Son Dakika



Cemal Süreya’nın ölümü üzerine Uğur Mumcu yazdığı “Şairler Ölmez…” başlıklı yazıda şöyle diyordu: “Köşe dönücü, iş bitirici, fırsatçı, üçkâğıtçı, dönek, yılışık ve bulaşık aydın özentilerinin hamam böcekleri gibi her yeri sardığı bir dünyada Cemal Süreya gibi insanlar örnek alınması gerekli birer kişilik anıttır. Son yıllar, yeni, yepyeni bir aydın modeli de üretti. 12 Mart ve 12 Eylüller’in getirdiği baskılar bu modelin çerçevesini çizdi. Korkaklık, yılgınlığa; yılgınlık, teslimiyetçiliğe¸teslimiyetçilik de köşe dönmeciliğe ve iş bitiriciliğe kapılar açtı. Cemal Süreya isteseydi, uzmanı olduğu maliye alanında en üst bürokratik koltuklara oturur ya da holding sofralarında milyarlarla oynardı.”  (Cumhuriyet, 13 Ocak 1990) Oysa Cemal Süreya yaşamı boyunca memur maaşıyla yetinmiş, kimi kez şairlik adına ondan bile vazgeçmişti.

1970’lerin ikinci yarısında Maliye Tetkik Kurulu Üyesi’yken, Darphane Müdürü olarak İstanbul’a gönderilmek üzere birisini bulması istendiği zaman, kendisi gitmek istediğini söylemişti. Maliye Bakanlığı’nda bulunan dört Tetkik Kurulu Üyesi’nden birisi iken, yüzlerce müdürden biri olmayı istemesi herkesi şaşırtmıştı. Ama o, sohbetlerimizde, Darphane Müdürü olunca Papirüs’ü yeniden çıkaracağını ve altın varaklar üzerine basacağını söylerdi, şaka yollu. Ama İstanbul’a gittikten sonra dergiyi üçüncü hamur kâğıda basarak, ancak üç sayı çıkarabilmişti…  

*   *   *

Cemal Süreya’ın “Beni Öp Sonra Doğur Beni” kitabı için yazdığım bir yazıya şu sözlerle başlamışım: “Sanatçının öncelikli (tercih edilen) görevi, toplumları uyarmak, insanları uyandırmak olduğu kadar, güzelduyusal anlamda da onları değiştirip dönüştürmektir. Bu yoldan ereğine ulaşmak üzere, bildirisine uygun ve özgün bir biçim bulmak durumundadır örneğin bir şair. Bunu başaramadığı sürece gerekli etkiyi sağlaması olanaksızdır. Aslında sanatçılık nitemi, özgün kavramının içini doldurmakla kazanılır. O nedenle günümüz sanatçısının hazır ve aşınmış söz kalıplarına gereksinimi olmamalı. Çünkü öz denilen şey, çağına özgü değer, dahası geleceğe özgü bir umut taşıyorsa gerekli biçim kendiliğinden oluşur. Açıkçası özle biçim, sanatçı usuna düşen söz ya da imge ile birlikte doğar.

Bütünsel algılamanın sonucu olarak, tohumun içindeki ağacı görmek gibi bir yetkinliktir bu durum. Söz konusu olan şiirse, şairin böyle bir kavrayışla mantıksallığı varsıllaştırması, sanatın anayasası olan estetiğin kapısını aralamaktır. Bu kapıdan geçilerek, sanatın doğruyu güzel söyleme işi olduğu anlayışına varılır. Bu kavrayış da, günlük konuşma dili ile sanat arasındaki ayrımı ele verir. Sanatın gerekliliği ve üstünlüğü bu noktada ortaya çıkar.” (Barış, 23 Şubat 1974)

O günlerde Cemal Süreya ile tanışalı henüz bir ya da iki yıl olmuştu. Şiir üzerine, hele onun şiiri üzerine söz söylemek benim için de, sanırım başkaları için de hiç kolay değil. Çok engin gönüllü bir adam, ne var ki yanında şiir üzerine konuşmak cesaret ister, insan eğer kendini biliyorsa cahilliğinden utanır… Üstelik ben 1960 toplumcu-gerçekçi kuşağının süreğiyim, Cemal Süreya ise Cumhuriyet şiirimizde en büyük, en köklü atılımı yapan, şiirimize yeni bir damar ekleyen İkinci Yeni’nin iki üç öncüsünden biridir.

*   *   *

Biz, insanı sanatla eğitmenin, değiştirmenin, bilinçlendirmenin, sanat aracılığı ile insanın iç dünyasını varsıllaştırmanın mümkün olduğu bilinciyle yetişmişiz. Yani bu işin zorluğunu, büyük emek istediğini, büyük özveri istediğini bildiğimiz kanısındayız. Evet, şiirin bir “eğitici”  işlevi vardır, ne var ki o işlevin günlük politik anlayışla değil, estetik bir işlev olduğunu pek kabul etmek istemiyoruz. Ama şimdi bakıyorum da, sıraladığım bu sözlerimin çoğunu bile Cemal Süreya’dan öğrenmişim. Süreya’nın şiiri insanı allak bullak eder; ne ki ben ve benim gibi düşünenler onun bildirisini doğrudan veren şiirlerini daha çok seviyorduk; örneğin “Dikkat, Okul Var” başlıklı şiirindeki şu dizeleri gibi:

Şanssızım diyemem ben kendi payıma

Oluyor böyle şeyler ara sıra

Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim

Bütün çocuklar anlar da

Bu dizelerdeki toplumsal eleştiriyi seviyorduk o güzelim ironik söylemin ayrımında olmadan belki de. Çünkü Cemal Süreya’nın şiirlerini okurken gürül gürül akıp gidiyordu dizeler. Ama bunun nedeninin ne olduğunu düşünmüyorduk, ya da ayrımında olsak da olmasak da Cemal Süreya bize gerçek şiiri, şiirsel algıyı öğreten şairlerden biridir; öteki de Ahmet Muhip Dıranas ki, aranırsa Süreya’nın şiirinde Dıranas’tan esintiler bulmak da olanaklıdır.  Ne var ki; “Yine de faizcinin sesindeki hasır / Yelken olmaya özeniyor” dizeleriyle toplumsal bir eleştiri yaptığının ayrımındaydık sanırım.  

Bir süre “Oluşum” dergisinde yanında çalıştım. Cemal Süreya adam gibi adam, şair gibi şairdi. Onun şiirinde “Kişne kirazını ve göç mevsim” gibi bir dize ile “Özgürlüğün geldiği gün / O gün ölmek yasak!” gibi dizeleri bir arada bulmak olanaklı; böylesi de hem yadırgı hem hoş geliyor. Bir şiirin bütünü içinden dizeler alarak yorumlamanın, eleştirmenin eksik ve yetersiz, hatta yanlış bir sonuca götürmesi doğaldır. Tümünü alarak üzerine konuşmaksa bu yazının sınırları içine sığacak gibi değil. Son olarak şunu söyleyeyim: Cemal Süreya, Cumhuriyet dönemi şiirimizin öğretmen biridir. “Bendeki Cemal Süreya” ise bu yazının sınırlarını çok aşar…

Ne diyordu Ülkü Tamer; “Tanrı / Bin birinci gece şairi yarattı, / Bin ikinci gece Cemal’i, / Bin üçüncü gece şiir okudu tanrı, / Başa döndü sonra, / Kadını yeniden yarattı.” Yani Cemal Süreya’nın şiiri, Tanrı’nın bile esin kaynaklarından biriydi… Başlarken Uğur Mumcu’dan alıntıladığım satırları da düşünürsek, yaşadığımız günlerde ‘adamın Cemal Süreya gibisini ikindi üzeri mumla arar olduk’, demek bir gerekliliktir.

Hüseyin Atabaş

gercekedebiyat.com


 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM