mehmet-ulusoy-romanda-ide-15072025221244.jpg


Önceki bölümle ilgili bir okur dostumun, “endazeyi şaşırdığım”, kötü romanı çöpe atarken “Türk edebiyatının bütününü çöpe attığım” eleştirisini yaptı. Yazı, alında bu eleştirilere bazı önemli yanıtlar içerse de demek ki doyurucu olamamış. Bazı noktalardan eksikliğin ben de farkındaydım. Çünkü bu noktalara ilişkin, eğilimini kimi tipik temsilcisi yazarlara değinerek daha somutlaştırıcı eleştirilerimi ikinci bölüme bırakmıştım.

Egemen medyanın, toplumsallık karşıtlığını, bireyciliği öne çıkarıp parlattığı edebiyat dünyasında hâlâ yaygın ve etkili akım postmodern anlayıştır bana göre. Onun için, birinci bölümde, konunun çatısını ve çerçevesini çizerken, toplumsal ideal ve umut yitimi, sığlaşma yozlaşma ve yabancılaşmanın asli ögeleri olarak söz konusu anlayışa odaklandım. Bu bölümde ise, yozlaşma, çoraklaşma ve sığlaşmanın kaçınılmaz sonucu, içerik ve anlam karşıtı, ne kokar ne bulaşır bir yavanlaşmanın, bazı tipik temsilcileri üzerinden derece derece, halka halka edebiyatta ve romanda nasıl oluştuğuna ve somut ürünlere, yapıtlara dönüştüğüne kısaca değineceğim.

Öte yandan, toplumsal gerçekçi roman estetiği açısından günümüzde, 12 Mart romanındaki estetik düzeysizliğin aşılmasında belli bir çaba görülse de, nitelikli okuyucu açısından, düzeyli ve nitelikli örneklerin bile neden hâlâ son derece sınırlı, yetersiz, sönük, cılız, belli bir heyecan ve amasız-fakatsız beğeni ve övgü yaratmaktan uzak olduğunu sorgulamak gerekiyor.

Konuyu ve bununla ilgili tartışma ve eleştirilerimi özellikle son elli yılla sınırlıyorum. Çünkü, gerek sanatın toplumsal temeli, renkli, boyutlu ve zengin içerik ve biçimi olarak çölleşme ve çürüme olgusunun bu elli yıla özgü belirleyici bir kültürel sorun olması, gerekse bu sürecin, roman anlayışı, estetiği ve üretimindeki bütün kırılmalar, derin karşıtlıklar, ruhsal kirlenme, bozulma ve ikiyüzlülüklerin her boyutuyla yaşandığı bir dönem olması açısından, tartışmamızın esas çerçevesini oluşturması doğal.

Bu nedenle, içinde yaşadığımız yarım yüzyıllık dönemin çok boyutlu, derin ulusal, toplumsal sorunları, en soylu ve erdemlisinde en alçak, vicdansız ve hainine olağanüstü zengin insan gerçekliği bütün çarpıcılığı ve şaşırtıcılığıyla gündemdeyken, tarihsel romanlara, ne kadar başarılı olursa olsunlar, değerlendirme gündeminin merkezinde yer vermeyi doğru bulmadım. Aksini düşünmek, günün hem toplumsal ve kültürel, hem de ideolojik ve siyasal bakımdan, bir ulusun varoluşunun, geleceğinin ciddi tartışma konusu olduğu, etik sorumluluk yüklü içeriğinden, bir anlamda kolay, sorunsuz ve risksiz bir alana kayıştır, hatta uzak geçmişe kayarak bir çeşit gerçeklikten kaçıştır kanısındayım. Üstelik tarihsel metinleri yap-boz montajlayarak tarihi en çok fantezi malzemesi olarak yağmalayan ve kullanan postmodern romancılaradır. Bu da, tarihe kaçışın bugün daha çok postmodern bağlantılı bir tarz ve eğilim olduğunu gösteriyor. Fantezi ağırlıklı egemen edebiyat anlayışının ve tarzının -istendiği kadar bu anlayışa karşı olunsun- gündemle esasta bir bağlantısı olmayacak ölçüde tarihsel boyutlu bir biçimidir diye düşünüyorum.

NE KOKAR NE BULAŞIR, RENKSİZ, YAVAN, AMA MÜTHİŞ EĞLENDİRİCİ!

Ulusal, toplumsal sorunları, haksızlık ve adaletsizlikleri, toplumdaki derin kirlenme ve çürümeye yol açan olguları sanatının merkezine koymaktan kaçınan neoliberal-postmodern anlayış, gerek Batı'da gerekse ülkemizde tumturaklı söylemlerle sahte, sınırsız özgürlükçülük ve "otorite" karşıtlığı gibi maskelere bürünerek girmişti toplumsal, kültürel hayatımıza. Çoğumuzu, herhalde yeni bir şey söylüyordur heyecanıyla etkilemişti bir dönem.

Başlardaki, yeni bir çağ, yeni bir kültür naralarıyla ortalığı toza-dumana katan, aydınlanmaya, akla, bilime ve gerçeğe karşı meydan okuyan, bu müthiş iddialı, ama bir süre sonra ne kokar ne bulaşır, tatsız tuzsuz, çerezlik, eğlencelik niteliği ortya çıkan bu yavan sanat ve edebiyat havası giderek sönmeye, kibir süngüleri düşmeye başladı. Sözde “özgür birey”i anlatan, -ki biricik idealleri, ütopyaları, çürüme noktasına kadar varan, toplum ve tarih dışı bir bireyin yüceltilmesidir- “siyaset ve ideoloji karşıtlığı” maskesi takmış, yer yer çevreciliğe, kadın hareketine bulaşan, etnik ve cemaat özgürlükçüsü bu sahte, iki yüzlü biçimciliğin yaldızları dökülmeye başladı. Bu dalgadan etkilenen çoğu yazarın, son yıllarda küreselci yalan balonları patladıkça, gerçekçi ve toplumsal içerikli tema, motif ve anlatımları giderek daha çok kullandıkları, büyük dekadan savrulmadan kurtulma çabası içinde oldukları söylenebilir.

Öyle ya, emperyalizme uşaklığın, ulusa ihanetin, büyük toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerin, akıl dondurucu cinayetlerin, dibe vurmuş ahlaksızlık ve yalanların köşeleri tuttuğu, vicdanların derinden kirletmeye başladığı böyle bir toplumda sahici sanatçı ve edebiyatçının duruşunun, tavrının ne olması gerektiği açık değil mi? Romancının, bütün bunları temel sorun edinme kaygısı olmadan, böyle bir duyarlılığı ve sorumluluğu taşımadan, toplumdaki umut enerjisiyle, yeni bir dünya özlemi ve arayışı ile buluşup bunların estetik-sanatsal sözcüsü olabilir miydi? Dolayısıyla, sanatın ve edebiyatın temel amacı olan dünyayı değiştirme ve daha güzel bir dünya yaratma, yaşamın ve insanın yeniden üretilmesine öncülük etme çabası ve mesajını içermeden, okunmaya değer, etkileyici, başarılı, düşündürücü, ufuk açıcı, heyecan verici ve kendini tartıştıran yapıtlar üretilebilir mi?

Çoğu küresel fonlarla devşirilen, semirtilen ve şımartılan yazar ve yayınevleri, egemen medyanın şişirme, parlatma ve reklam ağlarıyla payandalanmakta, okur kitlesi büyük gösterişli, fiyakalı “estetik” yalanlar sarmalıyla avlanmaya devam etmektedir. Sanat ve edebiyat ile toplumun, okuyucu ve izleyici kitlesinin ilişkisini yansıtan edebiyat ve roman gerçeğimiz, Batı merkezli postmodern anlayışın kuşatmasını henüz yaramamıştır. O kirli iklimde kıvranmakta, debelenmektedir. Giderek postmodern romanla toplumsal gerçekçi roman arasında gidip gelen oldukça geniş bir yelpaze oluşmuş olsa da, gerçekliğin baskın rengi ne yazık ki hâlâ budur.

YAPISALCILIK: “GERÇEKLİK BİZİM YARATTIĞIMIZ BİR KURMACADIR”!

Berna Moran'ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı çok değerli kitabındaki deyişiyle, “80 sonrası dönem romanının dikkat çeken özelliği içerikten, toplumsal sorunlardan çok biçime önem verilmesidir.” Ve “80 sonrasının...”, içeriğin, özün, yani ne'yin değil, nasıl'ın, biçimin, söz ve anlatım ustalığının, söz ve imge oyunlarının, içeriksiz, anlamsız, eğlencelik üslup, imge ve söylem hünerlerinin sergilenmesinin bugün de hâlâ devam ettiğini yadsıyamayız. Biçimin belirleyici hale gelmesi, kuşkusuz öznel düşünce ve duygunun nesnel gerçekliği belirlemesi anlamına gelir.

Nasıl ki aydınlanma akılcılığı ve beraberinde getirdiği modernite değerleri, insanlığı özgürleştiren ve geliştiren köklü bir uygarlık ve çağ değişimini ifade ediyorsa, postmodernizm de aydınlanma ve modernitenin tam karşıtını, bir anlamda “Yeni bir Ortaçağ”ın kültürünü temsil ediyor. Kapitalist toplumun insanlığı geliştirici anlamda ileriye sıçramasını, yetkinleşmesini değil, -bunun çağımızda olanaksız olduğu artık biliniyor- kendi içine kıyametçi çökmesini ve dağılmasını estetize eden, yücelten bir kültürü temsil etme bağlamında, insanlığın ileriye dönük bilinçli ve iradi çabasını felce uğratan, çürüten dekadan bir kültürdür.

Postmodernizmin gerçeklik karşıtı bu temel tutumu, Batı'da 60'larda etkili bir akım olan, Sausser'in öncülük ettiği Yapısalcı dil kuramından da beslenir. Ve bugün Yapısalcılık da Postyapısalcılık da postmodernizmin bir ögesidir. Bu kurama göre, dil, kavramlar, sözcükler, tümceler gerçekliği aktarmaz, bir anlamda yaratır. Başka deyişle, onlara göre, gerçeklik bizim yarattığımız bir kurmacadır. Yani düşünen, konuşan, toplumsal bir varlık olan insandan önce gerçeklik, nesnel bir dünya yoktur, dünya, insanlar düşünmeye, konuşmaya başlayınca var olmuştur!.. Ve kurmaca, gerçekliğin bir kopyası, taklidi ya da yansıması değil, kendisidir!..

Bu sözde “yeni” romanda, kronolojik bir zaman akışı içinde gelişen, iyi hesaplanmış bir olay örgüsüne, her şeyi bilen yazar odaklı bir anlatıya, tanımlanan kişiliklerine uygun davranan karakterlere, olayların neden-sonuç ilişkileri gözetilerek sıralanmasına gerek yoktur!.. Demek ki karşımızda, gerçeğe bağlılığı ve bilimi her şeyin kaynağı ve klavuzu yapan çağdaş düşüncenin tam karşıtını savunan gerici bir düşünce ve ideoloji vardır. Bu ideoloji ile kurgulanan ve dünyayı çöküş ve çürüme yönünde değiştirmeye ya da bu çöküş ve çürümeyi, bazı entellerin ifade etmekten hoşlandığı “kıyamet” sürecini “disütopya” odaklı estetikleştiren bir sanat ve edebiyat sözkonusudur.

GERÇEKÇİLİK, YAZARIN KENDİ DIŞ ve İÇ YAŞAMINA ve SORUNLARINA İNDİRGENMİŞTİR

Attila İlhan'ın, postmodernizmin altın çağını yaşadığı 1993'lerde yayımladığı Hangi Edebiyat adlı kitabında yaptığı şu değerlendirme son derece gerçekçi ve öğreticidir:

“Son okuduğum bir kaç yazar, (...) ülkenin 80'li yıllar boyunca içine itildiği ortamın, kültürel çevredeki 'ihtilaçlarını' [çırpınmalarını] yansıtıyor: Toplumsallık hemen tamamıyla kaybolmuştur, gerçekçilik yazarın kendi hayatına ve yakın çevresine indirgenmiştir, o da net değildir ha, sık sık hayalleriyle, anılarıyla, arzularıyla karışarak belirir; 'insanların insanlarla ilişkileri' ya bütünüyle silinmiş, ya da yazarın öteki ben'i ile ilişkilere dönüştürülmüştür; kötümserlik, mutsuzluk, iletişim yoksunluğu paçadan akıyor; yer ve zaman belirsiz, 'tipleme' hemen hemen yok. Çok kestirmeden denilebilir ki, 'yeni' roman ve hikaye, 'entel' barlarını dolduran bireyin (bireylerin) birbirlerine çok benzer iç dünyasını 'entel' ve 'seçkin' bir Türkçeyle anlatıyor: Şiirselliğe özen gösteriyor, fakat imgelerle okurun gözünü boyayıp, aslında hep aynı hikayeyi tekrarlıyorlar.”

Kimileri, “abartıyorsun, postmodern akım 80'ler ve doksanlarda etkiliydi ama sonra etkisini yitirdi” itirazlarını duyar gibiyim. Oysa onlar çok yanılıyor. Bu konuda, önemli kültür ve sanat eleştirmenimiz Ahmet Oktay'a başvuralım isterseniz. Oktay, 2003'te, Romanımıza ne oldu?  başlıklı yazısında, Orhan Pamuk'tan Latife Tekin'e çoğunun yaptığı eski metinlerin parodileştirilip ya da montajlanıp eklektik fanteziye, eğlence nesnesine dönüştürülme olayını şöyle yorumluyordu:

“Romancılarımızın büyük bölümü, yaşanan somut zamanın güncel sorunlarıyla yüz yüze gelmeyi ve onları anlamlandırarak birbirleriyle diyalektik ilişki içinde bulunan bireysel ve toplumsal koşullar hakkında bir bilinç oluşturmayı değil, artık dönüştürülmesi olanaksız, geçmişi yazınsal bir haz nesnesi haline getirmeyi tercih ediyorlar.”

Yani, Oktay'ın yerinde saptamasıyla, tarihsel geçmişle ilgili anlatılar, metinler, portmodern ayarlı toplumsal gerçeklik karşıtı yazarlar için, ancak “metinlerarasılık” adı verilen yırtma-yapıştırma tekniğiyle eklektik olarak birleştiriliyor. Böylece, çok önemli tarihi nitelikli metinler, postmodernizle yüceltilen, itibarlaştırılan ilkel, sıradan, bayağı arzuların, davraniş ve ilişkilerin “yeni” romanının fantastik, eğlencelik, ilkel haz nesnesi oluyor. Ya da aynı metinler parodileştirilerek, alaya alınıp gülünçleştirilerek aynı şekilde fanteziye, eğlence malzemesine dönüştürülüyor.

TÜRK ROMANININ AŞMASI GEREKEN TEMEL SORUN NEDİR?

Öte yandan, hiç kuşkusuz, emperyalist kültürün ve büyük sermayenin sınıfsal-bilinçli desteğiyle şişirilen ve parlatılan, içeriksizliği ve anlamsızlığı kutsayan sanat ve edebiyat türüne karşı direnen çok önemli bir yazar ve okur kitlesi vardır. Ama ne acıdır ki, bu küreselci kültürel karşıdevrim döneminde en yıkıcı biçimde yaşanan aydın, yazar dönekliği ve ihanetinin bir sonucu olarak kitlelerin, halkın, aydın ve siyasetçilerin bir adım ilerisinde olduğu gibi, edebiyatta da -yaygın ve baskın eğilimi söylüyorum- Cumhuriyet değerlerine, devrimci, çağdaş birikime, Kemalist ilkelere sahip çıkan bilinçli okurlar, tarihin doğru yerinde duruş açısından aydın ve yazarın bir adım ilerisindedir. Ne istediğinin, ne düzeyde, toplumsal ve ulusal bağlamla ilintili hangi içerik ve biçimde bir roman beklediğinin bilincinde olduğuna inanıyorum.

Gerçekçi, toplumsal, insani değer ve ideallere bağlı sınırlı sayıda toplumcu ve ulusal duyarlılığı olan yazarların varlığını asla unutmamakla birlikte, Türk romanının aşması gereken asıl sorun, içerik ve anlamla doğrudan bağlantılı bir nitelik ya da derinlik (dikeylik) sorunudur. Amaç, içerik ile -içeriğin belirleyici olduğu- biçim arasında uyum ve bütünsellikte yaratıcı bir özgünlüğe ulaşmaktır. Bu bütünsellikte gerçekliğin, hakikatin, günün en ileri, en yetkin kavrayış ve beğeni ölçütlerinde estetik bir anlatıma kavuşturulmasıdır.

İçerikten kopmuş, yapay, sahte, naylon bir biçimciliğe karşı, -biçimdeki, kurgu, üslup ve anlatımdaki bazı yenilik ve ustalıkları küçümsemeden- onları da aşan, toplumsal içerikle uyumlu bir biçime, üslup ve anlatıma ulaşan ve böylece gerçek anlamda çağın estetik bilincini, duyarlılık ve beğeni düzeyini yansıtan başarılı, yetkin romanların üretilip üretilmemesidir asıl sorun. Kesin inanıyorum ki, böylesi yapıtlar okuyucuyu, aklıyla, yüreğiyle, vicdanıyla daha yüksek, daha soylu ve erdemli bir düzeye taşıyacaktır.

Nitelikli sanat ve edebiyat, güçlü, kucaklayıcı, okuyucunun duygu ve düşünce dünyasını kuşatan, vicdanını sarsan, arındıran, yücelten, eğiten en etkili eylem, en bulunmaz dosttur. Ve bugünkü, ruhen, ahlaken, vicdanen büyük bir kirlenme ve çürüme çukuru içinde debelenen, cahilce, olur olmaz, boş ve anlamsız nedenlerle kavga eden, vuran-vurulan, ölen-öldüren, özellike kadınlarımıza yönelik canice sapkınlıklar gösteren insan gerçeğimizin, başka hiç bir tıbbi-psikolojik müdahale ve ilaçla mümkün olmayan ruhsal ve kişilik sağaltımında genel olarak nitelikli, toplumsal gerçekçi sanat-edebiyatın, romanın tartışılmaz önemli bir rolü vardır. Elbette bu bir hap önerisi değildir; bir kültürel ortamdır, düşünsel, duygusal iklimdir.

ÜRETİLEN ROMAN SAYISI OLAĞANÜSTÜ ARTARKEN NİTELİK DÜŞÜYOR, NEDEN?

12 Mart romanlarının, aynı zamanda bu konuda da yetersiz, siyasal içerikte ve şabloncu olan, içeriğin her şey, biçimin hiç bir şey olduğunu yansıtan anlayışını sanki tekrar edercesine, kendisini “toplumsal gerçekçi” olarak tanımlayan çok sayıda -hatta ezici çoğunlukta- “yazar” olduğunu biliyoruz. Çağdaş Türk romanının yaşadığı bu sığlaşma sürecinde, neredeyse eline kalem alanın romacı olduğu, derinleşmekten kaçan, kolaycı, yatay, enine büyüyüp obezleşerek artan çoraklaşma ve yavanlaşma krizini daha sarsıcı duyumsuyoruz, kavrıyoruz.

Gençliğin bir kısmının hiç, bir kısmının da neden dünya klasiklerinden başka roman okumadığını üzülerek görüyoruz. Bu vahim tabloyu nasıl değiştirebiliriz diye derin derin düşünüyorum, nedenlerine kafa yoruyorum ve sık sık rastldığım gençlele tartışıyorum. Yanıltıcı, nitelikli yapıttan soğutucu ve sürüleştirici reklamların büyük etkisi olsa da, az çok eğitimli gençlerin iyi ve kötü romanı bir kaç deneme sonrası rahatlıkla ayırt edebildiğinin de farkındayım. Sartre'ın vurguladığı gibi, “Kötü roman, pohpohlayarak ve pohpohlanarak hoşa gitmeye çalışan romandır; iyi roman ise, bir inanma ve inanılma işidir.”

Medyanın, sanal algı yaratma yöntemlerinin büyük ölçüde belirleyici olduğu günümüzde reklamın, şişirip parlatmanın, pohpohlamanın, samimi olmayan, ticari veya eş dost çıkar çevresine dayanan övgülerin maalesef yapıtın satışında son derece etkili olduğunu düşünürsek, iyi ve kötü romanı olduğu gibi iyi ve kötü kitabı da ayırt etmek oldukça zorlaşıyor. İşte bu tuzaklar girdabında sahici, samimi, yazarın bütün benliğini, inanmışlığını ortaya koyduğu, okurun da aynı içtenlik ve inanmışlıkla okuyup değerlendirdiği yazarı, romanı ve okuyucuyu bulmak, çöplükte kaybolmuş çok değerli bir şeyi aramakta ısrar etmek gibi soylu bir çabadır.

Ne var ki, 80 öncesi dönemde aşağı yukarı yılda 30-40 roman yayınlanırken ve bunların hepsini bir eleştirmen veya iyi bir edebiyat okuru rahatlıkla okuyabilirken, büyük çoğunluğu vasat ve vasatın altında, yılda 300-400 romanın yayınlandığı günümüzde, hiçbir babayiğit bunları hakkını vererek okuyamaz. Dolayısıyla günümüz Türk romanıyla ilgili ana çizgileriyle bir şeyler söyleyebilmek için, hiç kuşkusuz, günün egemen roman anlayışlarını en iyi yansıtan, nitelikli, iddialı ya da çoğunluk okurun beğenisini alan romanları seçerek okumak gibi bir özen ve sorumluluk gerekiyor.

Değilse, postmodern anlayışın savunduğu, nitelikli ile sıradan, düzeyli ile bayağı farkının önemsizleştiği, sıradan, basit bir eşyanın bile parlatılıp, yaldızlanıp sanat eseri diye sunulduğu günümüzde, çoğu niteliksiz ve bayağı, içi boş ve yavan bilgilerle doldurulmuş 300-400 romanı okumak ne gibi bir değer taşıyabilir? Sadece içi boş, anlamsız, çöplük bilgi ve sözlerin hamallığı dışında.

ORHAN PAMUK: 'SÖZ, GERÇEKLİKTEN DAHA BÜYÜK VE BELİRLEYİCİDİR'

Yapmaya çalıştığım şey, “Çürümenin Estetiği-Yeni Ortaçağın Kültürel Biçimi Postmodernizm ve Ulusal Kültür” kitabımda geniş olarak incelendiği gibi, postmodernizm ve Türk sanatı ve edebiyatı/romanı üzerine bütünsel bir eleştirel bakış ve değerlendirme çabasıdır. Bu eleştirel değerlendirmede eserlerinin çoğunu okuduğum, sanat ve edebiyata ilişkin felsefi ve estetik(siz) ya da karşı-estetik düşüncelerini incelediğim, en başta toplumsal gerçekçilikten postmodern romana geçişe köprü rolü oynayan, öncülük eden Oğuz Atay olmak üzere, Orhan Pamuk, Bilge Karasu, Nazlı Eray, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar, Latife Tekin gibi bazı yazarlar, dönemin baskın eğilimi postmodern anlayışı bilinçli bir tercih olarak benimsemeleri ve yansıtmaları açısından öne çıkmaktadır.

Özellikle, 80'lere kadar baskın eğilim ya da ana akım olan toplumcu/toplumsal gerçekçi ve ulusal içerikli roman anlayışına karşı, 80'lerden sonra, ilerici aydına ve sosyalizme, devrime ve Kemalizme karşı derin bir hayal kırıklığı ve tepkisellik taşıyan, yenilgi, pişmanlık, teslimiyet ve ihanet ruhuna denk düşen içerikte bir sanat ve edebiyat akımı gelişti. Daha doğrusu küresel ve yerel ideolojik-kültürel proje ve planlama merkezlerinin inceden inceye tasarımlayıp yönlendirmesiyle gerçekleşti bu.

“Ne?” değil, “nasıl?” sorusunu yanıtlamayı öne çıkaran, söz ve imge oyunlarının nesnel gerçeklik karşısında belirleyici olduğunun, yani gerçekliğin, söz, düşünce, hayal ve kurgulardan ibaret olduğunun felsefesini yapıyordu bu postmodern proje. Özetle, “İçerik hiç bir şey, biçim her şey” diyen postmodern estetik anlayış, eklektik ve eski, klasik metinleri parodileştirerek bozan, komikleştiren, alaya alan sözde anlatım yenilikleri, yapay kurgular, üslup ve imge süslemelerini savunuyordu. Tarihsel ve nedensellik bağını kurmaktan kaçınan bir kurgusal, yapay hikaye ve olay örgüsüyle, sanal bir dünyaya kaçışı önererek okuyucuda gerçeklik duygusunu felç eden, ruhsuz bir tarih dışılık fantezisi ile karşı karşıyaydık.

Postmodern romanın, ulusal devrim ve Kemalizm düşmanlığının bizdeki en ustası ve bu nedenle “Nobel ödülünü hak eden” (!) Orhan Pamuk, gerçeklik ruhu boşaltılmış, yerine Türkiye gerçekliğine yabancılaşmış ve postmodern ideolojinin çöküş ve çürüme ruhunu yansıtan dünyasını Kara Kitap adlı yapıtında şöyle yansıtıyordu: “Yazı [söz, düşünce], hayattan, nesnel gerçeklikten çok daha şaşırtıcı, büyük ve belirleyicidir.” Ona göre, günün gerçekliğinde yansıtılacak yeni bir şey yoktur; daha önce üretilmiş yapıtlardan bağımsız biricik, özgün yapıtların artık üretilemeyeceğini iddia ediyor. “Önemli olan, yeni bir şey yaratmak değil, daha önceden binlerce zeka tarafından binlerce yılda yaratılmış olan harikaları bir köşesinden, bir ucundan değiştirerek yepyeni bir şey söylemektir” diyor. Dolayısıyla sanat olarak yapılacak tek şey, Lyotard'ın “Söz ve imge oyunları maddi gerçekliği belirler” dediği, söz ve anlatım ustalıkları ve oyunlarıyla, eski metinleri kesip-biçip yeniden yapıştırarak kurgulamaktır. Ona göre, bunların dışında yaratıcılık, özgünlük bitmiştir!...

Bilge Karasu'nun özellikle Gece ve Kılavuz kitaplarında, gerçeklik ve zaman ilişkisi, yani nedensellik ekseninde bir öykü yapısı tamamen yok edilmiştir. Böyle bir roman örgüsünde, birbiriyle ilgisiz, anlamsal bir bütünlük bağı olmayan olay ve öyküler, “Üstkurmaca” denen bir yapıda, gerçeklik ve gerçek dışılık arasındaki ayrımın ve zamansallığın yok edildiği bir bağlamda, olaylar eklektik olarak, yan yana, art arda eklenerek polisiye, fantastik bir bir biçimde sunuluyor. İşte Bilge Karasu'nun, bazılarına göre ilginç, benzersiz, şaşırtıcı romancılığı!...

“Benim için önemli olan biçim ve kurgudur” diyen Hasan Ali Toptaş'la ilgili söyleyecek fazla bir şey olmasa gerek. Gerçekten dili ustaca kullanan anlatımı ve basit, sıradan ama bazı okuyucular için yeni ve çarpıcı gelen kurmaca yeteneği dışında toplumsal hiç bir içerik ve ileti taşımamaktadır yazar.

Polisiye, eğlencelik romanların yazarı Nazlı Eray'ın, masallarda bile asla bir araya gelemeyecek kişi ve olaylardan oluşan kurguları ise, Erzurumlu Teo Amca'nun onun yanında bilge sayıldığı, masal ya da güldürünün kendine özgü asaletini ve ciddiyetini bile taşımayan saçmasapan, işkembeden kurmacalarıyla tam bir fanteziler karikatürüdür. Arzu Sapağında İnecek Var gibi, Berna Moran'ın deyişiyle “anlamı boşaltılmış bir fantezi, fantezi içinde fantezi” niteliğinde, polisiye fantastik türündeki romanlarındaki kurgu ve olay örgüsü, masallarda bile rastlanmayan öyle bir gayri ciddiliğe varıyor ki, yaratıcılık, her yana, her türlü bayağılığa keyfince açılan sulandırılmış ve laçkalaşmış bir kurmacaya dönüşüyor.

90'larda ilginç hikaye kurguları ve anlatım üslubuyla ilgi çeken İhsan Oktay Anar ise bu yeni dönemin oynak, belkemiksiz, anlamsız ve amaçsız edebiyat anlayışının tipik örneklerindendir. Anar, omurgasız, kimliksiz romancılığını şöyle açıklar: “Kimliksiz biri olduğumu düşünüyorum. Ressam, mühendis, tarihçi kimliklerine sıkışıp kalmak istemem. Hatta yazar kimliğine de. Sadece yazıyorum, o kadar. (...) Borges'in söylemeye çalıştığı gibi, 'bir insan hem herkes, hem hiç biridir.' Ben bir jokerim, yani bazı iskambil oyunlarında her kartın yerine geçen bir kart gibi. Kelimenin diğer anlamıyla da 'joker', yani 'şakacı'yım.”

Latife Tekin ise, 80'li yılların başlarında, genel olarak büyülü gerçekçilik olarak tanımlanan ilk romanı Sevgili Arsız Ölüm'le, aynı yılarda Cevdet Bey ve Oğulları'nı yayınlayan Orhan Pamuk gibi, toplumsal gerçekçilik kulvarında yürüyor görünüyordu. Özellikle 1987'lerden itibaren ABD tarafından postmodernizme devşirilen ve Nobel'e hazırlanan Orhan Pamuk gibi, o da, Sovyetlerin dağıldığı ve Batı'nın dev ekranlarında tarihin ceset kokan karanlıklarından gelen bir gerici, saldırgan, intikamcı bir homurdanmayla “ütopyaların sonu!”, “sosyalizmin sonu!”, “sanatın sonu!”, “romanın sonu!” naralarının atıldığı sahte “yenilik” masallarının etki alanına girdi. Toplumsal eşitsizliklere karşı sınıfsal mücadelelerin sonunun ilan edildiği 90'lardan itibaren, ideallerini ve bağlı olduğu toplumcu yüce değerlere inancını yitiren bir çok yazar gibi Latife Tekin de bu “antikalaşmış”, “modası geçmiş” devrimci, toplumcu, eşitlikçi değerleri ve mücadeleyi terk ederek “özgürleşti” (!). Sosyalist gerçekçi düşünce ve duyarlılıklara karşı postmodernizmin “yepyeni” teknikler, anlatım, kurgu ve üslupsal “özgürlükler” vaadeden dünyasına kapağı attı.

Latife Tekin'in romanlarında “metinlerarası” yönteme dayanan “montaj” tekniği, üslûp ve ifade kalıpları taklidi ve çağrışımsal göndermelerden oluşan “parodi” eksenli yöntem çok belirgindir. Sevgili Arsız Ölüm'de Türk efsane ve destanlerındaki sözlü kültür ve geleneksel anlatının parodileştirilmesi bütün yapıtlarının asli yöntem ve tekniğidir. Özellikle büyük kahramanlıklarda simgeleşen yüce ve soylu erdemleri anlatan destanlarla, Kurtuluş Savaşı gibi büyük tarihi olay ve kişiliklerle alay etmek, onları komikleştirmek neoliberal-postmodern ideolojinin temel hedefidir.

Parodi, en çok Kemalist Cumhuriyeti “resmi ideoloji” olarak niteleyen, Orhan Pamuk gibilerde küfür ve hakaretlere varan neoliberal eleştirisinde etkili bir şekilde kullanıldı. Uluslaşma ve çağdaşlaşma program ve uygulamalarını parodileştirilip alaya alınması, “otoriter”, antiemperyalist devrimci Kemlizme karşı Batı'ya yaltaklanan dikkat çekici bilinçli bir söylem ve tavırdır. Örneğin Latife Tekin'in, bir romanında “atlılar atlılar takırtılı atlılar” deyişi, hem Nazım'ın “Salkım Söğüt” şiirini, hem de aynı zamanda Kurtuluş Savaşı'nı, Kuvayı Milliye atlılarını açıkça alaya almaktadır. Aslında alay, komikleştirmede hem bir yergiyi, dolaylı, imalı eleştiriyi ifade etmekte, ama en önemlisi, bir iki sözcük oyunuyla, yazarın ve romanın temel amacı olan okuyucuyu eğlendirme amacını gütmektedir.

ŞİŞİRİLMİŞ, SÜSLENMİŞ BALONLARIN BİR İĞNELİK ÖMRÜ VAR; SORUN O İĞNEYİ YARATMAKTA

Kısacası, söz konusu bu yazarların hepsi açısından sanat ve edebiyat, bir oyun ve eğlence aracıdır. Hepsinin ortak özelliği, Attila İlhan'ın deyişiyle, kısa sürede sevilip okşanıp, eğlence sofralarında içkiye meze yapılıp atılacak fantastik, adeta saksıda yetiştirme, yapay süs bitkileri olmalarıdır. Ya da, okuyucuyu demiyorum, tüketici bireyi biraz şaşırtan, eğlendiren renkli baloncuklardır onlar; ömrü, küçük bir iğnenin batıvermesiyle sona eren...

Özetle, ulusal gerçekliğe yabancılaşmanın en üst örneğini oluşturan ve Batı güdümlü bir edebiyatın temsilciliğe soyunan bu yeni Tanzimatçı romancılar, Cumhuriyet Devrimi ile tanımını bulan ulusal özgün bir kimliği ve kişiliğe karşı, her türlü yeniliği Batı'dan kopye eden ve gerici Batı'nın çürümüş, çöplük niteliğindeki mallarını “yenilik” diye alıp pazarlama kolaycılığı ve uyanıklığının en göze batan temsilcileridir. Bu entelektüel ve yazar karakteri, Türk aydınının en kişiliksiz, omurgasız, bireyci, kolaycı ve gösterişçi, en hazırcı ve asalak, öte yandan en uyanık, girişken ve iddialı ögeleridir.

(Devam edecek)

Mehmet Ulusoy
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler