Feridun Andaç: Üstümüzdeki Gül Yaprağı
Feridun Andaç'la Ahmet Yıldız konuştu.
AHMET YILDIZ: Sevgili Feridun Andaç. Kaç yıl oldu tanışıyoruz. 1987 Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü almıştım… Sen de eleştiri ödülü… Kaç yıl geçti üzerinden su gibi… O ödülü nasıl değerlendiriyorsun? Nasıl etkiledi hayatını? FERİDUN ANDAÇ: Ödüllerin, edebiyata tutkulu başlangıçların önünü açmada anlamı olduğunu düşünürüm. Hele hele ülkenin sürüklendiği karabasan ortamında sizin edebiyata tutunma çabanız için daha da anlamlı gelmişti bana Akademi Kitabevi Ödülü. Unutma ki sen de hapisten yeni çıkıp gelmiştin. Üçlü Kavşak bir kuşağın hayata adanmışlığının öyküsüdür. Henri Troyat’nın Ölçüsüz Dostluk romanını okuyorum şimdi. Benzersiz bir anlatı. Bir yerinde şu tümcenin altını çizmişim: “Hayatla olan bağlarımı kuvvetlendiriyor.” Bunu edebiyat için her dem söyleyebiliriz. Eğer bu düşünceyi keşfetmişseniz. “Ödül”ün ötesine geçerek yaşama ödülüne dönerseniz yüzünüzü. Bunun yolunun da hayatı anlamak/anlatmak olduğuna inanırım. Ödül olmasaydı ne olurdu!? Ben gene yoluma devam ederdim. Toprağa tohum düşmüşse mutlaka bir yerden filiz veredurur… Edebiyat hayatı anlama biçimi için benzersiz bir yoldur. Bir toplumun, dilin, kültürün inşasında odakta insansa eğer; edebiyat da bu insanın ruhu/kimliği olmalıdır. Yolu buradan geçmeyen insanın ne iyi bir yazar ne eğitimci, doktor, politikacı, mühendis olabileceğine inanırım. Kuşkusuz ödül’le edebiyata yönelmedim. Bu altını çizdiklerimin aşısını çok erken yaşta almam beni edebiyat düşüncesine bağlanmama yöneltti. Ödül de bunun bir sonucudur olsa olsa. - Açık söylemem gerekirse benim için en güzel deneme kitabın Söz Uçları Yazı Burçları'dır… Son kitabın Üstümüzdeki Gül Yaprağı çocukluk anılarından okumalara, izlediğin filmlerden gittikçe avucundan kayıp giden bir ülkenin dertlerine bir yolculuk… Kayıp bir aşk da var mı ucunda? Buna “kayıp zaman” mı demeli yoksa, ya da “geçen, unutulamayan zaman”mı? Yaşama aşkının sizi taşıdığı her durum etkileyicidir. En azından benim gözümde hayat böyledir. İlkgençlik duyguları yaşamı alevlendirir, evet. Hatta sizi hayata hazırlar. Bu ilk keşif önemlidir. Eğer bu çağı yakalamışsanız acıyı da göze alırsınız ve daha birçok şeyi. Öncelikle, gitmeyi kendinizi bir tür sürgün etmeyi. Çünkü bir yerde kalıp kendi hapishanenizi kurmak istemezsiniz. Aşk, biraz da bunun için gereklidir. Bilinir ki; hiçbir zaman kavuşulamayandır o. Benim yazı ile resim arasındaki seçimimde ilk aşk etkili olmuştur. Zamanla da aşkınlık durumuna varıyorsunuz yazarak… Şunun da altını çizmek isterim. Bir yazar için biten kitabı “eski”dir. En “yeni”si yeni şeyler söylemek istediklerinde yatar. Bu da henüz yayımlanmayandır. Bu nedenle, bir yazar yaşarken “başyapıt” yoktur. O öldüğünde ortaya çıkandır ancak, yani kalan/etkileyici olan. Sürekli yazan insan “yeni”nin ardındadır, öyle de olmalıdır. Hayat akıyor, gerisine düştüğünüz ân yazmak bitmiştir sizin için. Melih Cevdet Anday örneğini anlatırım hep; eşi Suna Hanım’a sormuştum, ne zaman yazmayı bıraktığını. Bir gün kitap okuyup notlar alırken, kâğıdı kalemi kitabı bir yana bıraktı; “ne böyle okur olunur ne de yazar,” deyip artık yazmamış… Bir süre sonra da bilinç tutulması yaşamıştı… Yazarak aşkınlık durumuna varırsınız hep. Yaşamın anlamına dönüşür bir süre sonra da. Siz onu bırakmazsınız eğer ki o sizi bırakmazsa. - Bu kitapta da var: Asla umutsuz olmuyorsun? "Bu topraklar daBizans da böyleydi, Osmanlı da…" çünkü… Bizim bugünkü dertlerimiz bu tarihsel kanonun devamı mı? Sürüklenen bir zamandan söz edebiliriz. Var olanın içinden doğuyor her şey, “yeni” dediğimiz de oradan biçim alıyor aslında. Bu da insan aklı/zekâsına göre değişkenlik gösterir. Isıya yakın duran yanar, ışığa yakın duran daha çok görür. Keşifler de öyledir. Buna kim öncelikle erişmişse, o aklı var etmişse nimetlerinden de öncelikle yararlanandır. Mesele ne Osmanlı, ne Bizans… Bunlar görmenin/görememenin bahaneleridir. İnsanlık akıl çağını taşıyor bir yerlere. Bizse hâlâ ümmetçilik oynuyor, cahiliyeden umut bekliyoruz. Oysa umut yaratandadır, üretende. Eğer bu hanelerde işliğiniz/aklınız yoksa çöken karanlığın değirmenine sürekli su taşırsınız. Bakın geçenlerde “Millî Kültür Şûrası” adı verilen bir toplantı yapıldı. Konu başlıklarına, katılımcılara baktım; merak etmedim, ama ne/nasıl bir “millî”lik kültürü çıkaracaklar bu harmandan bunu sadece sorguladım. Erozyona uğratılmış bir toplum üretemedikleri çabuk tüketitği için, önüne sıfat getirerek varolmayı bir çıkış/bir birikim sanıyor. Oysa, bu zihniyet Osmanlı’nın varolan mirasının çok gerisinde. Toplumu İslamîleştirerek “millî” olunabileceği sanılıyor. Yerli hiçbir şeyin yok. Üretimin yeril değil, finansın yabancıların elinde, kültürel araç gereçlerini onlar üretiyor. Folklorunun, halkın geleneksel değerlerinin kültürel birikiminin farkında değilsin, sürekli hamaset yapıyorsun çıkmış “millî kültür” diyorsun. Oysa bilinçaltında hâlâ Türk-İslâm sentezi anlayışı var. Peki, buna payanda olanlara ne demeli? Ne bekleniyor buradan? Bırakın yapsınlar yapamayacaklarını, olamayacaklarını görsünler ki ulusal kültür kavramının anlamı/değeri ortaya çıksın. Vahabi anlayışına çırak olmak isteyenlerin Osmanlı’yı, Bizans’ı, Selçuklu’yu hiç mi hiç anladıkların sanmıyorum. - Tarihsel derinliği de olan bütün bu inanılmaz olaylar içinde yaşadığı toplumdaki insan tekini konu edinmesi gereken edebiyatımıza ne denli etki ediyor? İşte asıl bu noktada sorgulanması gereken de tam budur. Hatırlayalım Canetti’nin şu sözünü: “Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.” Bugün, hayattın kılcal damarlarından kopuk bir “edebiyat”ın popüler kültür endüstrisinin malzemesi olduğu kesin. Biraz önce imlediklerim bunun bir parçasıdır. Hayatın her alanına işleyen küresel virüs öyle bir kuşatma yaratmıştır ki bugün; edebî kirlenme/yozlaşma bundan payını almaktadır. Ortalık kitap kirlenmesinden geçilmiyor. Okumadan yazan bir güruh çıktı ortaya. Eğitimin abc’si bozuldu. Dil bilinci dumura uğratıldı. Bir toplumun dilini elinden alırsanız geriye ne kalır merak ediyorum? Siz 2x2 “millî kültür” de deseniz söyledikleriniz havada kalır. - Romancılarımızı nereye koyuyorsun? Dostoyevski'de saptadığın o "değiştiren" yanı düşününce… Bakın, Dostoyevski’nin çağının/döneminin Rusyası’nın ağrısını derinden hissetmesi iyi bir örnektir. Hem insan kimliği, hem yazar kimliği bir arada düşünüldüğünde; onun yaşamsal bütünlüğünde yapaylık bulamazsınız. Yani gidip de kumar oynayayım bunun romanını yazarım demez hiçbir zaman Dostoyevski. O hem kendinde olanı, hem ülkesinde yaşananı, hem de edebi bellektekini buluşturan bir edebiyat “deha”sıdır. Düşünsenize, Balzac’ı daha iyi anlamak için genç yaşında oturup Eugene Grandet’yi çeviriyor Fransızcadan. Bugün, bir genç hanım yazarımız bir söyleşisinde şunları söylüyordu: “İşi teknik olarak öğrenmek için annemlerin oturduğu apartmanın merdivenlerini sildim.” Yazarın yaşam/yazı deneyimine kimse karışamaz elbette, ama neyi/nasıl anlattığı önemlidir. Oradaki gerçeklik duygusu… Bunun üzerinden ne söylemek istediği. Öyle uluorta yazdığının arka planını ortaya dökerek edebiyat yapılamayacağını bilmemek sanki bu durumu yaratıyor. Peki, bir “fahişe”yi ya da “katil”i anlatmak isteseydiniz ne yapacaktınız?! - Şairlerimizi nereye koyuyorsun peki? Günümüzde şiirin gücünü yitirdiğini düşünüyorum. Çünkü hayatın şiirini görmeden yaşıyor şiir yazanlar. Kendi sızıları var ortada… Şiir belleği, birikimi yok. Miladı kendilerinden başlatıyorlar! - Edebiyat yayıncılığımız değişen Türkiye insanı gündemine ayak uydurabiliyor mu sence? Genel durumunu sen iyi bilirsin? Yayıncılık dünyada küresel medyanın bir güç odağı durumunda. Bizse buna özeniyoruz. Hani “medya grubu ” yaftaları takarak. Oysa, bizim gibi bir ülkenin butik yayıncılara ihtiyacı var. Eğer değer yaratmak istiyorsak buradan hareket etmeliyiz. Ama popüler kültür yakasını bırakmıyor hiçbir şeyin. Çoğu şeyin kıymetini bilmeden yaşıyoruz. Cumhuriyet aydınlanmasının oluşturduğu kültürel mirası har vurup harman savuruyoruz. “Yeni Osmanlıcılık” zihniyeti kendisinin bir şey üretememesinin kompleksinden kaynaklanıyor. Bakın “Millî Kültür Şûrası” denilen şeyin içindeki zihniyete, bunu daha iyi anlarsınız. Değer yitimi, silerek var olmak derdi. Bizans’ı, Selçuklu’yu anlamadan Osmanlıcı olmak… Oysa Osmanlı’yı var eden değerdir bunlar. Daha ötesine gitmeye gerek yok. Hititler’e, Sümer’e, Mezopotamya’ya… İşte bunlardan bihaber yayıncılık bir döngü. Ben öne geçeyim derdi. Peki kim verecek size kırmızı kurdeleyi? Kargo toplumu olmanın bir parçasına dönüştü yayıncılığımız; buna ben “kargo yayıncılık” diyorum. Kendi üretemediğini alıp paketleyip satıyor. Bu da asıl edebiyatı, kültürü çölleştiren bir olgu. Bakın ülkenin sürekli gündemdeki 30 yayınevine, ürettiklerinin içinden “iyi edebiyat” adına kaç yazar/yapıt çıkardıklarını söyleyebilirsiniz? - Gürsel Aytaç bir kitabında sağlıklı edebiyat ortamından söz etmişti. En önemli ayağı da okurdu bunun. İyi okur yetiştirme üzerine yazılarını okumuştum. Mümkün mü bu noktadan sonra sence? Neler yapmalı Türkiye? Bakın, bir ülkede işsizlik oranı %10’lara erişmişse, mesleksizlik alıp başını gitmişse, yozlaşma/çürüme tavan yapmışsa, vasatlık her alanda egemense siz “sağlık”lı olmaktan söz edemezsiniz. Nereden durup baktığınız çok önemli. Yazar biriktirerek yazandır. Hem yaşamdan hem de okuduklarından… Bakışını da bunun üzerine kurar. Eğer birinden biri eksikse, yanlış/eksik yargılarla yol alırsınız hep. - Aziz Nesin Türkiye'nin dünyada Türkleri tanıtan tek aracı edebiyattır demişti bir yazısında… Her hafta 500 milyon insana ulaşan Türk dizilerinin dünya ikinciliğini düşününce edebiyatımızı nereye koyabiliyorsun? Kıskanıyor musun? Bu da bir ham hayal ürünü. Gelişmenin göstergesi teknoloji ihraç edebilmektir. Bir de elbette kültür. Nobel edebiyatın gelişme göstergesi için bir ölçü olmasa da gene de şunun altını çizmek isterim. Orhan Pamuk’a bu ödül verildi. Peki, adı/yapıtı hangi edebî kanonun en ön sıralarında? Üzerine kaç biyografi, inceleme yazıldı dünyada? Hiçbiri yok. Demek ki, “geri”liğimizin göstergelerini düşünmek/sorgulamak gerekir. Bu işler öyle “şûra”larla yapılıp edilemiyor. Eğitim, ekonomi, üretim… Bu alanlarda tuş olmuş bir toplumun Dördüncü Dünya Ülkesi sınıfına geçmesine ramak kaldı sanki! -Teşekkür ederim… Ben teşekkür ediyorum, sanırım yaşadığımız günlerin biriktirdiklerine bakmak gerekecek daha çok. Çünkü sığlık hayatın her alanını bir virüs gibi kuşatmış durumda. Ama gençlerin enerjisinin bu karanlığın örtüsünü çekip alabileceği umudunu hâlâ taşıyorum. Çünkü gelecek oradadır. İki kuşak sonra Türkiye başka bir seyre evrilecektir. İşte edebiyatın/sanatın varlığı gücü asıl o zaman ortaya çıkacaktır. Ahmet Yıldız Gercekedebiyat.com
YORUMLAR