Son Dakika



Eski okulumun (ODTÜ) mezunlarının bir tartışma sitesi var. Üyeleri yenilerden başlayıp, 1960’lı yıllara kadar geri gidiyor. Bir arkadaşım beni de kaydetti. Yıllardır sadece okuyucuyum (pasif üye) ve ülkemizden bir başka kesitin düşüncelerini de izleme fırsatını bulduğum için memnunum. Ne var ki okuduklarım için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Okuldaşlarımın zihinlerinin son derece zıt noktalara savrulduğunu görmekten ciddi üzüntü duyuyorum.

Bunun nedeni farklılık değil elbet. Farklı düşünceler ancak memnunluk verir. Üzücü olan, çoğunun iz’an ve temel değerlerden uzaklaşmış (ve hatta alenen düşmanlık besliyor) olması. Düşünün, bir kesim Ergenekon davalarını demokrasiye geçiş olarak görürken, bir diğer kesim Suriye’ye karşı yapılan operasyonları savunabiliyor; keza örneğin, kimileri CHP’yi faşist, diğerleri de demokrasinin teminatı olarak görebiliyor.

Kafa karışıklıklarının sonu yok!

SBF’li bir arkadaşım, onların da bir sitesi olduğunu ve durumun daha berbat göründüğünü söyledi. Bunlar ki bir zamanlar bağımsızlık mücadelesinin kaleleriydi, gerisini varın siz düşünün... (Aslında bu da başlı başına bir üzücü olaydır, yani yarım asır önce bile kale olmanın bu okullara kalmış olmasının nedenleri ve muhtemel sonuçları, o günlerde pek de düşünmediğimiz ama çok önemli ve endişe verici bir olguydu).

Bu kadar büyük bir kafa karışıklığını izah etmek kolay değil. Evet, temel eğitim zayıflığı, darbeler, adaletsizlik, sürekli dezenformasyon, basın yayının tekelleşmesi, medyada yabancı sermayenin giderek artan denetimi, kavram karışıklıkları, tüketim hevesleri, dünya çapındaki gerici dalga, şu, bu. İnsanların birçok noktada akılının çelinmesi, tereddüt geçirmesi anlaşılabilir. Ama bunlar temel değerlerin dışındadır. Örneğin bağımsızlık meselesi, cumhuriyet meselesi her türlü tartışmanın ötesindedir. Bağımsızlığı savunanlara bile “ulusalcı, faşist” diye küfredilebiliyor.
Bu dünyanın hiçbir başka ülkesinde olmaz. Kimse yüzüne bile bakmaz. Toplumdan dışlanır! Sağcısı solcusu ülkesine sahip çıkar.
Bizde ise ne yazık ki oluyor. Üstelik de makbul adam olunuyor. İtilafçılığın böylesine hortlayabilmesi için gereken koşulları yani ülkenin temel değerlerinin insanların zihinlerinden silinmesini sağlamışlar. Bu konularda ikilik çıktıysa her şey tehlikede demektir. Ve yine demektir ki, on yıllardır korkunç bir samimiyetsizlik içerisinde yaşamışız. Aramızdan bir çoğu “yurttaş” olamamış, öyleymiş gibi görünmüş. Gerçek “yurttaşlar” arasında insanlarına ve ülkesine düşman olanlar bu kadar çok çıkamaz.
Biz faşistler hariç herkese sevgi ve saygıyla yaklaşırken bir kısmı meğer ne kadar da içten içe diş biliyor, sonsuz bir kini saklıyormuş. (Ve ne çok düşmanımız varmış!).
Onları bir kenara koyalım. Bir de gerçekten sonradan değiştiğini sandığım bir kesim var. Bizim buharlı tren yolda tıkanınca emperyalizmin ekspresine atladılar.
İnsanlarımızı 1908 Temmuz İhtilali’nden 104 yıl sonra hala İttihatçı-İtilafçı ikileminden çıkaramamışsak (sana mı kaldı demeyin, doğal bir vazife addederim ve elimden geldiğince gayret ederim) tekrar ilk kareye dönmüş (gibisi fazla) oluyoruz. Hatta daha kötü, çünkü aradaki dönemde emperyalizm çok daha içimize girmiş, çok daha iyi örgütlenmiş ve zihinleri çok daha fazla kirletmiştir. 
Pekala, zihinler bu kadar kirlenmişse, temizlemek mümkün mü? Mümkün değilse ne yapılabilir? 
Öncelikle zihin temizliği kötü bir çağrışım yapabilir. Sanki totaliter bir yaklaşımın farklı olanları tasfiye arzuları gibi düşünülebilir. Böyle bir şey aklımızdan geçmeyeceği gibi düşünce ve ifade özgürlüğünü her koşulda  savunuruz. Ama temel değerlerden yoksun olunmasını savunamayız. Bağımsızlık karşıtlığını, emperyalizme hizmeti, ırkçılığı, totaliter tutumu, faşizmi savunmayı ve tüm canlılara düşmanlığı şerefsizlik sayarız. 
Şimdi, abuk sabuk laflar söyleyenlere sorsak, onlar da lafta bu değerlere karşı çıkmazlar ama yıkılmasına canla başla hizmet ederler. Bir kısmı ruhunu satmış olduğundan, bir kısmı da salaklığı ya da örtülü teslimiyetçiliği nedeniyle bunu yapar. Bunların sayısının çok fazla olmadığını umuyorum, yoksa başımıza gelecek felaketin azameti son derece vahimdir.
İnandığım ve doğru olmasını umduğum şey, “düşünmesini bilmeyen,” ve/veya (bilmekle birlikte) bir çıkış yolu bulamayan “sessiz” kesimin çokluğu. 
Düşünmek o kadar kolay bir iş değildir. Önce önüne gelen bilgilerin, önermelerin doğruluğunu, kaynağını ve tutarlığını tartacaksın, sonra bağlantıların mantıklı bir şekilde kurulup kurulmadığını, ve bu arada bunların gündeme getirilmesindeki amacı değerlendireceksin. Dezenformasyonu daima göz önünde tutacaksın. Laf edenlerden kullandıkları kavramları tanımlamalarını isteyeceksin. Onların hangi baskılar altında olduğunu, otoriteye boyun eğme eğilimlerini, eleştiriye ve sınanmaya açıklık derecelerini, koşullanmalarını ölçmeye çalışacaksın. Sonuçta karşındaki kişi –o da şayet kötü niyetli değilse- önyargılarını tekrarlayarak düşünür gibi mi yapıyor, yoksa gerçekten düşünüyor mu, bir sonuca varacaksın. Ve bütün bunları yaparken kendinin de hangi baskılanmalar, duygular ve önyargılar altında olduğunu unutmamaya çalışacaksın.
Bundan sonrası daha da zor. Doğruyu bulduğunu sananları önyargılarından vazgeçirmek hiç de kolay bir şey değildir
Her zaman söylerim. Üniversitelerimiz aslında kötü birer meslek okulu gibidir. Bunlar şayet bilim kurumlarıysa, niçin bilim felsefesi okutulmaz. Bilginin niteliği, bilimsel olan ve olmayan bilgiler, dil ve anlamla ilgili sorunlar üzerinde durulmaz. (Acaba kaç okulda bu dersleri verebilecek kişi çıkar, o da ayrı soru). Düşünme bunlarla başlar. Temelde doğru düşünmenin yollarını gösteren bir araç olan matematik ise kuru kuruya bu eksiklikleri gidermeye yetmez (zaten o da bu anlayışla verilmiyor, sadece bir hesap yöntemi gibi formül ezberletiliyor). İnsani bilgiler ve edebiyat da gereklidir. Bütün bu eksikliklerle sonuçta geldiğimiz yer ortada. Gene de herkes bahaneye bakmadan bu eksikliklerini tamamlamak için kendi gayretini göstermek zorundadır. 
Düşünen bir insan, hain değilse, ülkesinin karşı karşıya bulunduğu komplo ve tehditleri bir demokrasi projesi olarak göremez (hiç değilse faili meçhul siyasi cinayetler serisini hatırlar). Bu ona empoze edilen dille başlar. Şayet “dünyanın durumu” ya da “emperyalizm” yerine “küreselleşme” (hatta “globalleşme”) diyorsa, sermayenin uluslararası hakimiyetini kabul etmeye başladığını fark bile etmeyebilir. Seçilen kelimeler hiç de o kadar masum ve önemsiz değildir.
Bugün “küreselleşme” diyenler kapitalizme karşı mücadelenin ancak “küresel” boyutta yapılabileceğini söylüyor. Yani mücadele edilmeyecek, çünkü tüm yerel ve ulusal mücadeleleri baştan kötülüyor. Pekala küresel mücadele gökten mi inecek?! Ama teslimiyete koşullandırılmış (kendi kabahati tabii ki daha büyük).
Bir kısmı da şerefsiz teslimiyetlerini örtmek için saldırganlaşıyor.
*
Her birey ömrü boyunca koşullandırılmaya, düşüncesi belli kalıplara sokulmaya çalışılır. Geniş düşünmesi beklenen solcular da ne yazık ki bu kalıplar içinde tutulmaya çalışılmıştır. Resmi çizgiden sapan dışlanmış-sürülmüş-öldürülmüş-hapsedilmiş-zulüm görmüştür. SSCB’de, farklı düşünüp de hayatta kalabilen şanslı(!) azınlık Sibirya kamplarında hayatta kalanlar, Çin Kültür Devriminde ise domuz ağıllarından sağ çıkabilenlerdir. Diğerleri kaba bir materyalizm anlayışı içerisinde tarihi determinizm saçmalığını kabul eder gibi yapmışlardır. Bu nedenle sol kültür 1930’ların ortalarından beri artan şekilde geride kalmış olup, her geçen gün bu gerilik artmaktadır. Solun bilgi üreten kurumları vaktiyle resmi ideoloji altında ezilmişlerdi, günümüzde ise artık bunlar yok. Sadece bireysel gayretlerle ayakta tutulmaya çalışılan bilgi alanları ve düşünce yolları vardır. Bu durum hem burjuvazinin bilgi ve ideoloji alanlarında hegemonyasını sağlamlaştırmaktadır, hem de yukarıda değindiğimiz düşünce sorunlarının ve kafa karışıklığının nedenleri arasında önemli bir yer tutar. Birçok kişi bugün kapitalizmin evrenselliğini zımnen de olsa kabul etmiş bulunuyor ve aralarında çok sayıda “sözde solcu özde liberal sağcı” var. Bu durumun yarattığı samimiyetsizlik, üzerinde ayrıca durulması gereken bir başka sorunu oluşturuyor. Öte yandan, başka koşullar ve zamanlar için söylenmiş tezleri günümüze uydurmaya çalışan düşünce tembelleri de kendi çapları kadar zarar veriyorlar. 
*
Böylesi bir ortamda bilgi üretimi ve düşüncenin yolları daha da önem kazanıyor. Düşünür gibi yaparak ileri gidilemez. Bir zamanlar çökecek denilen emperyalizm tam da bu nedenle giderek öne geçiyor.
Bilgi ve felsefe alanında geride kalıyor olmamız, diğer alanlarda geri kalmamızın temel nedenidir. Post-modernizm saçmalığıyla insanların önünü tıkıyorlar. Bir dönem bu nasıl aşılır diye düşünüp durdum. Sonra birden uyandım. Bunu aşmaya gerek yok. Biz kendi düşüncemizde gerçek bir ilerleme sağlarsak zaten bu saçmalıkları süpürüp geçeriz. Sorunun büyük kısmı kendimizde, eskiye takılıp kalmaktan (özellikle de takılıp kalanlardan) kurtulamıyoruz.
Ülkemize gelince, düşünce kısırlığı olmasa, gericiliğin bin bir çeşidi herhalde toplumda ve sol içerisinde böyle etkili olamaz, gericilik rüzgarları fırtınaya dönüşmezdi. Otuz beş yıldır kaba materyalizme karşı mücadele ediyoruz ama zihinler o kadar kemikleşmiş ki, bir arpa boyu ilerleyemiyoruz. O zaman da gerçek sorunlar sahipsiz kalıyor.
Sağcılar gerçekten sağcılık yaparken, solcuların büyük kısmı sadece “solcuymuş gibi” yapıyor.
Şimdi, bu düşünme sorununu aşmadan diğer her şey havadadır. Nitekim otuz beş yıldır tek bir kalıcı bir muhalefet başarısı gösterebilir misiniz? Perspektif ve referans olmayınca pusulasız gemi gibi yalpalanıyor, sürüklenip duruyor. Ülkemizdeki sosyal değişimin doğru dürüst tahlilleri bile yapılmıyor. Emperyalizm bütün siyasi partileri denetlerken sözde sol politika yapanlar, gözü bağlı yakan top oynayanlara benziyor. 
Referans nedir? Bakış açısı ve değerlerdir. Bağımsızlık değerine sahip olmayınca AB fonlarından para kapıp ülkesine küfredebiliyor. Bakış açısı bozuk olunca siyasi partilerin perde arkasından nasıl denetlendiğini, hangi hedefe ilerlediklerini göremiyor. 
Bağımsızlıktan yana olanlara gelince, etraftaki zihni bulanık insanlardan kurtulmadıkça güçsüz kalınacağını öğrenmenin vakti çoktan geçti. Herkesi ikna edemeyeceğiniz gibi, düşünmeyi de öğretemezsiniz. Ya sollayıp geçecek, onları ait oldukları yerde bırakacaksınız, ya da onlarla birlikte bataklıkta çırpınıp duracaksınız. Hep somut sorunları inceleyeyim, sollayıp geçeyim diyorum ama her adımda bunlara tosluyorum. Bir geçebilsek, hiç değilse önümüzü görürüz gibi geliyor.
 
Mehmet Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM