Yalınayak Sirtaki / Gül Yıldız
Adam kaç ışık yılı yakındaydı? Kadının yanında kalmıştı. Adam yanmakta, kadın görmekteydi. Yahut tam tersi. Yatağa uzanmış biri, diğeri kahvesini yudumlamakta.
Bir deprem olur, sığınaklarım göçer. Kendimle savaşımda yeminlerimin altında kalırım. Her gün dünyayı kurtarıyoruz, sanki mutlu edecekmiş gibi. Yaşadım, kahrından biliyorum. Bir çocuğun sevincinde yürüyorum. Kısa soluklu bir dans gibi. Öyleyse size rahme düşme yasasını anlatayım.
Sokak karanlıktı, kaldırımlardan emin olamıyorlardı. Evlerden gelen silik ışıkların aydınlattığı kadar görebiliyorlardı birbirlerinin yüzlerine sinmiş ciddiyeti. Bu saçmalığı uzatmaya ihtiyacı yoktu kimsenin. Yürüdüler, yürüdükleri yol da sessizdi. Yukarıda peşleri sıra süzülen buluttan haberleri yoktu. Ait değillerdi aşka ve de yalnızlığa.
Bu suskunluğu “Sadakat” diye seslenerek bitiriverdi kadın. Soru ifadesiyle baktı adam, kadının gözlerine. Devam etti kadın: “Sadakat, önemli. Çünkü her ihanet, bir aşk çocuğunu öldürür.”
Zaman zorunlu bir istikamet değildir. Beklemedikleri gibi olacak her şey. Çünkü mucizeler rastlaşmadan önce haber salmaz kimseye. Yalnızlığın tam ortasında durursun ve sular durulur. Ve yine her şey kendi yarattığın bir geçmişte kalır. Bu yüzden kaybettiğine üzülmemek için kazandığına sevinmemelisin.
Güneş tam tepelerinde, “Saat on iki” diyor kadınla adama. Gölgeleri kaybolmuş; aramak yerine beklemeyi tercih ettiler.
Gelecek mi onlara gelirdi yoksa onlar mı ona giderdi, hiç bilemediler…
“Yani her yalan, bir hakikati öldüren cinayettir” dedi adam. Kadın sordu: “Ölüm sandığın gibi bir şey mi?” Adam yanıtlayamazdı. Birlikte yaşamaya devam ettiler.
Doğmadan önce imledikleri bir yoldaydılar. Yol, tek noktadan ibaretti. Gölgeleri yeniden uzadıkça uzadı. “Kulaklarımda sonsuz bir müzik” diye çınladı kadın. Adam, kaybetmekten korkarcasına sarıldı ona. Saçlarını kokladı ve “Evdesin” dedi.
Adamın duman rengi kravatı, alev rengi gömleğine ne de çok yakışmıştı. Boğulmak üzereydi. Kül rengi ceketini alıp evi terk etti. Üzerinde kadının izlerini taşıyor, “Dışarıda olmak zorunda değilsin. Gözlerini kapattığında yıldızları görebilirsin” diyordu adam çıkarken.
Sesine bir çelme ilişti.
Dışarıda bir yağmur, yalnız fanilere sel oluyordu. “Yeniden doğumdur yağmur” diye mırıldanan kadının sesi yine yağmura karıştı. Yağmur, şehrin tüm gölgelerini sildi.
“O halde, mavinin içindeki bulutlar, arafta bekleyen ruhlar mıdır?” sordu adam.
Saat yılmış. Kadın sürdü sözlerini gecenin tenine: “Dönüp geleceğin yer yine sen. Geminin rotasına rüzgâr karar verecek, nefes nefese… Dilersen, dur ve seyre dal. Ben anlattığım için yağmur var.” Adam kapının kolunu bıraktı, kadının yanında kaldı. Bir kahve, belki.
Uyumaya niyetleri yoktu ki hiç. Ne zaman dalınacaktı aynı rüyaya? Yorganın içine gömül, daha derine. Gömülmeli ve uyumalıydı her ikisi de. Yağmur yağarken tüm renkler eşit; gökyüzü bu yüzden siyaha çalar. Bir de varsa gece var. Kadın “Güneş saatini kullanmam” dediğinde, adam nedenini istedi ondan. Yanıtladı kadın: “Yıldızlara mesafemi yıllarla ölçemem ki. Sevgiler, rahmetler, kısacık ömürler…”
Adam kaç ışık yılı yakındaydı? Kadının yanında kalmıştı. Adam yanmakta, kadın görmekteydi. Yahut tam tersi. Yatağa uzanmış biri, diğeri kahvesini yudumlamakta. Kadın gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu: Neden bütün evlerin tavanlarını beyaz yaparlar ki? Maviye boyasınlar bundan sonra. Çocukluğunda eline bir ayna alıp tavanın yansımasına bakar, hayal kurardı. Tersine dünya; yer çekimi yerine sadece kendisine özel gök çekimi olsaydı mesela. Işık yine aşağı sarksın. O öylece tavanda gezinsin isterdi. Çocuk aklı.
Kadının eline uzandı ve tuttu sıkıca. Ne zaman bırakacaktı? Sonsuzluk varsa ve de bir noktaysa onların yolu bir yere varmaz mı?
Bazen de önce sevişir, sonra konuşurlardı.
Gül Yıldız
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR