Edebiyatçıların Yılbaşısı... / Selim Esen
Tutucular, geri kafalılar aksini söylese de yılbaşı eğlence içeren bir yıldönümüdür. Üç yüz altmış beş gün içinde yaşanmış olanlar geride bırakılır, acılar unutulmaya, sevinçler çoğaltılmaya, yaşamdaki yeni bir sayfanın açılması umut edilir. Bu umutla yetmiş üç yıl geriye gidiyorum… Hani, denir ya, bir varmış bir yokmuş… Selanik göçmeni anneannemle geçirdiğimiz yılbaşları hep yalın, hüzünlü bir havada geçerdi. Yaşadığı zorluklar, sıkıntılar masum yüzüne vurur, bana da yansırdı. Kollu gramofona konulan 78’lik plaktan dökülen duygusal hüzünlü bir şarkı eğlenceden çok bir yıldönümünü anmak gibi olurdu. Tango dans edilen hüzünlü bir düşünce olduğundan mıdır nedir pikapta dönerdi: “ayrılık belki ölümden beter çektiğim bu acı bana yeter allahım bu dert ne zaman biter? taş olsam ağlar gelirdi dile yetmez mi artık çektiğim çile isyan edecek olur gönül bırakmaz kahpe felek çiğnemek isterim sevgimi gözlerim görmez olur yasa gönlümde bir dilek düşman olur bana her melek dert sanki kum ben de bir çölüm en büyük saadet bana ölüm.” Secaattin Tanyerli’nin seslendirdiği “Ayrılık” tangosu hemen her yılbaşı gecesinin vazgeçilmeziydi… Tutku ve düş kırıklığı ezgisinin sözlere eşlik eden melodisiydi… Demek anneannem içinde hapsettiği hüzünlü yaşamını buram buram “ayrılık” la koklarken kendini bu tangonun sözlerinde buluyordu. Ya da müziğin kaynağında, kendinde kaybolup bir başka ruhta can buluyor, bütünleşiyordu. Hepimiz hiç konuşmadan huşu içinde müziğin sonunu beklerdik… Anneannem kimi zaman da Atatürk’ün de çok sevdiği “Mehtaplı Bir Gece” tangosunu yerleştirirdi “His Masters Voice” gramofonuna… Fehmi Ege’nin sözlerini yazdığı bu tangoyu buğulu sesiyle Seyyan (Oskay) Hanım seslendirirdi. İlk gençlik yıllarımda anneannemlerde taş plâklı tangoların eşliğinde geçirdiğim yılbaşlarını unutmuş, geleceğe dönüştürebileceğim nostaljinin büyüsüne kapılmıştım… Gençlerin yılbaşı eğlencelerini artık Türkçe sözlü pop müzik süslüyordu. Ama ben anneannemden kalan alışkanlıkla bu müzik türünde gözyaşı olmasa da tutku, hüzün arıyordum. Gönlümü kaptırdığım kara kuru, kartal bakışlı sevdalımın da bu seçimimde katkısı vardı elbette... 1960’ların başıydı… Arap asıllı Fransız şarkıcı Bob Azzam’ın meşhur ettiği “Gökyüzünde yazılı” anlamına gelen, “C’est Ecrit, Dans Le Ciel” isimli şarkıya Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı Türkçe sözleri İlham Gencer seslendiriyordu. “Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde” diye başlayan, sanki sevdiğimle aramızda geçenleri özetlercesine… “Delikanlı yaklaşmış ‘ne kadar güzelsiniz’ Güzel kız uzaklaşmış ‘fakat siz de kimsiniz’ Ben bir erkek meleğim bırak yanına geleyim Elimi hiç sürmeden gözlerimle seveyim…” O günlerde gençlerin yanından bile geçemeyeceği pahalı eğlence yerlerinde başlangıçta bal kabağı çorbası, zeytinyağlı yaprak sarma, kereviz salatası, ara sıcak mantarlı karides güveç, ıspanaklı patates püresi yanında tavada antrikot ya da ananevi sebzeli bulgur pilavı eşliğinde kestaneli hindi ve nihayet finalde mevsim meyvesi masaları süslerdi. Sabahın erken saatlerinde de bol sarımsaklı işkembe çorbası… Servis edilirken biz bir arkadaşın ahşap sefil viraneliğinde, ortaklaşa aldıklarımızla oluşturduğumuz mütevazı menü eşliğinde votka-limon’ umuzu yudumlardık. Tombala, fırdöndü zorlama eğlencemizin değişmezleriydi. Ve de radyo… Yurttan sesler... Halide Pişkin... İsmail Dümbüllü... Yenilikçi Orhan Boran... Saat 24’ü gösterdiğinde kulaklarımızı milli piyango listesine vidalardık. Dünyanın dışında gibiydik… Lapa lapa kar yağdığında yılbaşları bir başka keyifli olurdu… “İçki satılmaz” levhasının önünde müşteri bekleyen kuruyemişçi boşuna beklerdi o gelecek yılı... Derdi de değildi ya… Nasılsa yeni yılı evinde, pencerenin önünde, sokaktan geçen süslü kadınları iç geçirerek, süzerek karşılayacaktı. Gençliğe yeni adım atmış olarak ben de, yine bir arkadaşımın viranesinde, bir avuç kuruyemişle 70’lik Rakı’yı devirirken, “Kim bilir nerede, kiminle gönül eğlendiriyor?” diye düşündüğüm o sevgiliyi, “Belki yeni yıla girerken arar da, barışırız!” ümidiyle kulaklarımı odanın ters köşesindeki telefona kilitlerdim. Peki, Kızılay Meydanı’nda kendisi gibi yalnızlarla buluşmayı düşleyen hayalperestlere ne denmeliydi! Ya da “Yılbaşı gecesi, evden iyisi yok... Dünyanın eğlencesi elimin altında” derken, dünyanın eğlencesini yerinde görmeye giden arkadaşlarını kıskananlara... Sonra gelen televizyonlu yılbaşlarında değişen alışkanlıklar… “Gâvur icadı” olduğunu anlatan kuruyemişçi babasından sıkılan oğulun, “Yatsa da televizyonda dansöz izlesem” diye iç geçirmesi. Komşu kapıda garsoniyerinin yatak odasında sürünen sarhoş hovarda ve evde yılbaşı sofrasında kendisini bekleyen ailesi... Kısaca nedir yeni yıl? Dün gitmiş, yerini bugün almıştır. Bugün ise yarın, bir daha dönmemek üzere gitmiş olacaktır. Giden her gün ömrümüzden de eksilip gitmiştir. Ve bu yeni yılda ölüme bir yıl daha yaklaşmışızdır. Zaman saçlarımızı ağartıp, yaşlarımızı büyütüp, sevdiklerimizi elimizden alırken, yeni gelen yıl kim bilir kimleri, belki bizleri de alıp gidecektir. Siz bakmayın bu iç karartan sözlere… Anneannem hüzünlenmekte haklı olabilir. O farklı bir zaman diliminde farklı bir yaşamda geçirmişti gençliğini. Tıpkı bugünkü Ortadoğulu çocuklar ve gençlerin yaşadığı zorluklar gibi… Siz bakmayın bu iç karartan sözlere… Yeni yıl yine de herkes için aynı şekilde ayrı bir heyecan, anlam taşır… Yeni yıl yeni umutlar demektir… Mevlana’nın “Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş!/ Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım,” dizeleri ne de güzel kucaklar yeni umutları. İşte, sevgiyle okşamaya çalıştığım, öne çıkan bölük pörçük yılbaşı anıları. Bir yandan bütün bu yılları yaşayıp görmüş olmanın hüznü, öte yanda içimde kalanlar, pişmanlıklar, sevinçler, ölümler, düğün-dernekler… Bütün bunları farklı zamanlarda farklı yerlerde yaşamanın ayrıcalığı… Yılbaşı denince, yani yeni bir yılda sizler sanıyor musunuz ki, savaşları, kıyımları, depremleri arkada bırakacaksınız? Yeni yıl bütün insanlık suçlarını arıtacak mı diyorsunuz? Her yeni yıla yeni beklentiler içerisinde giren ama düşüncelerini ve hayata bakış açısını değiştirmediği için çok geçmeden yeni yılı da eskiten sizler, bizler değil miyiz? Bunca insan yeni yıla neden coşkuyla koşar, neden? Bir yıl daha yaşlanmak için nedir bu acele, niçin? Selim Esen Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR