır. Bunun için hiçbir siyasal parti veya güç, yangından mal kaçırırcasına kolaycı, küçük hesaplar yaparak, aynı cephede yer alması gereken başkalarını dışlama hatasına düşmemelidir. Bildiride öne çıkan kavramlar, vurgular ve gündemle Türkiye'nin öncelikli gerçek gündemini karşılaştırdığımızda, asıl öne çıkarılması gereken kavramlar neden bildiride yer almıyorlar? Neden, Komisyon'da en kritik tartışma konusu olan “devletin üniter yapısı”na bildiride yer verilmiyor? Neden “milli” / “ulusal”, “millet” / “ulus” ilke ve kavramlarına hiç yer verilmemiş ve onların dayandığı toplumsal ve tarihsel gerçeklik yansıtılmamış? Neden komisyonda Osmanlıcı ihanet planının en önemli hedefi olan “Türk milleti” kimliğine, milletin adı, yurttaşın niteliği olan “Türk” tanımına değinilmemiş? Demek ki bu kavramları özellikle kullanmamaya özen gösteren ideolojik ve siyasal bir duruş söz konusu. Bildiriye damgasını vuran TKP'nin siyaset anlayışı her bakımdan yansıyor burada. Sanırım kendileri de bunu gizlemiyordur. Nereden bakarsak bakalım, bildiriye egemen ideolojik-siyasal duruşun omurgasını milliyetçilik, ulusalcılık karşıtlığı oluşturuyor. Vatanseverlik vurgusu -o da “ülke” olarak ifade ediliyor- yeterli, milliyetçiliğe gerek yok, çünkü onda şovenlik, ırkçılık var diye mi düşünülüyor? Dünyada ve özellikle Ortadoğu'da (BOP) yaşanan emperyalist küreselleşme projesi ve stratejisinin temel hedefinin ulusal/milli devletleri parçalamak olduğunu demek ki bu arkadaşlar hâlâ anlayamamışlar. Türk Solu, 70'lerden, Sovyet Bloku'nun dağıldığı ve dünya ölçeğinde çok önemli stratejik değişimlerin yaşandığı 90'lara kadar milliyetçilik (ulusalcılık) ilkesine hep mesafeli durdu. Daha sonra da bu çarpık, şaşı duruşun izleri günümüze kadar sürdü. O da bir gerekçe olamaz ama diyelim ki bu durumun bazı nesnel nedenler vardı. Bunda hiç kuşkusuz, bilimsel devrimci bir tavrın tepki temelinde oluşması kesinlikle yanlış olsa da MHP'nin Amerikancı gerici milliyetçiliğine tepkinin rolü vardır. Ama sorun sadece bu değil. Çünkü solun önemli bir kesiminin Kemalist Devrim mirasından kopması nedeniyle savunulması gereken devrimci milliyetçilikten de uzaklaşıldı. Atatürk'ün antiemperyalist ve antifeodal devrimci milliyetçiliğine, şovenlik, ırkçılık yaftalarıyla günümüzde bile CHP dahil geniş bir sol kesimde karşı çıkıldığı malum. Ne tarihsel ne toplumsal ve ne de felsefi olarak savunulabilecek bu çapsız, ufuksuz ve derinliksiz tavır hâlâ en büyük kamburumuz olmaya devam etmiyor mu? Daha da saçma, cahilce ve çocukça olanı ise, 70'lerden günümüze, “Türk” sözcüğünün geçtiği her şeye ırkçılık damgası vuran kör bir cehalet ve ilkellik dönemi yaşandı. Uzantıları hâlâ devam ediyor. Aslında Batı güdümlü olan ulusal kimliğe yabancılaşmış ve sosyalizm konusunda görünüşte bilgiçlik taslayan, sosyalizmin özünü, onun ulusal kimlik ve kültürle içeriksel bağını hiç anlamamış bu kabalık, kibir ve ahmaklık, Türk yerine “Türkiyeli”, Türk aydını yerine “Türkiyeli aydın”, Nazım'ı da mezarında kıvrandıracak hödüklükle “Türk şairi” yerine “Türkiyeli şair”, Türk edebiyatı yerine “Türkçe edebiyat” diyebiliyor. Dikkat edilirse, bildiriye de yansıyan, onun gerisindeki ideolojik-siyasal anlayışta, Cumhuriyet Devrimi mirasına sahip çıkarak düne göre önemli gelişmeler gösterse de hâlâ geçmişin kirlerini, tortularını koruyan sakat, sorunlu bir tavır varlığını sürdürmektedir. Bu anlayışın ve tavrın özünü Türk kimliğine, Türk milleti tanımına, kaynağı en az yüz yıllık Batı merkezli ve katmerlenmiş düşünce kalıplarının oluşturduğu önyargılı, çarpık, şaşı bakış oluşturuyor. ABD güdümlü üçlü karşıdevrimci ittifakın niyet ve söylemlerine yansıyan üniter devletin tasviyesi çabalarına karşı, bildiride, ona sahip çıkma anlamında herhangi bir ifade ve tavrın yer almaması çok çok düşündürücüdür. Oysa, evrensel bir doğru olarak tekrar vurgulayalım: Hiçbir antiemperyalist mücadele salt vatanı ya da ülkeyi savunmak biçiminde somutlaşmaz ve açıklanamaz. Çünkü, o antiemperyalist mücadeleyi veren bir özne vardır; o öznenin pozitif tanımı millettir, ulustur. O millet olmadan, ona vurgu yapılmadan, o öznenin birliği, bütünlüğü, yüksek iradesi olmadan ülkenin bağımsızlığı ve bütünlüğü asla savunulamaz, sağlanamaz. Bu nedenle emperyalizme karşı mücadeleyi veren, savaşan özneyi vurgulamak zorunlu ve kaçınılmazdır. Antiemperyalist ya da ulusal bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşmasının yolu nereden geçmektedir? Sadece silahlı kuvvetlerle mi kazanılıyor bu savaş? Bunun için, ulusun birliğinin, bütünlüğünün sağlanması ve toplumun bölünmez bir bütün olarak ulusal bağımsızlığı savunması tayin edici değil miydi? Bunun anlamı aynı zamanda ulusal bilinci, uluslaşma ile çağdaşlaşma, aydınlanma, laikleşme arasındaki zorunlu bağı içeren ulusalcılığın, milliyetçiliğin gelişmesi değil mi? Bizim gibi ülkelerde uluslaşmanın hem ekonomik-toplumsal ve kültürel feodal parçalanmışlığa karşı, hem de emperyalist işgal ve müdahalelere karşı bir devrimci mücadele olduğunun en açık ve öğretici örneğini kendi ulusal kurtuluş savaşımızın oluşturduğunu asla unutmamalıyız. İşgalci dış güçlere karşı bu savaşta, Kemalistlerin önce iç cepheyi sağlamlaştırmak ve milletin birliğini sağlamak için, Aznavurlara, Çapanoğullarına, Delibaşılara ve Çerkez Ethem kuvvetlerine karşı verilen ve iki yıl süren bir iç savaş yürütüldüğü de tartışmasız bir gerçektir. Dönüp dolaşıp şu noktaya geliyoruz: Vatanı ya da ülkeyi savunacağız, “ülkemizin uçuruma yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz”, tamam, çok doğru. Ancak, teorik ve söylemsel olarak bile bugün aciliyet haline gelmiş bu amacı gerçekleştirecek olan toplumsal ve siyasal güçleri bütün açıklığı ve inandırıcılığıyla ifade etmek zorundayız. Bu geniş birlik hemen gerçekleşmese de mutlaka gerçekleşmesi gereken bir hedef olarak vurgulanmak zorundadır. Sosyalistler, asla sıradan, artçı, izleyici, “kelle toplayıcı” değildir, her zaman öncüdürler; en ileri, en gerçekçi hedefleri, en yetkin bilgilerle topluma göstermek zorundadırlar. Peki, uçurumdan yuvarlanmaya izin vermeyecek olan güç, kuvvet, sen ben, bir grup aydın mı? Bu sadece bir propaganda söylemi değilse, iddialı ve sonuç almaya odaklanmış bir çağrı ise, -ki bugün buna ihtiyaç vardır- her kesimde inandırıcı olmak zorundadır. Ulusun küçük bir parçasını mı kucaklıyoruz, yoksa tek bir yumruk halinde birleşmesi gereken ulusun en azından büyük bir çoğunluğu mu? Başta biz aydınları, yurttaşı olduğumuz ulusal topluluğu birleştiren ortak kimlik, ortak değer, kavram, kurumları kucaklamadan bu mümkün mü? Cumhuriyetçilerin birliğinin çimentosu nedir? Elbette bu, Türk kimliğidir, Türk milletidir. Anayasanın girişine boşuna konmamıştır. Ezilen, emperyalist tehdit altındaki sosyalist bir ülkenin anayasasına da bu ulusal kimlik konmak zorundadır. Çünkü o sosyalizm, bağımsız ve egemen bir ulusun anayasasına kazınmıştır. Bugün de o döneme göre biçimi, yöntem ve araçları farklı, daha karmaşık olsa da, özünde nerdeyse aynı olan, ya da çok benzer bir ulusal yıkım ve ihanet planıyla karşı karşıyayız. Yine bir emperyalist müdahale tehdidi var, dış ve iç toplumsal, siyasi, kültürel dinamikler bunun için kullanılmaya çalışılıyor? Yine 1920'lerde olduğu gibi sosyalistler, (devrimci) milliyetçiler ve yenilikçi-ilerici aydınlar, en trajikomik olanı 70'lerde yaşanan Bizantinizm tuzağına düşme zaafı, çapsızlıkları yaşıyor. Benim sözüm ise öncelikle sosyalistlere. Neden bu çapsızlık, ufuksuzluk hataları tekrar ediliyor? Hataların, çarpık ve sığ bakışın kaynağı, bence, Türkiye özgünlüğüne uymaya, dokusal uyumsuzluk yaşayan Batı merkezli dogmatik kalıplardan kurtulamamak, ezberci ve şabloncu sosyalizm söylemlerini aşamamaktır. Başlarda da belirttiğim gibi, bu ezberci, basmakalıpçı bakış, özellikle 1990'larda yaşanan ve dünya çapında bütün siyaset ve propaganda içerik ve biçimlerinin tepeden tırnağa değişmesine yol açan büyük stratejik değişim ve altüst oluş sürecinin kavranamamasıdır. Bilimsel sosyalistlerin temel görevi, öncelikle böylesi dönemleri bütün boyutlarıyla incelemek ve yeni döneme ilişkin teori ve siyasetler geliştirmektir. Bunu yapmayan, yılların oluşturduğu önyargılarına, duygu, tepki ve öfkelerine söz geçiremeyen sosyalist bir papağandan başka bir şey olamaz. 1990'lardan sonra sosyalistlerin kavraması gereken en önemli gerçek ve görev, küreselleşme saldırısının ilk hedefine koyduğu ulusal devletlerin bağımsızlığını ve egemenliğini savunmaktı. Bu, en başta İşçi sınıfı ve sosyalistlerin göreviydi. Çünkü, sömürgeleşmiş, etnik ve dinsel - tarikatsal kimlikleriyle bölünmüş, yurttaşlık bilincinin oluşturulamadığı bir ülkede zaten parçalanmış durumda olan işçi sınıfı ve emekçiler birleşip devrim yapabilir mi? Batı'da bile ulusun çıkarlarını, ulusal egemenliği, ulusal kültürü ve değerleri savunmak bugün önemli hale geldi. Bu nedenle sosyalist ve devrimcilerin önemli bir görevi, özellikle Balkanlarda (Yugoslavya'da) ve Ortadoğu'da (Büyük Ortadoğu Projesi ile 22 devlet) hedef alınan ulusal devletleri parçalama, etnik kimlikli küçük devletçiklere bölme projesine karşı kapsamlı, etkili bir mücadele yürütmekti. Aynı zamanda kim ne derse desin, günümüzde dünya emekçilerinin dayanışması olan enternasyonalizmin somutlaşmasıydı bu. Türkiye'de ise, Komisyon'un arkasındaki karanlık niyet ve planın BOP ile bağlantısını kim inkar edebilir? Yani ulusal devleti savunmak, ulusalcılık, milliyetçilik, -Kemalizmin Altı Ok'unda belirtildiği gibi- hâlâ antiemperyalist, antifeodal, antitarikatçı, antietnikçi devrimci bir ilkedir. Son otuz beş yılın bu tayin edici ilkesinin, ulusal devleti, ulusal kimliği, ulusun bütünlüğünü savunma anlamında Atatürk (ya da Türk) milliyetçiliği olması boşuna değildir. Şu anda, Kemalist Devrimi ve Cumhuriyeti yıkmayı amaçlayan Yeni Osmanlıcı emperyalist girişime karşı en etkili ve birleştirici simge ve ilkenin Atatürkçü Devrimci Milliyetçilik olması boşuna değildir. Bütün bu nedenlerle milletin birliğini simgeleyen “Türk milleti” kimliğini esas almayan, içinde yaşadığımız son derece hassas dönemeçte bunu açıkça vurgulayıp sahiplenmeyen açıklama ve duruşların kendini ifade etme dışında -kuşkusuz bunun da bir değeri vardır- nitelik olarak da nicelik olarak da bir işlevi, ağırlığı yoktur. Belli bir sol çevreyle kendini sınırlayan, geldiği kökene bakmaksızın bugün Atatürk milliyetçisi odaklı siyasetleri görmezden gelen, dışlayan hiçbir söylem ve tutumun büyüme, dikkate alınır toplumsal ve siyasal bir kuvvet olma şansı ve “uçurumdan yuvarlanmaya” engel olmaya anlamlı bir katkısı yoktur. Bu bağlamda, örneğin CHP'nin yanında, başta İyi Parti, Zafer Partisi olmak üzere, BTP, VCP, SCP gibi Cumhuriyetçi ve Kemalist ilkelere sahip çıkan partilerin birliğinde ısrar etmek zorunludur. Bütün piyasacı, NATO'cu, Batıcı eğilimlerine karşın kitlelerin Cumhuriyetçi taleplerini temsil eden büyük partilerle birlikte hareket etmeyi esas almayan, gerekirse biraz kirlenmeyi göze almayan hiç bir tavır ve ylemin, karşıdevrimi püskürtme ve başarıya uluşma şansı yoktur. Bildiriyi hazırlayan TKP'liler dahil Cumhuriyetçi cephede yer alan bütün partilerin ciddi kusurları olduğunu kimse inkar edemez. Değilse Türkiye bu noktaya gelmezdi. Şimdi erdemli, yetkin ve nitelikli siyasi tavır, bu kusurların üstüne çıkarak bütün ulusun ortak direnme mevzisini oluşturmak ve devrimci cumhuriyeti tekrar kurma iradesini ortaya koymaktır. Çağın ve günün gerçekliğinde bu noktada kendini yenilemeyenler, kısır döngülü, güdük bir sosyalizm fantezisine, iyi-kötü sosyalistlik oyununa takılıp kalmaya mahkumdur. Ha, 50-60 yıllık solun kısır döngüsünden kurtulup devrimci bir kuvvet yaratmak ve iktidar olmak temel amacımız deniyorsa, işte Halep işte arşın!.. KIVILCIMLI, BELLİ, AREN, AVCIOĞLU MİLLİYETÇİLİKLE SOSYALİZMİ BİRLEŞTİRİRKEN YANLIŞ MI YAPTILAR? Sözün özü, günümüzün gündemini oluşturan bu olgular karşısında sosyalist, devrimci ve yurtseverlerin, -niyet ne olursa olsun- kendi içine kapanmış teori ve siyaset oyunu havuzundan bir an önce çıkması, millet denizinin fırtınalı dalgalarına karışması elzemdir, zorunludur. Tam makalemi bu cümleyle sonuca bağlarken, Yıldırım Koç'un, Hikmet Kıvılcımlı ile ilgili ve de tartışma konumuzla doğrudan bağlantılı, onun, “Türkiye'de milliyetçilik sosyalizmdir” sözünü başlık yapan (ve Yarınlar'da yayınlanan) yazısını okudum. Yazımı bir iki paragraf daha uzatma pahasına, yukarıdaki çok önemli düşünceyi ben de daha önce birkaç kez vurguladığım gibi, 1960'larda, Yön dergisinde, TKP mirasının önde gelen kişilerinden Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Sadun Aren ve Doğan Avcıoğlu tarafından, milliyetçiliğin Türkiye'de sosyalizmin temel bir bileşeni olarak vurgulandığını tekrar belirtmek isterim. Ayrıca Doğan Avcıoğlu'nun temsil ettiği milliyetçi/ulusalcı sosyalizm düşüncesini daha sonra Uğur Mumcu ve İlhan Selçuk'un sürdürdüğünü de belirtelim. Belirleyici ögelerinin, Jöntürk hareketini de katarsak en az 120 yıllık tarihte yattığı Türkiye özgünlüğünde, gerçek anlamda solculuk, sosyalistlik ve devrimciliğin sınırlarının ve çerçevesinin, ulusal bağımsızlığı, ulusal bütünlüğü ve bunları gerçekleştirecek öznenin Türk milleti kimliği olduğunu benimsemek, içselleştirmek ve bilince çıkarmaktan geçtiğini bilmeliyiz. Bugün hâlâ Mustafa Kemal'in solcu, devrimci olup olmadığını tartışan sivri akıllı, Batı'nın kalıplarına takılıp kalmış bir sol anlayışın ciddi lekelerle dolu mirasını taşıdığımızı unutmayalım. Sonuç olarak; milliyetçilik, -kuşkusuz Altı Ok'taki Atatürk milliyetçiliği- hâlâ emperyalizme bağımlı ve Osmanlı orta çağ kurumlarını ve kültürünü temizleyememiş, dolayısıyla uluslaşması tamamlanmamış olan ülkemizde, ulusal demokratik devrim ve sosyalizm mücadelesinin temel bileşeni olmaya devam ediyor. Hele ülkemize uçurumun kenarında varlık-yokluk seçeneklerinin dayatıldığı günümüzde, aslında bu kadar netleşen bir saflaşma da, nedeni ne olursa olsun, kendini kesinlikle Cumhuriyetçi blokta tanımlayan ve onun mücadelesini verenlere burun kıvırmaya, armudun sapı üzümün çöpü bahaneleriyle yapay mesafeler koymaya kimsenin hakkı yoktur. Böylesi yaşamsal bir eşikte stratejik düşünmeyen ulusun bütününü kucaklamayan ve küçük hesaplar yapanların yurtseverlik ve devrimciliği de sorunludur. Mehmet Ulusoy ‘DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN' UYANIKLIĞI ve KOLAYCILIĞI MI?
“TÜRK” TANIMI, “TÜRK MİLLETİ” KİMLİĞİ BİLDİRİDE NEDEN YER ALMIYOR?
ÜLKENİN BAĞIMSIZLIĞI VE BÜTÜNLÜĞÜ, TÜRK MİLLETİNİN BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜ OLMADAN NASIL SAVUNULACAK?
TÜRK SOLU, NEDEN BİZANTİNİZM TUZAĞINA TEKRAR TEKRAR DÜŞÜYOR?
90'LARDA KAVRANAMAYAN EN ÖNEMLİ GERÇEK, KÜRESELLEŞMENİN TÜRK MİLLETİ KİMLİĞİNİ HEDEF ALMASIYDI
EMPERYALİZME VE GERİCİLİĞE KARŞI EN ETKİLİ VE KUCAKLAYICI DURUŞ ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİDİR
Gercekedebiyat.com