Şiiri olmayan şair! / Coşkun Kartal
Arzusu, bir şiir yazarak hayata katılmaktan ibaretti!
Bir şiir yazmak istiyordu yalnızca; her hangi bir şiir! Evren var olduğundan beri görülmemiş büyük bir sevdayı anlatmak ya da insanın insan olma serüvenindeki en görkemli başkaldırıyı dile getirmek istiyordu dizelerinde. Bu olmazsa ergenlik çağındaki ailesi yoksul zavallı bir çocuğun iç evrenindeki sıradan, iddiasız ama sıcacık duygularını, koşullarından gelen umarsızlığını ya da baharda doğanın çiçeğiyle böceğiyle büyük uyanışını yansıtan bir şiiri yaratmayı arzuluyordu yıllardır. Aşkı, devrimi, yoksulluğu ve toplumsal eşitliği, sıradan insancıl duyguları yazmayı diliyordu. Şiirin akıp giden hayatın ta kendisi olduğuna inanıyordu. Arzusu, bir şiir yazarak hayata katılmaktan ibaretti! “Yürürken, otururken, film izlerken, kitap okurken, müzik dinlerken ya da günün herhangi bir vaktinde, herhangi bir yerde, herhangi bir şeyle uğraşırken geliveriyordu ilham!” demişti, sonraları bir arkadaşıyla konuşurken: “Dizeler, kağıda dökülmeden su gibi akıp gidiyordu zihnimde; bir duygu esintisi fırtınalara dönüşüyordu sanki, sonra benliğimi teslim alıyordu. O an nerede olduğum fark etmiyordu. Gözüm hiçbir şeyi görmeden, kimseyi duymadan hemen kağıda dökmek istiyorum tasarladığım şiiri!” Hemen yazmak istiyordu “tasarladığı” şiiri. Ne var ki çoğu zaman kağıt kalem bulamıyor, bulduğunda ise unutuveriyordu aklından geçen dizeleri. Tıpkı, uykunun en derin yerinde görülen, insanın zihninde beliren yaşamındaki en güzel düş’ün sabah uyanınca anımsanmadığı gibi yitip gidiyordu o güzelim dizeler; şiir yazamayan şairin çöküntüsünü bir parça daha arttırarak! Anlatırken gözleri yaşarmış, arkadaşını hüzünlere gark eden şu sözler dökülmüştü dudaklarından: “Koca bir hayat geçip gitti o en güzel düşü görmek nasip olmadan!” Arkadaşı, ne diyeceğini bilememiş: “Keşke yazabilseymişsin o şiiri” demişti, “keşke görebilseydin o en güzel düşü!” * Bir eylül sabahının saat üçünde, kendisine nedense yıllardır sürdüğü duygusunu veren sonuncu uykusundan uyandı. Son zamanlarda sık sık başına geldiği gibi, epeyce bir zaman nerede olduğunu çıkaramadı. Denizin kıyıdaki yeşilliklerin içine kadar girdiği küçücük bir koy’un kıyısında yattığını düşündü. Su, sonu gelmez salınımı ve küçük beyaz köpükleriyle usulca yanına kadar ulaşıyor, ardından şaka yapmış gibi geriye doğru çekip gidiyordu. Tıpkı hep kolayca yazacağını sandığı ama yazmayı bir türlü beceremediği o görkemli şiir gibi yaramaz, huysuz, hırçın, sevimli… Denizin kıyısında değil yatağında olduğunun ayrımına varınca, gözlerini karanlık tavana dikip uyurken düş görüp görmediğini anımsamaya çalıştı. Belleğinde bir takım anlamsız imgeler dolaşıyordu; ancak bunların gördüğü bir düşten artakalan şekiller olup olmadığına karar veremiyordu bir türlü. Bu yorucu “düş anımsama” işinden vazgeçtiğinde, tavanı ve tavandan sarkan üçlü avizeyi seçmeye çalıştı . Bir süre de böyle oyalandı. Gecenin bir köründe uykusu geri gelmeyecek biçimde kaçan ama yataktan kalkmak için de zamanı çok erken bulan insanların huzursuzluğunu yaşıyordu. Kendini bir süre de kafasında dans etmeye başlayan bölük- pörçük, abuk-sabuk düşünce kırıntılarına kaptırdı. Ardından da son zamanlarda sıkça yinelediği ve adeta gelenek haline getirdiği üzere, bir kez daha “hayatının muhasebesine” başladı. Çok küçükken bile şair olmak isterdi, hayata şiirin gözünden bakardı. İçinde yaşadığı büyük duygu patlamalarıyla, coşkuyla neredeyse her gün bir başkasına aşık olduğu kızlar için, onlara vermeye asla cesaret edemediği dizeler karalamıştı gençliğinde. Bir ara, toplumda yükselen devrimci dalganın etkisine girmiş, Nazım gibi “kavganın şairi” olmak istemişti. Ama ne yazık ki, kafasında biçimlendirdiği görkemli dizeler, kağıda döktüğünde hiç hoşuna gitmemiş, yazdıklarını kimsenin görmediği köşelerde, tozlu dosyaların içinde saklamıştı. Sonra, dönem dönem girdiği “şair bunalımları”nda, çocuğunu kanlı gözyaşları dökerek tanrılara kurban veren bir baba gibi, yırtıp atmıştı o güne dek tüm yazdığı şiirleri. Çılgın delikanlı günlerinde, hem her biri onu göklere yükselten sevdaları hem de adandığını sandığı görkemli savaşımı sonraları çok düşünmüştü. İşin tuhafı, her sevdalanışında sevdalandığı kadınla bütün insanlardan uzaklaşıp sonsuz mutluluklara koşma hayalleri kurarken, bir yandan da gümbür gümbür yükselen devrimci savaşımın kalabalık zafer günlerini canlandırırdı kafasında. Şimdiyse “ecel kapısında duran biri” olarak, çoktan eskimeye yüz tutmuş zamanların şiirden ”dönmüş” eski şair adayı olarak görmekteydi kendisini. O gün öleceğini düşünüyordu. “Beynimde yankılanan eskimiş dizelerin sessiz müziği eşliğinde, adım adım sona yaklaştığımı hissediyorum.” İçinde, en sevmediklerinin bile ardı ardına ortadan kaybolmasından burukluk duyan entelektüel ihtiyarların derin hüznü vardı. Çok isteyip de büyük bir ozan olamayışına, hatta küçük bir ozancık bile olamayışına lanet okuyordu. Bunun için bir yandan kendini suçlarken, hedefine varamayışının baş sorumlusu olarak şiirin ta kendisini görüyordu. Un elenmiş-elek asılmış, başarılan başarılmış, başarılamayan yüreğinin bir köşesinde silinmez bir iz olarak kalmıştı. Ne mene bir şeydi bu şiir denen lanet olasıca kavram! Hayatının da bitmek üzere olduğu bu son noktada yaptığı tanıma göre, şiir, insanı insan yapan ifade biçimiydi, kolayca yazılıvereceği sanılıp en zor üretilen en garip yapıttı! Sesli düşünüyordu: “Ayaklarımıza tatlı tatlı sürtünüp bize sahiplik duygusunu tattırdığı halde, asla sahip olamadığımız ve olamayacağımız sevimli, cana yakın, kural tanımaz, kaypak, hain kör bir kedi bu şiir denen meret. Binlerce dize üretip de elimizde birkaçı kalıveren keçiboynuzu! Bir yandan coşturduğu duygularla yedi kat arşa yükseltir bizi, öte yandan derin melankolilerin bitmek bilmez karanlığına sürükler, her türlü aklı başındalığı bir kalemde silip atıverir!” Ona göre, sözcük oyunlarıyla kendisi dönek olduğu kadar, yazanını da bir anda uçlardan uçlara savuruveren oynak bir dişiydi şiir! Adanma duygusuyla birlikte akıl almaz bencilliklere sürükleyen, bir dava uğruna vermeyi kararlaştırdığımız canı, aynı anda herkesten ve herşeyden kıskanmamıza yol açan çözülemez bir yün yumağı, bir İskender Düğümüydü! “Kavgaya adanmış dizelere farkına varmadan keskin dönüş ifadeleri ekler; bir çift yeşil göz için her şeyin anasını sattırır insana!” Kısaca, hayatın ta kendisiydi! Şiir, geçmişindeki bir dönemde öylesine takıntı haline gelmişti ki onun için, yazmayı başarmak adına konuya bilimsel de yaklaşmaya çalışmış, insan yaşamında nasıl ortaya çıktığına ilişkin kitaplar karıştırmış, ansiklopedilere dalmış, kuramlar üretmişti. Araştırmalarında insanın konuşmasının ortaya çıkışına kadar uzanmış, Engels’in deyişiyle alet yaparak üretmeye başlayan maymunsu ataların birbirine birşeyler söyleme ihtiyacının sözü doğurduğunu keşfetmişti! Düz konuşmanın eğilip bükülerek, estetize edilerek, içine duygular katılarak, sözcüklerin birbirine uyumu sağlanarak yaratılan bu yeni ifade biçimini konuşmanın tarihinde bir devrim olarak nitelemişti. Bu devrimin, insanlığın geçirdiği evreler içindeki en önemli gelişmelerden biri olduğunun altını çizmişti. “İnsanlığı ileriye taşıyan ozanlar, hayat evrile yoğrula geçip giderken, yazılanlara yeni dizeler eklemişler durmak bilmeden .” diyordu, “Sanki, yaşamın her yönünü ve her alanını kapsayan bir tek büyük şiir yaratmaya çalışmışlar: Bir büyük insanlık destanı!” Her ozanın bu büyük destanın en önemli dizelerini yazmak için uğraştığını, bu yüzden başkalarıyla kıyasıya, acımasız bir çekişmeye girdiğini bile düşünmüş, bu çekişmede kimselere sezdirmeden kendine de bir yer bulmaya çalışmıştı. Kim bilir, o yeri bulabilseydi, belki de destana en görkemli dizeleri armağan edecekti! Ne yazık ki o yeri bulamamış, çıkmayı tasarladığı bu büyük yolculuktan, sonunda dönmek zorunda kalmıştı. Dönüş gerekçesi de ilginçti: “Yaşamak varken, başka şeyler için yapılan uğraşıların tümünün gereksiz yalanlardan ibaret olduğu gördüm” diyordu kendi kendine: “Bu, hem şiirden vazgeçmek anlamına geliyordu; hem de aşktan ve kavgadan caymak!” Gece karanlığında saldıranlara göğsünü siper etmek yalandı, gün ışıyıncaya kadar bir köşeye sinip saklanmak varken! ”Bırak başkaları yapsın bir şeyler yapılacaksa!” Bu dünyada kendini “birşeye” adamaya hazır insan o kadar çoktu ki; tarihin çöp sepeti bunlarla doluydu! Bu görüşlerini açıklayınca eleştirmişler, kişiliksiz, dönek, satılmış demişlerdi! Ama O, çektiği sıkıntıların ardından şiirsiz, kavgasız ve sevdasız yolunu bulunca iyi bir hayat yaşamıştı doğrusu! Modern çağın sunduğu ışıltıyı görmüştü! “Dünyadaki milyarlarca insanın kaçı görebildi ki o ışıltıyı; o eskiden aklıma havsalama sığdıramadığım ve bugün çoktan geride bıraktığım inanılmaz yaşam tarzını?” derdi sıklıkla. * Karısı bırakıp gittiği için uzunca bir süredir tek başınalığını paylaştığı ıssız yatağında, gözlerini odadaki eşyaları her şeye benzetilebilecek gölgeler gibi gösteren karanlığa dikmiş, birbiriyle hiç ilgisi olmayan düşüncelerin karmaşık dansını, adeta tarafsız bir gözle izliyor gibiydi. Beyninde, derli-topluyken birden abuk-sabuk hale gelen, sonra çeşitli kıvrılıp bükülüşlerle yeniden düzeliveren düşüncelerin bombardımanı devam ediyordu. Bazen başucundaki fosforlu masa saatinin kadranına göz atıyor, gözlerini kapatıp bir parça daha uyumaya çalışıyor, bu arada yattığı saati hatırlayarak kaç saat uyuduğumun hesabını yapıyordu. Bugün öleceğine ve artık uykuya gereksinim duymayacağına kanaat getirince doğruldu; ayaklarını yere basarak yatağın kıyısına oturdu, kalkınca başı dönmesin diye bir süre böyle bekledikten sonra da dizlerine yasladığı ellerinden güç alarak, ağır ağır uzun zamandır bu evde sürdürdüğü yalnızlığa dikildi. Sırasıyla dipteki yatak odasının, oradan mutfağa uzanan koridorun, koridor üzerindeki banyonun ışığını yakarak, ağır-aksak adımlarla sallana sallana yürüdü. Mutfağın ışığını yaktıktan sonra, ocağa su koydu, tuvalete gidip küçük su döktü, ardından salona geçti, kanepeye oturup birbiriyle bağlantısız düşünceler üretmeye devam etti. Artık zamanı iyice azalmıştı; belki bir kahve içimi kadar daha yaşayacak, sonra herkese ve her şeye veda edecekti. Ruhuna yalnızlık, terkedilmişlik ve yenilmişlik duygusu egemen oluyordu. Son kez birkaç dize yazmak geldi içinden. Kimbilir, bu dizelerle insanlığın büyük destanına bugüne dek yaşamış milyonlarca ozan gibi bir şeyler ekleyebilir, yaşamdan görkemli bir şekilde ayrılabilirdi. Belki ertesi gün onu bulacak olanlar, yanıbaşında son nefesinde yarattığı dizeleri görünce bunları şiirin ustalarına iletir, onlar da beğenirler ve şiirin tarihi içinde bir yere yerleştirirlerdi. Böylece yaşamı boyunca ulaşamadığı o yere öldükten sonra yerleşmiş olurdu! Masasının başına geçti, önüne kağıt kalem aldı, kağıda döktüğü dizeleri bir daha okumadan, üzerlerinden geçme gereği duymadan, güzel olup olmadıklarını bile merak etmeden yazdı, yazdı… Coşkun Kartal
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR