Şairlerimiz devekuşu haline mi geldi?
Bir şair, en az devekuşu kadar meraklı olmalıdır!
Günümüz koşullarında şairin tutumunun devekuşununkine benzediğini düşünürken; böyle bir benzetmenin doğru olmayacağını gördüm. Devekuşları avcılardan kaçarken güçleri tükenince kafalarını kuma gömer; hiçbir şeyi görmez olunca, kendilerinin de görünmez olduklarını sanırlarmış. Devekuşlarına ilişkin genel kanıdır bu. Oysa bu harika hayvanlar meraklarını gidermek ve yiyecek bulmak için gördükleri çukurlara kafalarını sokarlar ve aranırlar durmadan. Düşmanlarından korunmak için de başlarını bacakları arasına alarak bir kaya görünümü verirler kendilerine ve hareketsiz kalırlar. Yakalandıklarında ölüymüş gibi yaparlar. Devekuşlarının bu özelliklere sahip olması nedense unutulmuş, bu karakteristik davranışları saflık olarak görülmüş.”Devekuşu gibi” deyimi bile üretilmiş bu yanılgıdan. Oysa bir şair, en az devekuşu kadar meraklı olmalıdır! Toplumsal yaşantıda insana ilişkin her şeye burnunu sokmalı; neyin ne olduğuna açıklık getirmeli. Bu ‘cilalı imaj çağında’ saklanan gerçeklere, suçüstü yapan bir ışık düşürmelidir. Böyle olması gerekirken, şairin gözleri önünde yaşanan onca çirkinliği görmemesi; anlaşılır ve kabul edilir bir durum değil. Bu bağlamda bakıldığında şairin, harekete geçiren merak dürtüsünden yoksun olduğunu saptamak yanlış olmaz. Apolitikleşmeyle de ilişkili bir durumdur bu. Daha açık bir söyleyişle; şairin, dünyada yaşananlarla bir derdi kalmamış gibi. Durum bu olunca, şiir de aşındırılmış oluyor. Çünkü şiirin doğası yok sayılıyor; dahası, şiire rağmen şiir yazma noktasına taşınıyor şair. Oysa bilinen odur ki yazılan her şiirde yeni bir insan, yeni bir duyarlık getirmelidir şair. Bunu yapabilmenin zorluğu açık; ama en azından “yeni bir insan, yeni bir duyarlık” getirmek niyetiyle başlanır her şiire. Bu; içerik, biçim, biçem, yapı, imge, değişmece düzeni olarak bir şiire dönüşmese bile, seçilen sözcüklerden anlaşılır şairin niyeti. Bu bakış açısıyla irdelendiğinde insanı doğrudan etkileyen olayları, olguları, durumları karşılayan sözcüklerin kullanılmadığı görülüyor kolayca. Yaşamı boşlamak; dili, dilin olanaklarını da boşlamak olduğu; nedense düşünülmüyor bile! 1980’den bu yana gecekondular, oralarda yaşayan çocukların, genç kızların özlemleri yok Türk şiirinde. Televizyonlarda yapılan reklamların yoksullarda oluşturduğu açlık, bireyde oluşturduğu psikolojik sarsıntı; hiç yokmuş gibi yaşanıyor ve şiirler yazılabiliyor. Fabrikalar, işçiler; yorgunluktan karısıyla sevişemeyenler, bu ilişkilenme içerisindeki kadının kemiren cinselliği, hiç us’a getirilmiyor. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan kirli savaşlara karşı direnen şiirlerin yazılmayışını görmek de yeterince ürkütücü değil mi? İşsizler, lümpenler, engelliler, tezgahtar kızlar, kentlerin eziciliği, ayakkabı boyacıları, işportacılar, mafya üyeleri, dolandırıcılar, töre cinayetleri, sosyolojik nedenler yüzünden intihar edenler, yaşadığı yasak aşk için kaybolup gidenler, hırsızlar, öğrenciler, memurlar, din adamları, inananlar, inanmayanlar, anarşistler, teröristler, gerillalar, kaçaklar, hapishanedekiler, işgal altında ülkeler ve bu ülkelerin halkları, her gün dayak yiyen kadın ve kızlar, eşcinseller, deliler, kasabalar, köyler, tarihsel mekanlar, sular, ormanlar, kuşlar, çiçekler; kısaca yaşatan ve yaşayan ne varsa unutulmuş durumda. Sözü kadına getirmek istiyorum. Sınıflı ve ataerkil toplumlarda kadın, kullanım değeri yüksek bir nesne olarak görülmüş; erkek özneye eşitlenmesine hiçbir zaman izin verilmemiştir. Kadın, cinsel bir nesne olarak algılanmış; bu amaçla kullanılacağı bir yaptırım olarak kendisine dayatılmış; bunda başarılı da olunmuş. Adem ile Havva’nın cinsel organlarını yaprakla örtmesinden, bu mitolojik bilgiden yola çıkanlar; tarihin en eski mesleğinin moda olduğunu söyleseler de; fahişeliğin en eski meslek olduğu konusunda, benimsenmiş, ortak bir yargı var. ‘Fahişe’ sözcüğü ‘fuhş’ten geliyor ve ‘ahlaksız kadın, kahbe’ anlamında kullanılıyor. ‘Ar, ayıp, kabahat, günah’ anlamlarında kullanıldığını da anımsamakta yarar var. Günümüzde, ‘herkesin yapabileceği bir hizmeti, para karşılığında yapan kişi’lerin fahişe olarak adlandırıldığı da biliniyor. Günümüzde, uzmanlık anlamına da geliyor fahişelik. “Ben mesleğimin fahişesiyim.” diyen çok insanla karşılaşabilirsiniz toplumda. Bu, olumlu bir bakışın karşılığı; ama yanlış yapan, kazık atan, aldatan, tuzağa düşürenlere de fahişe denildiğini unutmamak gerekiyor. Daha çok da böyle içeriklerle kullanılıyor fahişe sözcüğü. Sonuçta kadın üzerinden, gene kadını indirgeyen bir noktaya varılıyor. Burada ilginç olan, kadının ahlaksızlığı olarak görülüyor fahişelik; yani bir ahlaktan söz ediliyor. İyi de bu bağlamda kullanılan ahlak kavramının, sosyolojik açıdan sorgulanması gerekmiyor mu? Burada, sistemin çarpıklığı nedeniyle kendini satmak zorunda bıraktırılmış kadına yüklenen ahlaksızlık, aslında toplumun ahlaksızlığı değil mi? Bu; sınıflı, erkek egemen toplumların kadını ezen, metalaştıran (ticari mal haline getiren) bir dayatmasından başka bir şey değil. Dünyanın birçok ülkesinde fahişelik, bir meslek olarak kurumsallaşmış durumda. Bir kadın şiddete uğradığında, töre cinayetlerine kurban gittiğinde; cılız da olsa, bir karşı ses yükseliyor. Bu yeterli görülüyor olacak ki ticari bir kurum olarak işletilen genelevlerin varlığına kimse karşı çıkmıyor. Oysa, böylesine gayri insanı bir yapı karşısında bütün ülkenin ayağa kalkması gerekiyor. Genelevlerin yasal statüde meşrulaştırılmasını da anlamanın, kabul etmenin olanağı yok, olmamalı. Bir fabrika konumunda genelevler; yalnız buralarda bir şey üretilmiyor, kadın insanlar satılıyor; ekonomik deyimle, hizmet sektörü olarak görülüyor genelevler. Elbette, vergi de alınılıyor bu genelev çalışanlarından, genelev patroniçelerinden. Matild Manukyan (1914 – 2001 İstanbul) genelevlerden kazandığı paraları gayrı menkule dönüştürerek altı kez vergi rekortmeni olmuş ve çeşitli ödüller almıştı. Şöyle bir düşünüldüğünde, bu durumun ne denli trajikomik olduğu hemen görülüyor. Manukyan’ların kadın satarak kazandıkları paralar üzerinden verdikleri vergiler, devlet gelirlerine dahil ediliyor ve bir kısmıyla doktorların, öğretmenlerin, imamların… maaşları ödeniyor. Kabul edilir bir gerçek değil, ama yaşanıyor işte. Fahişelik kurumunun sosyolojik, ekonomik, toplumsal, bireysel açıdan irdelenişi; artık bir yüzleşmeyi de beraberinde getirmeli. Bu yüzleşmeye, en çok da sanatçıların, şairlerin gereksinmesi var. Yaşamın diğer alanlarıyla birlikte, fahişelik olayı da görmezden geliniyor. Birkaç kırık dökük aranışın dışında, Türk şiirinde fahişelik konusu yok gibi. Bütünüyle yaşamın dışında tasarlanan şiirler ne işe yarar? Türk şairinin bu ve benzer a açmazları, şiirin açmazı olarak pekişiyor. Yazılan şiirlerin içeriğinde, biçiminde, sözcük dağarında, yapısında, biçeminde, imge anlayışında, değişmece düzeninde görülüyor bu açmazın getirdiği tıkızlık. Galiba üzerine düşünmeye değer bir sorun bu. Sunay Akın’ın “Fahişe” adlı minik bir şiiri şöyle: İncitirim korkusuyla Yıkarken Nasıl da usulca Gezdirirdi ellerini Teninde annen Sunay Akın, bir fahişenin bebekken, annesi tarafından, nasıl özenle yıkandığını, bir yeri incinmesin diye nasıl dikkat edildiğini anlatıyor. Buradan hareketle o bebeğin büyüyüp sosyolojik nedenler yüzünden fahişe olmak zorunda bırakılmasından sonra çalıştığı genelevlerde kaba, hoyrat, acımasız, hayvanlaşmış erkekler tarafından nasıl acımasızca kullanıldığını çağrıştırıyor. Böyle bir algı esinliyor Sunay Akın’ı ve bu şiir çıkıyor ortaya. Yaşamdan damıtılmış bir şiir. Her toplumsal olgunun, olayın, durumun; böylesine esinleyen birçok boyutu var. Önemli olan bunu görmek ve bunun şiirini yazmaktır. Yaşamın diğer alanları için de geçerli bu. Şair; bireysel ve toplumsal acılarına dönmek zorunda, çünkü şiir oradadır. Devkuşu şair olmak da önemli elbette; merak edip yaşamın her karanlık çukuruna girmek, bakmak gerektiği çok açık. Veysel Çolak Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR