Şairlerin Psikolojisi / Yusuf Alper
Psikiyatrist şair Prof. Dr. Yusuf Alper'le şair Nisa Leyla Şiir ve Psikiyatri Kavşağında kitabı üzerine konuştu.
‘’Bütün bir ömür sağlama yapmakla geçti’’ / Yusuf Alper Nisa Leyla- Sevgili Yusuf Alper, bir sunumda sizi dinledikten sonra, şairler, hele de Türkiye’deki şairler için gerekliliğinizin kaçınılmaz olduğunu fark ettim. Şu sebepten: Birincisi, şairlere ve şiirlere psikolojik ve psikodinamik açıdan yaklaşım tarzınız, ikincisi bunu bütün şairlere uygulama imkanı olmasa da, en azından böyle bir çalışma başlatmanız. Şair-şiir-psikiyatri. Ne güzel bir üçleme. Üçü de insanla ilgili. Son kitabınız ‘’Yolda’’ ile Yunus Nadi, 2014 Şiir Ödülü’nü aldınız. Hayatı, ölümü, toplumsal yapıyı, insan’ı ele alarak, kendinizle özdeşleştirip ya da kendinizi insan’la özdeşleştirip, durmadan sorgulayan sessiz hüzünlü şiirleriniz, zamanın imbiğinden geçip, keyifli anlatımlar sunuyor bize, Yolda’da… Şimdiye kadar süregelen şiirinizde hüzün, ölüm ve hayat artık tamamen kendini zamana teslim etmiş, toplumsal görevini unutmayan, çalışkan, iradeli şiirlerle yol alırken, atınız yorulmuş… ’’Sür sür dörtnala bitmez bir yarışta/ Rahvana çevirmek vardı hayat koşusunu / Atım yorulmasaydı yorulmazdım asla’’. Yolda’ki psikolojiniz bir yorgunluğa imza atmış. Yine de her şiirin sonunda, toparlanıyor ve dünyayı paylaşımcı, duyarlı, eşitlikçi, birlikte ve mutlu olmasını öğreten bir ekrandan bize gösteriyorsunuz
Prof. Dr. Yusuf Alper- Ben ilk şiirlerimden beri “Kanayan Şiirler” yazıyorum. O zaman da ülkem kanıyordu şimdi de kanıyor. ‘’Bu hüzünlü şiirleri niye yazıyorsunuz?’’ diyenlere, Picasso’yu çağrıştırarak “Onları siz yazıyorsunuz (yazdırıyorsunuz)’’ diyordum. Dış dünya bu kadar zalim, kötü iken neşeli, mutlu şeyler yazmak olası değildir ve insani de değildir. Herhalde onun için böyle yazıyorum. Şiire başladığım yıllarda 12 Mart faşizminin yansımaları sürüyordu. Gencecik çocuklar “ Gelincik tarlasından bir dal kopardı diye/ Başları giyotinle uçurulan çocuklar” oluyordu. Onaltı yaşındaydım ve görüşmeci olarak jandarmalar arasında tutuklu yakınımı görüyordum. Sonra daha kötüsü geldi: Her akşam eve “Bugün de ölmedim anne” diye dönebilir miyiz? kaygısıyla yıllar geçti. Ölmedik ama ufak tefek yaralar berelerle ve ruhumuzda açılan derin yaralarla o dönemi geçtik. Geçtik diyorum ya ne gezer. Ardından gelen 12 Eylül faşizmi binlerce insanı işkencelerden geçirip birçok gencimizi astı. Birinin yaşı 18’den küçüktü, silah zoruyla yaşını büyütüp astılar. O faşizm egemenlerin çok hoşuna gitmişti ki, 35 yıldır aynen sürdürüldü. Son dönem daha farklı biçimlerde sürdürüldü, sürdürülüyor. Dışarıdan bu etkiler gelirken, çocuk Yusuf’un kumaşı da ince ve naifti. Duyarlı bir ailenin olası ki fazla duyarlı bir çocuğuydum. Altı yaşında”Yol kıyısında küçücük Buda”ydım. O yaşlarda, özellikle insan ilişkilerine duyarlı bir çocuk olarak erişkinlerin nasıl düşündüklerinin, ikiyüzlülüklerinin, bütün dalaverelerinin farkındaydım. Olası ki 5-6 yaşlarına kadar aile içi çatışmaları da kaygı ve üzüntüyle yaşadım. Bir yanda beni çok seven, özel ilgi gösteren yakınlarım, diğer yanda absürd davranışlarla beni hem çok seven hem ben ve başka yakınlarımı üzen yakınlarım. Tabii bunlar tahmin ya da yorum. Üç baba figürü (temsili) en az 4 anne figürü (temsili) olan bir aile ortamı. Anne-baba dışında, dede-nine, halalar, amca. Görünürde geniş feodal bir ailenin çok sevilen, el üstünde tutulan “ilerde büyük adam olacak” (Yedi yıl Rusya tutsaklığının derin hüznüyle sessiz sedasız dedemin dedikleriymiş: ”Ama ben göremeyeceğim”) denen ilk erkek torunu. Aileye yaklaşık 20 yıl sonra katılan yeni erkek. Çok sevilmemin sonucu olarak onu hak etmem gerektiğini yüklenmiş olmalıyım ki hep iyi olmak, hep herkesi sevmek ve memnun etmek zorundaydım. Başka türlüsünü “düşünemedim bile” (Zamanı Geçtim, Yaızlı Kağıt y. Ank.,2011,2013, 16). Bu iyi olma görevi bütün yaşamım boyunca peşimi bırakmadı. Her yerde ve herkese karşı iyi olmak zorunluluğu. Kardeşim, Hitler’e bile mi? denebilir. Evet, o zaman da meslek devreye giriyor: Kim olursa olsun “yansız” olacaksın. Böyle bir yapıdan ve anlattığım çevresel, tarihsel sorunlardan nasıl şiir çıkarsa öyle oldu. Necatigil’in dediği gibi “uzun bir şiirin bölümlerini” Kanayan Şiirler’in bölümlerini yazdım, yazıyorum. Tabii ki yaş kemale erdikçe daha bilgece bir tutum, daha ekonomik bir dil kullanma eğilimim oldu. Bence, genetik olarak aldığım yeteneğin yanında bu çevresel etkileşim, bu zihinsel yapıyı, ideal bir yaratıcı şair yapısı, kumaşı kılmıştır. Sadece bana özel değil. Necatigil, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, Metin Altıok, Adnan Özer, Ahmet Erhan, Didem Madak ve daha bir çokları. Başka şair kumaşları da vardır. Tabii bazıları gibi insani olmayan şeyler yazmama özeni de “irade” ile oluyor, olmak zorunda. Şair kimliğini korumak zorundadır. Nisa Leyla- Çocukluğunuz, bana naif, ailede el üstünde tutulan, ‘’iyi’’ ile ‘’kötü’’yü sorgulayan Sartre’nin çocukluğunu anımsattı. Sözcükler’i okuyanlar, bana katılacaklardır. Yusuf Alper- Evet, çok yıllar önce “Sözcükler”i okumuştum. Ama sizin sözlerinizden sonra yeniden okuyacağım. Ben bunu biraz bizim topluma özgü sanıyordum ama evrensel olması da çok doğal. Tabii sadece feodal değil geniş aristokrat (bizimkiler belki kendilerini öyle sanıyorlar) ailelerde de olabilen bir durum. Öte yandan “Yolda” ve ondan önceki birkaç kitabımda bilgece ve daha yalın bir söyleyiş öne çıkmıştır. Bu da beklenen bir durumdur. Delikanlılığın karmaşası yerini duru bir akışa bırakmış, ülkenin düze çıkacağı, kendimizin daha huzurlu olacağımız beklentisi uzadıkça uzamış, ülke daha zorlu günlerden geçer olmuştur. Artık örtük, gizli, okuyucudan çok çaba bekleyen şiirler yerine daha yalın, daha doğrudan söyleyen, telaşla bilinçlenme ve aydınlanma amaçlayan bir ruh hali egemen olmuştur.(Tabii hız çağının da etkisi olmalı. Kimseler saatlerce uğraşarak sözcüklerin alt, yan anlamlarını arayamıyor artık. Face’e filan yetişecekler(!)) Tabii şiirin gereklerinden asla ödün vermeden, bir makale yazar gibi değil şiirin estetik çerçevesi içinde olarak bunlar yapılmıştır. Nisa Leyla – Ve yorgun düşen atınız… Yusuf Alper- At (ve doğadaki başka bir çok hayvan) şiirime zaman zaman girmiştir, girer. Şiirlerimi inceleyen bazı yazarların dikkatini çekmiştir. En çok at ve imgesi vardır sanırım. Freud’a göre ego at gibi id’in, bilinçdışının üzerine binmiş bir sürücüdür. Benliğimiz (ego) atın dizginlerini tutar, onu uçuruma, araba dolu caddelere gitmekten korur. Enerji idden (attan) gelir. Sıkı bir sürücüyümdür ama zaman zaman dizginleri fazla sıkmamaya çalışırım. Süperego da o konuda ego’ya yardımcı olur. Yasaklar, günahlar vb. Neyse yaş kemale erdikçe, bu ülkede gidişat böyle oldukça atımız da, dolaylı olarak benliğimiz de yoruluyor. Nisa Leyla- Sevgili Alper, Sizce, Yunus Nadi Şiir Ödülü, yorgun ama yine de dünyayı güzelleştirmeye çalışan Freud, Nietzsche, Anna, Kafka, Rilke ‘nin akrabası ruhunuza mı yoksa ruhunuzdan beslenen şiirinize mi verildi? Yusuf Alper- Andığınız adların hepsinin ortak paydası hüzünlü (kötümser de denebilir) oluşlarıdır. Hüzünlü oluş, benim şiirimde baştan beri var olan bir durumdur. Ancak her zaman bir umut da vardır. Bunu Değerli eleştirmen Mehmet H. Doğan şöyle ifade etmişti: ”Aslında, bu yakınan, karamsar, ezik, vazgeçmiş gibi görünen izleklerle, sonunda, yaşadığı günlerin (1970’lerin) gerçekliğiyle göbek bağı kopuk, yaşamasız bir şiire ulaşması gerekmez miydi? Ama öyle olmadı. O günleri iyi anımsayanlar, Kanayan Şiirler’in içindeki, örneğin, “Bu Öldürmeler Çağında Neyi Yazabilir Ozan” başlıklı şiirin, öteki kitaplardaki daha başka şiirlerin ya da “Tarihten kanlı bir gün daha kayarken” ve buna benzer daha birçok dizenin, şairin o günlerin gerçekliğiyle ilişkisini ortaya koyduğunu anlayacaklardır” diye yazmıştır. Nisa Leyla- Yine M. H. Doğan’ın, ‘’Alper’in, 1970’li yılların dağdağası içinden, birçokları gibi, militan bir şair olarak çıkmamış olması, ancak onun kişiliğini yapan bazı özelliklerle açıklanabilir.’’ sözleri ve Doğan’ın alıntıladığı, 20 yıl kadar önce bir soruşturmaya verdiğiniz yanıtınızı alıntılamak istiyorum: “Benim şiirimdeki birey, toplum içinde, algı kapıları son derece açık, duyarlı, dünyanın ve insanların iyi ve güzel olmasından yana, eşitlikçi, paylaşımcı, birlikte olmayı ve paylaşmayı isteyen bir bireydir.” ’Yetmiş altı kışında bir dam deliğindeydim’ ‘kırık camlı yedi gözlü pencere’den solgun yaprakları dökülmüş ağaçları, sonsuza uzanan beyaz örtüyle kaplı doğayı, dağları seyreder, ‘’dünyanın ne kadar dar’’ ve bazı insanların ne kadar kötü olduklarını düşünür, şiirler yazardım. Çoğunu yayınlamadığım, sonradan çöpe atılan duygu yüklü şiirler…’’ Sizin derdiniz insanlarladır, der ve sizden alıntıyla şunları ekler: “Ufkun ve evrenin sonsuzluğunu çağrıştırır. (Varoluşsal bir hesaplaşma ve ardından şiirler, şiirler...) Ya da insanın bu sonsuz evrende ne kadar küçük bir yer kapladığının bilincine vardırır. İsten, pastan, kirden, küçük çıkar hesaplarından arındırır, yıkar, paklar. İnsana insan olduğunu anımsatır. İnsanı insan olduğunun bilincine vardırır (şiir).” (Şair Her Zaman,Çelikkol Y., 75-77) Ve Necatigil, Süreya akrabalığınıza da değinir… Yusuf Alper- Evet, bunu da ekleyeyim o zaman : ‘’Yakın şiir geçmişimizden iki şairle akrabalığı kesin: Necatigil ve Süreya; ama bu akrabalığın izleri hemen şiirin yüzünde değil, daha derinlerde; kişilik yapısında da denilebilir. Örneğin, alçakgönüllülüğü, çekingenliği, kırılganlığı, içe dönüklüğü ile Necatigil’dir. “Nasıl bırakılır, nasıl gidilir/Bir gün ansızın nereye, kiminle” ya da “Sevinçler bulmalıyım kendime / Büyük şeyler olmadan yaşamımda” ya da ilk kitabının en kusursuz şiiri olan ‘Nedir Beni Benden Alan’ başlıklı şiiri bunun en güzel tanığıdır: “Okul önünde sevgili/Bir evde en büyük ozan/Kapılar ardında şiir/Söyleyen, okuyan, yazan/Bir büyük suç işler gibi/Boynu sorular iminde/Darağacında bir ceylan/Gibi önünde gözleri//Nedir beni benden alan” (Kanayan Şiirler, 41) Beslendiği şiir pınarı olarak, kaybolmamak için uzaktan göz ucuyla izlediği bir şair olarak da Cemal Süreya, onu hiç yalnız bırakmamıştır yol boyu. Yine bir konuşmada, Necatigil’e hak vererek, çoğu şairin ömür boyu aynı şiiri yazdığını, kendisinin de bunlardan biri olduğunu söylüyordu. Belki giderek, incelikli bir humor da ekleniyor bu şiire. “Yalnızlıkla başlamayan bir şiir yazmak”ı kendisine yakıştıramayan, ‘fiyaka’ olarak gören üzünçlü bir humor...” Yolda’ya ödül konusuna gelince; tabii ki bütün söylediklerinizin toplamına verilmiştir. Şair kendisini dış dünya ve kendinden öncekilerle etkileşerek (bazen de çarpışarak ) oluşturur. Hem saydığınız adlar hem başkaları ile etkileleşimim, hem de sonuçta oluşturduğum şiirlere verilmiştir. Çoğunun anlaşılması çok yıllar sonra olmuştur. Umarım benim o kadar fazla beklemem gerekmez. Belki bu ödül birazcık da olsa bunun oluşmasına destek olacaktır. Nisa Leyla – Evet, Yusuf Alper’in de çocukluğunda ilk keşfettiği ‘’iyi’’ile ‘’kötü’’ artık hep sorgulanmaya devam edecektir:‘’Her şey bir insanı sevmemekle başladı’’, ‘’Her şey bir insanı değil, kendimi sevmemle başladı’’, insanlığın trajedisini anlatan dizeler… Bu ikilemi açalım mı? Yusuf Alper- Tabii, Sait Faik’in o meşhur cümlesiyle ilintili. Tersinden yani. İnsanı değil kendini sevmek. Benim şiirimde genelde otobiyografik olan bir biçimde yansır. Lirik oluşuyla ve 1. tekil şahıs kipini kullanmamla da ilgili olabilir. Ya da biraz “içdökümcü” (poetika) olduğum için. Ama seyrek de olsa doğrudan başkasını anlattığım şiirlerim de var. O şiirde narsisistik kişilikli (olası ki bozukluk denebilir) biri anlatılıyor. Narsisizm yeni çağın en temel sorunlarından biri. Kendini beğenme, büyük görme, başkalarını aşağı görme vs. Ama aslında o büyüklenmenin altında kendisinin “değersiz bir hiç” olduğunu bilmenin dayanılmaz acısı vardır. Şiir o sorunu işliyor. Nisa Leyla - ‘’Ama diyemediğim bir şeyler var, mutlaka / Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum / Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum’’(Yolda,25-26) ‘’Bir Kere Gelmiş Bulundum’’ da, eleştirmenlerin gözden kaçırdığı bir noktayı eşinizin bulması sizde heyecan yaratmış, özellikle Edip Cansever’i çağrıştıran dizelerinizin ilk defa keşfedilmesi diyelim. Necatigil, C. Süreya diyen fakat Cansever’i dile getirmeyen eleştirmenlere bir atıfta bulunurken ( bu arada ; Gülten Akın ve Abdulkadir Bulut’un haykırmak isteyen, usul seslerinin ve biçemlerinin kokusu da var sanki şiirlerinizde, yanılıyor muyum bilmem ? C. Süreya’nın sizi özetlediği gibi ; Anadolu şiir duyarlığını dipten sürdüren, büyük hüzün...Ve H. Atabaş’ın da,’’ Zamanı Geçtim’’ kitabınızda, aşk şiirlerindeki dizelerde, Tagore’un tadını aldığını söylemesi gibi…) ‘’Hayatını benimle harcayan karım’’ dizesinde, şairlerin eşlerine de bir gönderme yapıyor musunuz? Şair, şiiri yaratmak yanındakileri harcıyorsa, kendisi de bir yok oluş değil midir hayata ? Peki bu söyleyemedikleriniz neler? Herkesin söyleyemediklerini dile getiren, çözümler bulan Yusuf Alper’in söyleyemedikleri ne olacak? Ya da ne kadarını söyleyebildiniz Yolda’da ? Yusuf Alper- Sevgili Leyla, insanın söyleyemediği o kadar çok şey vardır ki. Freud “Uygarlığımız nevrozumuzdur” der. İnsan bilinçdışı, dürtüsel vb. şeylerini bastırarak, söylemeyerek uygar insan oluyor. Hayvan dünyasında herkes ( tabii her hayvan) istediğini yapıyor. Tabii en çok şeyi aslan yapıyor. Alıntıya gelince, Cansever için yeni yazdığım bir yazıda söylediklerimi aynen almak isterim: “Onun varoluşsal yönünü en iyi yansıtan “Gelmiş Bulundum” şiirinden son bölümü alalım: “Şiirler yazdım, kitaplar okudum / Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum / Derinlerde kaldım böyle bir zaman / Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan / Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları / Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.” (Gelmiş Bulundum, 81) Uğraştığım işler, şiirler, kitaplar, anlamsızca oyalanmalarımla derinlere indim, kaldım derken bir depresyonu imliyor gibi, çaresizce ve sitemle “kim bulmuş ki yerini” ben de bulayım diyor, sonra da kim mutlu olmuş ki zaten ben de olayım diyerek yüzünü doğaya dönüyor ve yardım istiyor: “Söyleşin benimle biraz” o kadar yalnızım ki söyleşecek hiç bir insanım yok, loş bahçeler sizden ve akşam sefaları sizden başka. Keşke gelmeseydim dünyaya ama “bir kere gelmiş bulundum” ( ya da beni fırlatıp attılar buraya) beni hoşgörün, acıyın ve söyleşin. Hem ilerde de hep birlikte olmayacak mıyız? Loş bir mezarlığın bir kıyısında akşamsefaları vb. çiçeklerin olduğu bir mekanda. Ben sizin kardeşinizim beni sevin, söyleşin. Bu yalnızlık, çaresizlik, kötümserlik derin bir varoluşsal depresyonun yansımasıdır. Klinik bir depresyon tabii ki olmayabilir, değildir ama doğadan kopmanın ve “dünyaya fırlatılmış” olmanın hüznü, depresyonu üzerine çökmüştür.” Olası ki bu söylediklerim kendim için de geçerlidir. Her nasılsa bir kere gelmiş bulunduğum ve bir gün yine istemeden gideceğim gerçeği varoluşsal bir kaygı kaynağı olarak demokles kılıcı gibi başımın üzerindedir. Tabii hepimizin. Eşimin eleştirmenlerden önce davranması tabii bir rastlantı. Birçok şair- yazar arkadaş olası ki bunun farkındaydılar ama dile gelmedi. Aslında eşimin sözlerinde bir şair-sanatçı eşi olarak şiiri “kuma” olarak görmenin yansımasını duyumsamış olmalıyım ki “etkilenme endişesi” doğurma amacından söz ediyorum. Çok doğaldır bu duygu. Hayatını paylaşan, bir biçimde gaspeden bir durumla karşı karşıya. Onları da anlamak, empati kurmak gerekir. Ama o kadar. Sonra tabii ki ne gerekiyorsa onu yapmaya devam… Nisa Leyla- O şiiri başka bir gözle de okumamızı sağlıyor bu… Yusuf Alper- Tabii…Aslında o şiir, hayatımızın şiirimize nasıl girebildiğinin bir göstergesi olarak da okunabilir. “Şair İlhan Berk’i Görmeye Gitmek” şiiri de öyle. “Şairin hayatı şiire dahil” der C.Süreya, katılırım. “Hayatını benimle harcayan karım” dizesinde karşılıklı bir harcama çağrışımı olmalı. Aslında belki ironik bir dize de denebilir. Ama sorun şairin hayatını kimin harcadığı değildir. Bizim gibi ülkelerde şairin hayatı çok ucuz, sıradandır. İktidar istediğinde onu yakar, öldürür bir çukura atar. Karım ya da bir başkası ne ki bunun yanında. Şair şiirini yaratırken bazen çevreye az da olsa zarar verebilir. Ama bu her şair için geçerli değildir. Yaratma anında stresli, sıkıntılı olabilir. Ama benim kimselere zararım olmaz. Kendi odamda sessiz sedasız şiirler oluşur. Ama şiirin bir “ kuma” oluşu ve eşten vb. zaman çalması da gerçektir. Onu da başka türlü telafi etmek, kaliteli zaman geçirmek vb. olabilir. Gülten Akın, artık çok kabul görmese de II.Yeni’nin en iyilerinden, tek kadın şair olarak görülmüştü. “Sığda” çok nitelikli bir kitaptı. Tabii ki yine kendine özgü, anlamsızlığa fazla yüz vermeyen bir genç şair. Sonra toplumculuğa yöneldi. Giderek hayat onu öylesine zorlu sınavlardan geçirdi ki (12. Eylül’de oğlunu ipten almak gibi) artık o dönemi unutuldu. Açık, yalın, toplumcu şiirler yazdı. Sonra da 3. dönemi diyebileceğimiz bireşim dönemine ulaştı. En yalın, soylu, bilgece şiirlerini bu döneminde yazdı, yazıyor. Anadolunun bağrından gelen, hep yoksul ve ezilmiş insanlardan yana, ilk şiirleriyle Necatigil’e yakın duran bu değerli şairimizle yakınlık bulmanıza sevindim. Kaynağımız, duyarlığımız, olası ki kumaşımız benziyor. Abdulkadir Bulut içinse, yine benzer insanları benzer kaygılarla dile getirdiğimizi, yalın ve saf bir Türkçeyle yazan bir şair olarak yakın bulunabileceğimizi söyleyebilirim. Ölüm nedeni bile bizim toplumumuzun insana verdiği değeri yansıtır ne yazık ki. Sevgili Atabaş’ın Tagore ile yakınlık bulmasına da teşekkür edebilirim. Tabii biz köprüde olsak da bir ayağımız doğuda bir toplumuz. O nedenle yakınlık olması sürpriz olmamalı. “Yolda”’ya gelince kitap oldukça açık, yalın bir dille yazılmış şiirlerden oluşmuş. Diğer kitaplara göre daha çok şey söyleyebildiğimi sanıyorum. O açık ve yalın dili nedeniyle bu kitabıma ödül verdiklerini düşünüyorum. Öncekilere de verebilirlerdi ama hem kitabın dili hem öyle denk düştü ve ödül verilmiş oldu. Nisa Leyla- ‘’Çünkü insanlar kirlenmiş hırpalanmış benlikleriyle, günlük yaşamın iki yüzlülüğü ve maskeyi dayatan ilişkilerini sürdürmek için yalancı benlik oluştururken, asıl gerçek benliklerini saklı tutarlar. Çalışılırsa, günün birinde o gerçek benlik mutlaka egemen olacak, doğru ilişkileri sürdürecektir ‘’ demişsiniz bir yazınızda. Bu toplumdaki insan ilişkileri (mesleki ilişkiler vb.) bunu dayatıyorsa ne yapılmalı? Yusuf Alper- D.Winnicott ‘un düşüncesini paylaşmaya çalışmışım. O, insan ilişkilerinin, çocuğu gerçek olmayan, false (yanlış, sahte) bir benlik ve davranış örüntüsü edinmeye zorladığını söyler. Bir biçimde hepimiz ikiyüzlü olmak zorundaymışız gibi. Bu çok aşırı olduğunda iş çığırından çıkar. Güvenilmez garip insanlar oluşur. Oysa sağlıklı insan zamanla gerçek benliğin farkına varır (hakiki olanla sahte’yi ayırır), ya kendi çabasıyla toparlanır ya da terapiye giderek. Bence insanın değişim gizilgücü sonsuzdur. Yapabilir. İyi olan, sağlıklı olan da budur. Başka insanlara kötülük yapmayan, dürüst, saydam insan olmak olasıdır. Nisa Leyla-- Psikiyatrist olarak geçimini sağlayan Şair Yusuf Alper ne yapıyor, nasıl yapıyor ? Çünkü şiirde, matematiğin bütün işlemlerini, ‘’Yolda’’ kitabında da ‘’sağlama’’ yı, yani hayatın, evrenin sağlamasını yapmışsınız… Yusuf Alper- Psikiyatristlikle geçinen şair Yusuf Alper’e gelince; o ilk gün asistan olarak nasıl biri idiyse bence bugün de öyle. Kapıdaki görevliyle profesör arkadaşını eşit gören, öyle davranan, bir şey oldum diye caka satmayan, çalışanlara da danışanlara da her zaman saygılı, sevgili ve şefkatli davranan biri. Psikiyatrist olmasam da böyle olacaktım. Farklı olacağımı düşünemem. Bazı konularda derinlikli bilgimin olması bazı insan davranışlarına daha hoşgörülü, esnek bakmamı sağlıyor olabilir. Tabii karşılık olarak sanırım arkadaşlarım da beni görevlilere eş görüyor olabilirler. Şairlik böyle bir şey. Her şeyin üstünü örten bir kimliktir gerçek şairlik. Bir de insan ilişkileri açısından danışanlarımla çok daha geniş boyutlu, derinlikli ilişki kurabildiğimi sanırım. Sadece biyolojik olanın dar açısından değil, psikodinamik ve varoluşsal boyutları da içeren bir bakışla. Öyle olunca, yaş kemale erdikçe daha bir bilgece tutum oluşması, dünyaya kazık çakmayacağını hep biliyordun zaten ama daha bir biliyor olma, ne yaptım, ne yapacağımın hesabı kitabı: “Ölünce ne kalır geriye benden”? (İlk şiirlerimden bir dize.) duygusunun daha çok yaşanması. “Bildim ki yaşama başladığım an/ Bir ucundan ölüme başlamışım” da demiştim 30 olmadan. Muhasebeyi baştan beri tutuyorum yani ama şimdi daha sıkı tutuyorum. Matematiğin bütün işlemleriyle hep haşır neşirdim şimdi daha çok meşgulüm. Tedbirli, temkinliyimdir, sağlamasını da yapıyorum. Nisa Leyla- Evet, fark ettim ilk şiirleriniz ve ilk dizelerinizden itibaren mesajınızı vermişsiniz. Size bakınca, kırılgan bir yapı görüyorum. Ben ‘’kırmak’’ fiilinin değil, ‘’kırılmak’’ fiilinin şiirle ilgili olduğunu ve kırılgan şairlerin saf şiire daha yakın olduğunu düşünüyorum. (Elbette nötr olmak en iyisi, kırmadan kırılmadan yaşamak ama böylesi de yoktur hayatta). Buradan hareketle; ilk kitabınızda başladığınız ve son kitabınızda da özenle beslediğiniz hüznünüz, mütevazı hüznünüz güzel diyorum… Yusuf Alper - Hüzün güzeldir. Ama dozunda hüzün. Dünyanın şu haline zil takıp oynayacak değiliz. “Zil takıp oynayacaktım zillerim döküldü” demiştim değil mi? Ama hep aynı türküyü söylemenin de çok gereği yok. Kaçınmaya çalışıyorum ama tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer “hüzün dükkanı”. Dünya ve insanlar böyle oldukça, savaşlar, zulümler, öldürmeler sürdükçe kimse benden hüzünsüz şiirler bekleyemez, isteyemez. Zaten yazamam. Ayrıca dünyayı hüzünlü insanların daha doğru okudukları da bilinen bir gerçek. Polyannacılıkla iyi insanlar yok olur giderler. Kırılganlık tabii ki şairler için daha uygun. Bazı olmadık anlar da kırıcı da olabilirler ama genelde narsisistik incinebilirlikleri fazladır ve çabuk kırılırlar. Yani hassas insanlardır. Bu çabuk öfkelenmeyi de, sinirlenmeyi de vb. şeyleri de getirebilir. Nisa Leyla- Yolda’da aşk; olmazsa olmazı olduğu halde hayatın, toplumsal sorumluluklar, misyonlar yüklenmiş dizeleriniz, herkes eşit ve mutlu olmadığı sürece, aşkı yaşamanın bazen lüks bazen de gereksiz olduğunu söylüyor. İnsanların hayatlarının içine bakan ve onları onmaya onarmaya çalışan bir şairken, içinizi ve aşkı ne kadar rahat bırakıyorsunuz? Ya siz, ‘’Ölümlü bir zamanın ortasında ölmeyen aşk” ya da “sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma’’ der misiniz? Yusuf Alper - Yolda’da aşkın daha az yer aldığını kabul ederim ama bütünüyle yok değildir. Bana göre ne toplumsal sorumluluklar ne misyonlar aşka engel değildir. Ayrıca benim misyoner şair olduğumu da kabul etmek güç. Başlangıcından beri hep istemişimdir ama kişilik yapım pek uymadı, uymaz. Hangi dizelerimden çıkarsadınız bilmiyorum ama “herkes eşit ve mutlu olmadığı sürece” de aşk olur ama bir yanı eksik kalır derim. Yine de aşk vardır. Ayrıca aşk bütün bunları dışlar. Onun olduğu yerde tartıştığımız hiç bir konunun önemi kalmaz. Bazı aşklar yaşanır, bazıları kalplere gömülür, kalır. Tabii ki aşkın iki kişilik olduğunu kabul edemem. Aşkta 2. kişinin hiçbir önemi yoktur. Nazım ne demişti “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı....” Aşk tabii ki “ölümlü bir zamanın ortasında” ölmeyendir. Sarışınlık da getirir karaşınlık da, duruma göre. Danışanlarımın aşktan nasıl etkilendiği, onları onmaya, onarmaya çalışırken neler yaptığım (Tabii bunun şair Yusuf Alper’le bir ilişkisi yoktur. Orhan Koçak bunu çok güzel, net belirtmişti.) kişilerin durumlarına göre değişir. Daha çok aşk acısıyla karşımıza gelirler. Kendim içinse şöyle diyeceğim: "Terzi söküğünü dikemez”. Nisa Leyla- O zaman, hemen konuyu değiştireyim. Şiir bir yansıtma ve yanılsama mıdır ? Sizce her şairin bilinçaltında, yerleşmiş bir travma ve/veya psikolojik bir rahatsızlık yok mudur? Yusuf Alper - Şiir bazen bir yansıtma olabilir. Ama genelde yaşananın yansıtılmasıdır. Yanılsama olduğunu düşünmem ama benim tüm yazdıklarımı “yaldızlı bir yanılsama “olarak görmem faklı bir şey. Sonuçta şiir de başka şeyler de “bir gün geçip gidecek olmamız gerçeği karşısında” yaldızlı bir yanılsamadır. “Elbet sonsuza akan ırmakta bir avuç suyum ben” (YBY, Era, 1994; Şiirden, 2008, 38) o kadar. Yüzlere çarpınca serinleten, yaşama sevinci veren bir avuç su. Az şey mi? Travmaya gelince, hemen her yazımda ya da konuşmamda belirtiyorum. Her şairin bilinçaltında travma olması gerekmez. Şiirin yaratım olanağı, yolu sonsuzdur. Her yapıda insan şiir yazabilir. Bazıları çocukluklarında ciddi travma yaşamış olabilirler bazıları yaşamamış olabilirler. Onlarda da değişik genetik hassasiyetler olabilir. Sonuçta her şairin sıradan, ortalama insandan daha hassas, duyarlı olduğunu söyleyebiliriz ancak ille de travma yaşamış olması gerekmez. Ayrıca yaşadığı travmanın da bence çok ağır olmaması gerekir. Çok ağır olursa psikoz vb. bozukluk ortaya çıkabilir ki o zaman da yazılan şiir, yaratılan sanat olmaz, olmayabilir. Yani demem o ki her şair psikolojik olarak hasta değildir. Tabii olanlarda vardır. Onlar da insan, doğal olarak hastalanabilirler. Nisa Leyla – Sevgili Alper, Şairler, her kentte farklı boy verir ya da yaşadığı kente göre şiiri şekillenir. ‘’Yolda’’ Kitabınız, bir ‘’İzmir Şiiri’’ midir? Çözüm arayan, çözüm bulan, derinliklere inmiş ama kaybolmadan da dönmüş bir şiir... Yusuf Alper - Doğrusu Cansever’in “İnsan yaşadığı yere benzer Ahmet Abi” dizesini çok sever, çok doğru bulurum. Ama ben uzun yıllardır İzmir’de yaşasam da sadece İzmirli gibi olmam olası değil. Doğunun coğrafyası, toprağı, çocuklukta kişilik oluşumum, Ankara’nın ceberrut tarafları, zorlu yaşantım ve sonra İzmir. Türkiyeli, Dünyalı, Evren’li bir şair olarak görüyorum kendimi. Ben şiirlerimde çözüm arayan, bulan biri olduğumu düşünmem. Daha çok tespit tutanağı, yani “hasar tespit tutanağı” gibi bakılabilir. Kötüler, dünyayı berbat edenler, diktatörler, zalimler, emperyalistler vb. neler yaptılar? Ne varsa, ne “yaşanıyor ve yaşatılıyorsa” o benim böyle oluşmuş zihnimden geçerek kağıda dökülüyor ve okuyucunun önüne konuyor. Çözüm de varsa ne mutlu. Derinliklere inmeye çalıştığım doğrudur ama ne kadar inebildim bilmiyorum. Oradan bilinçdışı malzemeyi bilince getirmek yaratıcı süreç için en gerekli şey. Sonra bilinçle (egomuzla) işlememiz, yontmamız, estetize etmemiz gerekir. Onu yapabilirsek bir eser, şiir yaratmış oluruz yoksa bilinçdışının absürd sözcük yığını (şizofreniform yığma) olarak kalır. Sanat eseri olmaz. Nisa Leyla - ‘’Anneme babama daha çok üzülüyorum / Yaş aldıkça yaşlı olmayı anlıyorum / Empati diyorlar sosyetede; mankenler arasında / Bense doğuştan ‘’Cem ve Empati‘’ diyorum’’ (Yolda, 27) Empati, Sempati, Cem ve Empati’yi işlemişsiniz bir şiirde. Şiirle psikiyatrinin ne kadar da iç içe işlendiğini gösteren bir şiir ki, bu terimler insanlığın uzlaşması ve onulması için gerekli. Empati, sempati tamam. Peki ya ‘’Cem ve Empati?’’ Yusuf Alper- Empati insanın kendisini karşıdakinin, ötekinin yerine koyması, onun neler hisssettiğini, yaşadığını duyumsaması ve tekrar kendine dönmesi eylemidir. Psikiyatri uygulamasında giderek çok önemli bir yaklaşım oldu. Şairler zaten empati ustası olmak zorundadırlar. “ Ben bir başkasıdır” demiştir Rimbaud, biliyorsunuz. Ama şimdilerde TV de daha çok mankenler vb. empatiden söz eder oldular. Ona yanıyorum. Aydın entellektüeller giderek empatiden uzaklaşırken o kızcağızlar empatiyi ( ne kadar biliyorlarsa, yaşıyorlarsa) ağızda sakız etmişler. Son dizede kendim üzerinden bütün şairlere göndermede bulunmaya çalışıyorum. “Cem ve Empati” ise çok yıllar önce yazdığım, Şiir ve Psikiyatri Kavşağında”(Okuyanus y., 2001, İst; Özgür Yay. 2010,İst, 21-22) kitabımda da yer alan bir yazım. Küçük oğlum Cem, yaklaşık 4 yaş dolayında TV de kolu asansöre sıkışan bir çocuğu gördüğünde acısına dayanamayıp onun yerine kendisini koymak ister gibi sözler etmişti. O nedenle Cem’in empati eğiliminin çok fazla olduğunu görüp (Eyvah bu çocuk da şair mi olacak yoksa(!)) diyen o yazıyı yazmıştım. İzlemek bazen yaşamaktan korkunçtur. Nisa Leyla – ‘’Ben bir hiçim daldığım sularda / Hiçbi’şey olarak yüzüp gideceğim / Her şeyin hiçbi’şey olduğunu bilerek…’’ Peki hiçbi’şey her şey demek değil midir ? Burada Pessao’nun ‘’Ben bir hiçim / Ben hiçbir zaman bir şey olmayacağım’’ dizeleri ve Sartre’nin, Varlık ve Hiçlik’i geliyor aklıma…Varoluşsal bir hesaplaşma… Yusuf Alper- Aynen öyle. Hep ya da hiç. Hep’le hiç aynı noktada buluşurlar. İnsanların kendilerini çok önemsemelerini, vazgeçilmez görmelerini, narsisizmlerini, megalomanilerini anlamıyorum. Aslında hepimiz bir hiçiz. Bir gün hiç olarak geçip gideceğiz. Ama adam gibi hiç olalım. Pessoa’nın “hiç” dizelerini sevmişimdir ve birçok gönderme yapmışımdır. Varoluşsal olansa her zaman önemsediğim, toplumcu olduğum için reddetmediğim bir alan. Tabii ki absürd şeyleri çok yakın bulmam. Varoluşsal hesaplaşmaysa baştan beri, özellikle 2. kitaptan sonra hep vardır. Nisa Leyla – Evet, anlıyorum…Octavio Paz ; ‘’Uğraşı ve mesleği ne olursa olsun, sanatçı veya zanaatkar olarak insan ham maddeyi; renkleri, taşı, metali, sözcükleri dönüştürür… Bu dönüşüm sonunda madde, yapıtlar yani anlamlar dünyasındaki yerini almak üzere, doğanın karanlık dünyasını terk eder’’ der. Yusuf Alper de, sözcüklere yüklediği misyonlarla hem mecazda hem de gerçekte dünyayı karanlıklardan kurtarıyor, hayatı ve evreni psikolojik bakımdan açımlayarak (sadece insanların beynindeki değil, dünyanın beynindeki patolojileri de )… Her sözcük, fiziksel özelliklerinin dışında, çok anlamlıdır. Isidore Ducasse (Comte de Lautreamont)’ ın ‘’şiir herkesçe yaratılmalıdır’’ sözü ( sürrealistik maldaror şarkıları gibi), bir Yusuf Alper (imgeci-toplumcu şiirleri’nden) ‘’gerçekçi-toplumcu ‘’ şarkıları diyebilir miyiz ‘’Yazgının Beni Attığı’’ düzyazı-şiirlere? Yusuf Alper - Paz ne kadar güzel ifade etmiş. Aynen katılıyorum. Yusuf Alper’in savı dedikleriniz olabilir ancak hiç bir şey yapamadığı ortada ki Dünya, ülkemiz bu halde. Bir zamanlar belki şiirin dünyayı kurtaracağını düşünüyordum ama artık çok zor olduğunu biliyorum. Göle yoğurt katmaya devam ediyoruz diyelim. Siz, ben, hepimiz: Bütün şairler. Tabii ki her sözcük çok anlamlı olabilir. Şiiri güzelleştiren de sözcüklerin öyle seçilmeleridir. Şiir herkesçe yaratılmalıdır, evet. Yazan yaratma sürecinden geçerek şiirini oluşturur. Her okuyan da kendi zihin kumaşından geçirerek (kapasitesi oranında) yeni bir şiir yaratır. Ben kendimi baştan beri toplumcu bir şair olarak gördüm, konumlandırdım. Toplumcu olmanın imgeci olmaya engel olmadığını bildim. Ancak imgeci olmayı sözcük üstüste yığarak anlamsız, (karışık imge bombardımanıyla) şizofreniform sözcük yığmaları yazma olarak görmedim. Bir yanım gerçekte diğer yanım gerçek ötesinde (irreel, irrasyonel, gerçeküstü; bilinçdışı, hatta metafizik de diyebilirsiniz) oldu hep. Çünkü insan öyle bir varlık. Aysbergin görünen kısmı 1/8 i diğeri su altında. Orayı görmezden gelerek insanı anlatmak olası değildir. Ancak çoluk çocuğun üstüne yağdırılan bomba bombadır. Bu çağda bunlar oluyorsa şair de imgeyle, örtük anlatımla anlatmak yerine doğrudan anlatabilir, anlatmalıdır. Her şiirinde böyle olmalı demiyorum ama toplumsal acıları doğrudan, tabii ki şiirin estetik düzeyinden asla ödün vermeden, dile getirmelidir. Düzyazısal şiirler söyleyiş kolaylığı sağladı. O nedenle gerçekleri öyle daha rahat dile getirebildim. Yani şairin gereksiniminden doğdu biçim. Yanlış anlaşılmasın düzyazı şiir aslında çok zordur. Farkındaysanız birkaç kitabımda az miktarda düzyazısal şiirim var. Bazı şairler daha çok yazıyorlar ama şiiri ne kadar koruyabiliyorlar, ona bakmak gerek. Ben şiirin oluşmamış olmasından çok korkarım. Zamana karşı beni koruyacak olan şiirlerimdir. Nisa Leyla – Evet diğer kitaplarınızda da vardı, düzyazısal şiirler. Bence üzerinize düşeni hem şiirsel hem de mesleki açıdan fazlasıyla yaptınız, yapıyorsunuz. Dünyanın yanlışlarını ve bu yanlışların düzeltilmesini bu kadar çok dillendiren bir şaire soruyorum. Şiir yazmasaydım ölürdüm der miydiniz ? Bu kadar isyanı bastıran biri kendi isyanını şiirde dile getirmeyip, psikiyatrist kimliğiyle devam etseydi, Yusuf Alper bunu kabul eder miydi? Yusuf Alper- Sevgili Nisa Leyla, ben kendi halinde bir şairim. Dünyanın düzeltilmesi konusunu çok “dillendirdiğimi” siz söylüyorsunuz. Bakacağım. Şiir yazmadığı için kim ölmüş ki? Ben de sıradan, ortalama insanlar gibi yaşar giderdim. Hem de daha iyi yaşardım. Egemen Berköz diyor ya:”Şiir yazmasan yaşamak kolay”. Ancak benim gerçeğim bu. Başka türlü olamazdım. Sait Faik’in dediği olur muydu? bilmiyorum. Ama sonuçta başka türlü olamazdım ki böyle oldum, diyeceğim. Benim bireysel kumaşım, yaşantım ve çevrenin, dünyanın ettikleri beni böyle oldurdu. Ben kendimi böyle oluşturdum. Psikiyatristliğe gelince bir anımı anlatmak isterim: Tıp son sınıftayken şair olmuştum ( Loncaya kabul edilmiştim. Önce insan, sonra şair, sonra psikiyatristim derim). Cemal Süreya “Biz bütün şairler aslında psikologuz, sen ilaç yazmasını da bileceksin, Türkiyenin en iyi psikiyatrı olursun, psikiyatriyi seç, dedi. Vecihi Timuroğlu daha gerçekçi olduğu için “Dahiliyeyi seç çok para kazanırsın, dergi vb...” Ben zaten önceden karar vermiştim. Psikiyatri benim gibi bir şaire en yakışan, en uygun daldı. Yine böyle bir psikiyatr olurdum sanırım. Şiire de çok yakın olurdum. Belki sanat terapisiyle uğraşırdım. Şimdi sanatın içinde olduğum için Sanat Terapisi’ne çok girmedim. Ama sonuçta dediğim gibi başka türlü olamayacağım için böyle oldum ve bu şiirleri yazdım. Nisa Leyla- Şimdiye kadar, on kitabınız yayımlandı. Çizgisini, duruşunu bozmadan gelişen bu kitaplardan, “Şimdi Hangi Irmakta” ile Orhon Murat Arıburnu Ödülleri Sabahattin Kudret Aksal Özel Ödülünü, ‘’Zamanı Geçtim’’’le ÇAĞŞAD- Abdulkadir Bulut Özel Ödülünü ve şimdi de ‘’Yolda’’ ile “Yunus Nadi Şiir Ödülü”nü kazandınız. Ödüllere kimsenin itirazı olamaz. Ama , ‘’Ben Yusuf Alper, en çok bu kitabımda kendimi ifade ettim, onun da en az bu kitaplar kadar fark edilmesini isterdim’’ dediğiniz kitabınız var mı? Yoksa ‘’fark etmez, ben yazmış bulundum’’ mu diyeceksiniz? Yusuf Alper- Her kitabımın çocuğum olduğunu düşünürüm. Ayrım yapmamaya çalışırım. Bütün kitaplarımın okuyucuya doğru dürüst ulaşmasını isterdim. Ödül ayrı bir konu. Kanayan Şiirler’in, Cemal Süreya’nın “karşılaştırma cesaretini göstermiyor kimse” diye yazdığı Zamanın Kırılan Aynasında’nın çok daha fazla farkedilmesini isterdim. “Dalgaların Sesiyle” kitabımın çoğunun bir depoda kitap balyalarının altında kalıp okuyucudan mahrum kalmamasını, “Derin Uğultu’nun ve “Oynayan ve Avunan”ın gerçek okuyuculara ulaşmasını isterdim. Ulaşmadı ki farkedilsinler. Şiirin ülkemizdeki zorlu durumu çok üzücü. Ödül alsalar bir şey değişir miydi ? bilmiyorum. Bu arada yine anımsatayım ben Necatigil’in dediği gibi “Bir uzun şiirin bölümlerini” yazıyorum. Bütün kitaplarımda yakın biçimde kendimi ifade ederim. Hem bir zamanlar Enis Batur’un Turgut Uyar için yazdığı cümleyi biraz değiştirerek, şakayla karışık bir megalomaniyle “Bir büyük şiirin ortasını yazıyorum” (O kenarlarını demişti haklı olarak) demiştim, diyebilirim. Bu noktada Enis Batur’un Turgut Uyar için kurduğu cümle değişmiş midir? merak ederim. Sonuçta fark etmez, yazmış bulundum, derim. “Gelmiş bulundum” der gibi. Ben geçmişte yazdıklarımı asla reddedemem. “ İlk 2 kitabım benim değildir” gibi cümleler asla benden çıkmaz. Tabii onlara da yanlışlarından döndükleri için şapka çıkarırım, o ayrı. Nisa Leyla- Sadece şiir değil, şair hallerini de masaya yatırdığımız bir söyleşi oldu. Bu kadar rahat ve geniş bir söyleşi için teşekkür ederim. Ben, geniş zamanlara yayılan Yusuf Alper şiirleri okumaktan mutluyum. Ayrıca, kendi adıma ve şiir adına bir şiirinsan Yusuf Alper’i tanımaktan da… İnsan sevgisiyle beslenmiş şiirleriyle, her geçen gün daha da büyüyüp, hayata ve zamana kök salacak olan sevgili Yusuf Alper eklemek istediğiniz bir şey var mı? Son istek: Yolda’dan sonra yazdığınız şiirden bir tadımlık… Yusuf Alper - Bazı ifadelerinizle beni mahçup ettiniz. Bu güzel, iyi düşünceleriniz için size çok teşekkür ederim. Hayat sürdükçe, ülkemiz bu durumda oldukça şiirlerimiz belki daha iyi olarak sürecek. Bir gün ülkemizin bütün sorunlarının bitmesini, dış dünyanın acımasızlıkları vb. yerine insanın daha çok derinliklerini yazmayı umut ederim. Ama sadece bir umut, bir ütopya. Çok yıllar sonra belki bu dediğim olacak. Ne yapalım bize de bunlar düştü, deyip “Biz işimize bakalım” diyorum. Nisa Leyla- Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Yusuf Alper- Emeğiniz için ben size teşekkür ederim. Tadımlık istemiştiniz; “... Hayat bu bir gün doğunun ücrasında Öte gün Paris’in göbeğindesin İnsanlar sürüyle yine koşuyor Anlamsız koşuyor, anlam koşuyor Her şey bir anlamın ardında Her şey yalandan doğruya akıyor Su yolunu buluyor mu kim bilir Belki bir gün bulur da öğreniriz Hayat bu yaşarsın olur biter Ölürsün olur biter Her yürek kendi kuyusuna gömülür Hayat bu “su yolunu bulur” Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR