Nâzım Hikmet'e sataşma var! / Veysel Çolak
1930’lu yıllarda Nâzım’ın geliştirdiği söylem, politik olanla elbette örtüşmüştür. Ama bu, onun bir şiir önerisi getirmesini engellememiştir. Nâzım Hikmet’in yazdığı şiirin içerdiği bilginin bir estetiği de karşıladığı, öne çıkarttığı görülmelidir artık.
Nâzım Hikmet’i daha bir derinliğine konuşabiliriz. Bütün yapıtları yayımlandı. Ayrıca bu yapıtlar üzerine, onlarca inceleme yapıldı. Çok şey söylendi. Onu benimseyenler olduğu kadar yadsıyanlar da çıktı. Gerek Nâzım Hikmet’in yapıtları, gerekse ona yönelik yazılanlar; onu yeniden değerlendirmenin bir olanağı olarak düşünülebilir. Gerekli de bu. Politik, sosyolojik, estetik nedenlerden doğan bir zorunluluk bu. Nâzım’ı anlamak; politik tavırların, toplumsal değişikliklerin belirleyiciliğini, sanatsal gelişmeleri, bir dilin serüvenini, sanatçı-iktidar çatışmalarını; birbirine bağımlı bu süreçlerin bilgisini kazandırabilir... Bugün pek seslendirilmese de, Nâzım Hikmet’i yok sayanların bir hayli çok olduğu biliniyor. Solda olduğunu söyleyen bu insanların Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi düşünüp Nâzım Hikmet’i “burjuva şairi” görmeleri elbette bir açıklamayı bekliyor. Kürtlerden söz etmediğini savlayanların onu yadsıyor alması da çözüm bekleyen bir sorun olarak önümüzde duruyor. Bunları söylerken, geçmişte kalmış tartışmaları günümüze taşımak gibi bir düşüncem yok, olamaz da. Ama bugün henüz yirmili, otuzlu yaşlarını süren yüzlerce kişinin sol adına, geçerli saydıkları ideoloji adına Nâzım Hikmet’i dışta bırakma düşünceleriyle yüzleşmek gerekiyor! Ne yazmış olursa olsun, Nâzım Hikmet’i politik tutarsızlıkla suçlamak, yaşamsal bir sorun olduğu kadar kültürel bir sorundur aynı zamanda. Böyle düşünenlerin, Nâzım’ı bir eylemci olarak görmediklerini öne sürecekleri kesin. Belki de soyağacına bakıp sonuçlar çıkartanlar da olacaktır. Gene 1928-1935 yılları arasında yazdığı şiirlerin, dönemin ekonomik, politik tutuma denk düşmesi, toplumun bütün kesimlerince benimsenmesi bile bir olumsuzluk olarak görülebilir. Bu oluşumun bir uzantısı olarak, 1930’lu yıllarda Nâzım’ın ders kitaplarına girmesi ve okutulması, şaşırtıcı bulunabilir. Bunun, Nâzım’ın iktidarla bütünleştiği anlamına geldiğini düşünenler, hatta savlayanlar çıkabilir. Oysa o dönemde Sovyetlerinkine benzer bir ekonomik yapılanmanın Türkiye’de de yaşandığını bilmeyenlerin suçlayıcı yargıları haklı da görülebilir. İlk kurulan fabrikaların kapısındaki “Her fabrika bir kaledir.” sözünün Stalin’e ait olduğu, ancak “70”li yıllarda anlaşılmış ve kaldırılmıştı. Bu örnek bile, her kültürel nesnenin, oluşumun ne denli yüzeysel algılandığını gösteriyor olmalı. 1930’lu yıllarda Nâzım’ın geliştirdiği söylem, politik olanla elbette örtüşmüştür. Ama bu, onun bir şiir önerisi getirmesini engellememiştir. Nâzım Hikmet’in yazdığı şiirin içerdiği bilginin bir estetiği de karşıladığı, öne çıkarttığı görülmelidir artık. Ancak o zaman değerler yerine oturtulabilir ve gelişmenin sürekliliği sağlanabilir. Önemli olan da bu. Ama böyle bakılmıyor. Yaşanmış, geçmişte kalmış değerlerden medet umuluyor. “70”li yıllarda yapıldığı gibi Marks’a, Engels’e, Stalin’e, Troçki’ye, Mao’ya... yaslanarak; yaşanılan gün kurtulsun isteniyor. Oysa, “Onlar öldü.” diyememenin, kendiyle baş başa kalamamanın getirdiği bir açmaz bu. Bir öznenin geçmişte yapamadıklarını söylemek bugünün açıklaması olamaz. 1930’lu yıllarda sağ kesim de benimsemişti Nâzım’ı. Onun “Putları Yıkıyoruz” hareketiyle Yakup Kadri’yi, Peyami Safa’yı, Hamdullah Suphi’yi karşısına alıncaya kadar onlar tarafından da kabul gördüğü biliniyor. Nâzım’ın başlattığı kültürel hareket 1938’den sonra politik söylemle çelişmeye başlar, daha doğrusu öyle algılanır. Onun tutukluluk süreçleri de böyle başlar. Oysa politik düşüncesini, felsefi kavrayışını hiçbir zaman eyleme dönüştürmediği bilinirken suçlanması; düşünce özgürlüğünün suç görüldüğünün bir göstergesidir. O günden bu güne düşüncenin suçlanması pekiştirilerek yaşama geçirilmiştir. Bu yapılırken Nâzım Hikmet’in dil bağlamında ulusal onur olduğu da fark edilmiştir. Kültür Bakanlığı’nın hazırladığı kitapta Nâzım’a yer vermesi demokratik bir gelişme olarak değerlendirilemez. Öyle de değil çünkü. Aynı günlere denk gelecek şekilde Alpaslan Türkeş’in Nâzım’ın “Davet” şiirini alanlarda okuması, sol kesimde ve toplumun bütününde muğlak olan yerini biraz daha belirsizleştirmek içindir, denilebilir. Eğer böylesine bir gelişme olmasa, İsmet Özel, “Davet” adlı şiirinin İslami bir söylemi karşıladığını söylemesi o kadar kolay olmayacaktı. Şiirin son dizeleri şöyle: Kim üretirse üretsin, insandan yana olan kültürel değerlere sahip çıkmak, onların yaşanır kılınmasını sağlamak daha çok, sol düşünceyi benimseyenlerin görevi olmalıdır. Gene bilinen odur ki düşünce iktidar kurucu olarak değil; iktidar karşıtı olarak gelişmiştir. Nâzım’ın Türkiye’den ve Sovyetlerden kaçışının biricik nedeni iktidarla karşı karşıya gelmesinden başka bir şey değildir. Daha doğrusu iktidarlar karşıtı şiirler yazması, estetik önerilerde bulunması, düşünceler üretmesidir. Bağlamında bunların tartışılması Türkçe şiirin bir açıklanması da olacaktır. Bir şairin kendi diline duyduğu sevginin bütün dilleri nasıl kucakladığını anlamak da buna bağlı. Bugün yaşanan kültürel aşkınlıkta Nâzım Hikmet, düşüncenin nesnesidir artık. Bu da onu anlamayı gerekli kılıyor. Veysel Çolak Gerçekedebiyat.com
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim.
İsmet Özel 1965’te TİP’nin bir seçim afişindeki “Kula kulluk yetsin artık.” sloganının sosyalist bir içerik taşımadığını söylerken; Nâzım’ın “yok edin insanın insana kulluğunu” dizesini de eskittiğini düşünüyordu elbette. (Milliyet, 25.09.2000) Dahası “Kula kulluk yetsin.” sloganını, “pür İslami bir slogan” olarak öne çıkartabiliyordu. Bu, bir yandan sol kültürel birikimin içini boşaltmayı amaçlarken, diğer yandan üretim ilişkilerinin içeriğini, sınıfsal yapılanmayı da gizlemeye yönelikti elbette. Düşünülmeli bunlar.
YORUMLAR