Bencil metinler 13 / Tacim Çiçek
İki duruş bir kopuş Yirmi iki narin bir nilüfer vardı, onun için Anımsıyor musun güzelim. Bu an’ını dondurmak ve sonsuzlaştırmak istiyorum dediğini ve daktilonun başında, bir de kitaplığın önünde görüntülemek istediğin için durdurduğunu beni… Hiç olmazsa bu iki duruşunu belleğimde fotoğraflaştırayım kımıldama diye haykırdığını, anımsar mısın?.. Yoksun şimdi. Elinde fotoğraf makinesi de yok hayali de olsa. Ama masamda iki duruşumun fotoğrafı var! Garip bir rastlantı can arkadaşım senin çok istediğin bu iki duruşumu görüntüledi, abartmış olayım izin ver; benden yıldızlar kadar dinlediği için senin yapmak isteyip de yapamadığını... Ondan bu konuda bir talebim de olmamıştı ve ima da etmemiştim hiç. Yalnız sana baktığım gibi bakmadım onun makinesinin gözüne. Bir hüzün kalacak belki de benden geriye, istediğin sonsuzluğa. Bir düşünce gelip oturuyor dudağımın kenarına, oradan arkadaşımın kulağına uçmak istiyor engel oluyorum. Bu düşünce, bu arkadaşıma tüyo verip vermediğinle ilgili... Aslında hiç sanmıyorum ve üstelik bunun olanağı da yok. Çünkü sözünü ettiğim can arkadaşım senden çok sonra tanıştığım biri. Ceyhan’ın kıyısında yürüyorum. Ceyhan Irmağı’nın kıyıları çocukluğumdaki gibi değil. Geniş bir cadde açılmış. Beton oturaklar, gölgelikler yerleştirilmiş. Irmağa dek inen basamaklar yapılmış. Oysa çocukluğumda arkadaşlarımla öte geçeye yüzerdim. Sarı kirli suları yara yara. Soluk soluğa karpuz tarlalarından kocaman karpuzlar getirirdim. Meraklı ve de istekli gözlere sunardım karpuzların kan kırmızı göbeklerini. Gülerdim öte geçeden küfürler savuran yaşlı bostan bekçilerine. Şimdi iki duruşum sende kaldı, acısı bende… Ve dediler ki Nilüfer kendini sulara salmış. İstanbul’un yolunu tutmuş. Kasımpaşalı birine vurulmuş. Kasımpaşalı belâlının biriymiş. Ve sonunda Nilüfer’i terk etmiş. Ama elinde ilk sevdiğinin iki duruşu varmış. Bilsen ne kolay söylediler. İçimi delik deşik ettiler. Sonra beni öylece bırakıp gittiler. İnanamadım uzun süre duyduklarıma. Sahi, yollarımız ne zaman ayrıldı bizim? İzmir’den geldiğinde okulumuza, ilk benle tanışmıştın. Önümdeki sırada oturmuştun. Resmini çizmiştim senin. O zaman mı ayrıldı yollarımız? Bir keresinde sınıfta yalnızdık. Almanca öğretmenini bekliyorduk. Diğerleri Fransızca dersi için bir başka sınıfa gitmişlerdi. Sen ve ben… Ne müthiş şeydi biliyor musun, gözlerinden alamamak gözlerimi ve dalmak güzelliğine gözlerinin bir zaman, çocukça da olsa. Ne haşarı, ne ele avuca sığmaz bir kızdın öyle! Yanıma sokuldun iyice. Nefesin nefesime, gözlerin gözlerime karıştı. Kedileştin. ‘Öp beni! Hadi durma, zaten çoğu erkek öğrenci öpmek istiyor beni! Daha ne bekliyorsun? Bir güzel kız sahip olduğundan daha fazlasını veremez,’ dedin. Bir oyun muydu, yoksa gerçek miydi anlamamıştım. Çok istediğim hâlde öpememiştim seni. Başka sınıftan öğrenciler girmeye başlayınca sınıfa öyle bir öfkeyle bakmıştın ki bana… Gözlerinden oklar peş peşe fırladı göğsüme. Sana göre, korkak ve yüreksiz biriydim. Çakmak gözlerinle çıktın sınıftan. Seni öpmediğim için mi ayrıldı yollarımız? Nice sonra, bir temmuz günü Yumurtalık’ta görüşmüştük seninle. Denizin ortasında. Kale’ye gitmek istiyordun yüzerek. Çok iyi yüzüyordun. Bir balık gibi kayıyordun mavi ve berrak suda. Beni geride bırakmak için öyle hızlı gidiyordun ki sonunda olan oldu ve yoruldun. Neredeyse boğuluyordun. Güçlükle yanına vardım. Göz göze geldik senle. Boğulacağımı bile düşünmedim. Paniklemiş olduğun hâlde ellerimi uzattım sana. Yalvardım kendine gelmen, sırtüstü uzanman için. Beni duymuyordun. Yardım istiyordun. Orada ben yok muşum gibi. Seni tuttum suyun üstünde. Şoktaydın. Gelince yanımıza küçük bir kayık içinde birkaç kişiyle, suçladın beni. Acaba o zaman mı kaybettim seni? Ne çok şey anımsıyorum şimdi senle ilgili. Bir gün fabrikadan dönen annem küçücük bir kâğıt uzatmıştı bana. Usulca sarılmıştı. Öpmüştü saçlarımdan, sonra da yalnız bırakmıştı beni odamda. Yüreğim titremişti kâğıdı açmaya çalıştığımda. Kâğıdı açmıştım sonunda. Sözcüklerle betimlenmiş iki duruşumla karşılaşmıştım. O an daha iyi anlamıştım seni. Suların en güzeli Nilüfer, yollarımız ta baştan beri ayrıymış. İki duruş arasına koyamadım seni. İki duruşum arasında yerin yoktu. İki duruşum doğal bir kopuştu senden ve kendimden. Yaşadığım aşklarda olmayacağını yazmışsın bir de. Oysa yaşadığım her aşkta sen vardın. Suların güzel çiçeği nilüfer var oldukça ve ben soluk aldıkça. Ortak bir dostumuzdan bir mektup aldım yıllar sonra. ‘Nilüfer’i içinde ara artık. Çünkü o gitti ve neon ışıklar altında bitti. Sana iki duruş, bir kopuş gönderdi. Ve kendisini tanıdığın gibi anlatmanı istedi,’ demişti özetle. Bunu okuduğumda yanımda olduğun düşüncesine kapıldım. O ilk aşk denen şeyi hayal meyal anımsadım, hepsi bu… Yirmi Üç 1 Bir demet kızıl gülle dolaşıyorum. Yüreğimde İkarus’un ateşi var. Aradığımın çok da uzakta olmadığını düşünüyorum. Güneşi zapt etmek isteyen güzel insanlara inanıyorum. Bu inanç yol göstericim. Kentin bütün gürültüsü benden uzakta... Gürültüleri duymuyorum. Yürüyorum. Bir yere gidiyorum. Aslında önceden sözleştiğim biri yok, ama yine de özenle taşıdığım gülleri verebileceğim biriyle karşılaşmak istiyorum. Gülleri hak edecek birinin olması gerektiğini aklımdan çıkarmıyorum hiç. Bir sinemanın önünde durdum. Gişenin önünde bekleyenlere baktım. Sonra bunca insanın kuyruğa girmesine neden olan filmin afişine… Küçük dilimi yutacaktım az kalsın. Gözlerime inanamadım. Şaşırdım. Nerdeyse yıkılacaktım. Afişteki aktör ikizimdi sanki. Gözleri buğulu, omuzları dik ve oldukça da kararlı bir duruşu var. İçtenli mi içtenli... Aktörün gerisindeki insan seli upuzun… Elimdeki kızıl güllerden var, onun da elinde. Sonunda merakımı yenemedim, kuyruğa girdim. Gişeye yaklaştıkça başkalaştım. Ve… 2 Hava sıcak. Kent oldukça uzakta… Birbirinden yüksek çamların, yemyeşil reyhanların ve bin bir çeşit çiçeklerin bir arada olduğu kent mezarlığında olduğumu anladım. Mezarlık Müdürlüğü binasının önünden geçiyorum. Tuhaf bir sessizlik… Bina kasvetli. Yakınlarının mezarını ziyarete gelenler gölge gibi yanımdan geçip gidiyor. Yüzleri birbirine benziyor hepsinin, aynı maskeden takmışlar gibi. Acının, hüznün yüzü herkeste aynı diye düşünüyorum o an. Varsılların anıt gibi muhteşem, bakımlı mezarlarına, çevreye mis koku saçan rengârenk çiçeklerden alamıyorum gözlerimi. İki yanı servilerle dolu yoldan geçiyorum. Anıtsal mezarlardaki yazılardan kimi zaman etkileniyorum. Sessizlik, boğucu sıcaklık kol kola dans ediyor adeta. Çıkardıkları sesten müthiş rahatsız oluyorum. Bana yaklaşan ayak sesleri… Ürperiyorum. Evet, ayak sesleri… Aldırmayım diyorum. Sanki peşimdeler gibi kaygılanıyorum, kendimi korumak için önlemler düşünüyorum. Kaçmamın işe yaramayacağını biliyorum. Kuşatılmış olmam da olası. Bu yüzden ne olacaksa olsun diyorum ve adımlarımı yavaş atıyorum. Bana yaklaştıklarını anlıyorum, aynı tempoda ilerliyorlar. Tam yanımdan geçmek üzereler; sezdirmeden bakmaya çalışıyorum kim olduklarını öğrenmek için. Beyaz plâstik bidonlarla su taşıyan iki yeniyetmeyle şişmanca bir kadın görüyorum birkaç adım uzağımda... Müthiş rahatlıyorum. Korkum geçiyor. Yeniyetmelerden birisi diğerinden az uzun. Kadın onlara yetişmekte zorlanıyor. Konuşuyorlar. Ben az ötelerinde değilmişim gibi. -Baksana anne, ne kadar güzel değil mi şu mezarlar? -Önüne bak şaşkın oğlum suyu döküyorsun, bırak konuşmayı yürü! -Babam için de böyle bir mezar yaptıramaz mıyız? Başucu taşına da şöyle çerçeveli büyük bir fotoğrafını yerleştirirdik! Her gelişimizde, mezarı hangisiydi diye aramak zorunda kalmazdık. -Çok haklısın kardeşim, ama çiçekli ve mermerli bir mezar yaptıramayız. Öyle mezar babamızın da hakkı elbette, yalnız… -Susun artık! -Sence de öyle değil mi anne? -Bence babanız öyle bir mezarda olmak istemezdi! -Niçin anne?! -İnancımız bu türden mezarları yasaklıyor çocuklar. -Nasıl yani?! -Aslında bu mezarlar içindekiler için büyük azaptan başka bir şey değil… -Anlayamadım anne, niçin azap olsun ki? -Mahşer günü taşımak zorundalar da ondan akıllım. -Öyle mi?! -Öyle. Oysa babanız sırtladığı gibi bir avuç toprağını, çabucak varacak o büyük hesap alanına, tıpkı kendine kanatları yük olmayan kuşlar gibi. Mahşerde de bizi kolayca bulabilecek… Peki, ya bu zavallılar… -Söylediklerin doğru mu anne?! -Doğru. -Kimden öğrendin bunu? -Abi olarak iyi örnek olmadığını bilmelisin çocuğum bu sorunla. Çok merak ediyorsan söyleyeyim: Büyüklerimizden. -Yaaaa! Yanımdan geçip gidiyorlar. Arkalarından bakıyorum sadece. Acı acı gülüyorum. Yalnız onlara acıyamıyorum. Yavaş yavaş yürüyorum. Varsıl mezarlarını geçiyorum… Varsıl mezarlarıyla garip mezarlarının arasında kalmış gibi görünen ilginç bir mezar görüyorum. Dört metrekarelik çimli bir alan içinde… Gözlerimi mezardan alamıyorum. Duruyorum ve bakıyorum. Betonarme çitle çevrilmiş. Çitin yüksekliği yarım metre kadar. Eni yetmiş, yüksekliği altmış ve boyu da yüz doksan santimetre ve dikdörtgen prizma biçimindeki mezar, parlak siyah mermer kaplı. Tam çimin ortasında. Kendimi tutamıyorum; çitin küçücük kapısından giriyorum. Mermer kırıntılarından özenle yapılmış dar yoldan yürüyorum. Mezarın yanında duruyorum tekrar. İçim içime sığmıyor. Yüreğim ağzıma geliyor. Mezarın uzun kenarlarına, ayak tarafındaki kenara bir tane olmak üzere, tam on üç oturak yerleştirilmiş. Oturaklar da mermerden ve şark kahvehanelerindeki tabureler biçiminde. Hepsi sütbeyazı… Başucu taşı yok ama. Kısa kenarın oturağına oturuyorum. Düşünüyorum bir yandan da: Başucu taşı niçin yok diye. Karşımdaki kısa kenar oturaksız, ilgimi çekiyor hemen. Ayağa kalkıyorum. Oraya geçiyorum. Şöyle bir tümce görüyorum: ‘Niçin ve nasıl öldüğün önemli… Meraklı mısın, öyleyse oturağın yüzeyindeki numarayı ara, ama şaşırma asla!’ Heyecanlanıyorum solumdaki oturağa bakıyorum. Numarayı fark ediyorum. Mezarlık Müdürlüğü binasının bitişiğindeki ankesörlü telefonu anımsıyorum birden. Koşuyorum. Neyse ki boş… Aklımdaki numarayı çeviriyorum. Bekliyorum. Öleceğim sanki. Telefonun diğer ucundaki sesi işitince seviniyorum. ‘Noktalanan genç hayatla olmak için hemen geri dönün mezara. Oturaklardan birine oturun. Onunla olacaksınız. O kendisini anlatacak size,’ dedi ve kapattı telefonu, her kimse o sesin sahibi. Tekrar koşuyorum mezara. Soluk soluğa oturuyorum bir oturağa. Okuduğum tümcenin altındaki simit büyüklüğündeki oval mazgalı ancak o an görebiliyorum. Dikkatlice bakıyorum. Oval mazgalın gizlediği hoparlörü görüyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Hoparlörden gelen sesi dinlemeye başlıyorum… 3 ‘Kış niçin tablolarda ve kartlarda güzeldir? Ve çekici bir sıcaklıktır evlerin içi? Kış, gerçekte donuktur ve dondurur tomurcuklanan gülleri, sıcacık gülücükleri kırık camlarda hüzne dönüştürür. Hiç düşündün mü bunu? Hayat sadece siyah ve beyaz değil ki. Evlerinin, akıllarının kapılarını içten kilitleyenlerin, mantıksız gerekçeler bulmaya çalışmaları çok çirkin değil mi gerçekten? Sarı yalnızlık içinde monotonluğu ve çirkinliği yıkmaya çalışmak, güneşin ışığını tutmaya soyunmak kadar boş aslında. Gencecik noktalanan bir yaşam, karanfilin kırılan dallarından biridir sadece, karanfilin kendi değil. Şimdi, nasıl ve niçin, sonra ne zaman öldüğüm önemli mi hâlen? Özenle tuttuğun gülleri hak etmiyor muyum sence? Senin gibilere haykır artık: ‘Hadi mezarlıklara koşun! Güllerinizi hak edeni orada bulabilirsiniz, de.’ Susuyor… O an gülleri ne yaptığımı bulmaya çalışıyorum. Kızıyorum kendime. Koşuyorum, geçtiğim yollardan bir bir. Güllerimi bulamıyorum. Öyle üzülüyorum ki. Aklımdan başka mezara bırakılmış gülleri getirmek geçiyor, kendimi kandırmak istemiyorum. İnsanlar görüyorum bana benzeyen, ellerinde kızıl güller olan. Akıyorlar mezarlığa. Aralarına karışıyorum, kıyıdaki kuma karışmış bir kum tanesi gibi. Benzerlerimin oluşturduğu sel geçip gidiyor, o mezara yakın yerde duruyorum. Önüme, Kur’an’ı özenle tutan bir genç çıkıyor. -Dua okuyayım mı abi? diyor. Onu duymamışım gibi, başka bir şey soruyorum ona: -Nasıl oluyor da bu mezardan böyle… Beni anlamış gibi sözümü tamamlatmıyor bana. -Teknoloji! diyor ve uzaklaşıyor hemen benden. Öylece kalakalıyorum. 4 Önce sinema perdesinden koltukta uyuya kalan yorgun bedenime dönüyorum seyircilerin çıkardığı sesler yüzünden, sonra sinema salonundan dışarı çıkıyorum. Şaşkın ve dalgın yürüyorum. Hava sıcak mı sıcak… Kent mezarlığı uzak mı uzak… Güllerime bakıyorum, öksüz çocuklar gibi boyun bükmüşler. Tamam diyorum ve kent mezarlığının yolunu tutuyorum… Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR