Son Dakika



166- İlknur Özdemir, Avi Pardo’dan sonra çevirdiği eserlerin okunması açısından takip ettiğim ikinci yazar oldu. Bazen nitelikli kitapları ve usta yazarları keşfetmek için yayınevi, dizi, sunuş, önsöz ya da sonsöz gibi isim ve nitelikler belirleyici olabiliyor. Bunların her biri tek başına bir kitabı satın alıp, okuma isteği duymak için yeterli olabiliyor. Yaşayan yazarlar arasında “bir kitabı çıksa da okusam” diyebileceğim tek romancı olarak Paul Auster kaldığından beri, yazar dışındaki ölçütler daha önem kazandı benim için. Bu açıdan kendisinin de yetkin bir yazar olduğunu bildiğim İlknur Özdemir’in çevirilerini takip etme çözümü,  büyük bir boşluğu doldurmuş oldu. Bu düşünceyle, İlknur Özdemir’in çevirisi olduğu için, elime aldığım ve hakkında bugüne kadar herhangi bir eleştiri ya da tanıtım yazısı okuduğumu hatırlamadığım James Lasdun’ un Boynuzlu Adam isimli romanı son zamanların en güzel sürprizi oldu benim için.

Ve tam bir sürpriz. Yaşamın bazen böyle anları oluyor. Tam da Paul Auster’i özlemişken yine  Paul Auster’in bir çok romanında karşımıza çıkan, hayatımızın gidişini büyük ölçüde değiştiren tesadüf ya da rastlantı olgusunu anımsatır biçimde, James Lasdun’ un Boynuzlu Adam’ ını okurken Paul Auster’in James Lasdun takma adıyla böyle bir kitabı yazmış olabileceğini düşünmedim değil. Romanın sonlarına kadar bu düşünceyi zorlayıp durdum. Romanda ana tema bir aldatma, bir ayrılık ve sonrasındaki huzursuzluk olunca acaba kendisi de yazar olan eşiyle yaşadığı bir sorundan yola çıkarak ya da yayınevinin bir projesi olarak Paul Auster, gerçekten de bir takma adla bir roman yayınlamış olabilir mi diye zihnimi kurcalarken elbette içten içe böyle olmayabileceğini söyleyen bir damar hep canlı kaldı. Ama edebiyat sevgisinin yazarlar ve kitaplar arasında böyle bağlantılar kurmakla ilgili bir lezzet durağı da var. Çünkü Paul Auster’in bütün kitaplarını okumuş biri olarak onun üslubunu, kurgusal başarısını, eserlerinin çoğunluğunda karşımıza çıkan ve sürprizler barındıran olay akışını, insan psikolojisine ilişkin derine batırılmış bıçak darbelerine benzeyen irdelemelerini James Lasdun’un bu romanında da neredeyse her sayfada duyumsadım diyebilirim. Aslında olay sevdiğimiz bir yazarın eserlerini biri bittikçe diğerine başlayabileceğimiz bir düzende okumak istememizden kaynaklanıyor biraz da. Bu yüzden az ve seyrek kitap yazan yazarlara bozuluyorum. Sorun Paul Auster’ in artık neredeyse yılda bir kitabını okuyabiliyor olmamız. (Allah Orhan Pamuk sever edebiyatçılara sabırlar versin bu arada. Kitaplarını sabırsızlıkla bekleyen, “çıksa da okusam” diyen okuyucuları varsa eğer, “sevilen yazarın yeni romanını bekleme durağı”nda en çok onlar bekliyorlar ne yazık ki.) Bir Paul Auster romanı okuyorum duygusunu, bir kitabı başka bir romancı adıyla okurken olsa da, yeniden tatmak güzeldi.

Kısaca eklemem gerekirse Boynuzlu Adam, güzel bir romandı. Ama maalesef yazarın Türkçeye çevrilmiş tek romanı.  Güzel yazanlar kısır kalmaz kuralının müthiş ihlali.

167- Ankara Kızılay’da Evrensel Kitapevi, her ay bir yayınevinin kitaplarına %30 indirim uyguluyor. Bu yüzden düzenli olarak ziyaret ettiğim bir yer haline geldi. En son sıra Can Yayınları’na gelmişti. Can Yayınları özellikle ülkemizin edebiyat alanında yoğunlaşmış büyük, önemli yayınevlerinden biri. Dolayısıyla indirimli kitap fırsatını değerlendirmek için tek tek kitapları incelerken daha önce hiç okumadığım bir yazarı keşfettim: Amelie Nothomb… Üzerinde çokça konuşmayı hak eden bir yazar.

Uzun zamandır böylesine üretken bir yazar keşfetmemiştim. Bir yazarın bir kitabını okumaya başladığımda o yazarın bütün kitaplarını okumak isteği duyuyorsam yeni bir yazar keşfetmişim demektir. Bunda doktora çalışmalarım yüzünden edebiyata, edebiyat alanında okumaya zorunlu olarak ara vermemin de etkisi oldu. Edebiyat, sanat dergilerini de düzenli olarak takip ederdim, bıraktım. Arada tek tük roman, öykü kitabı okuduğum oluyordu gerçi, ama doktora çalışmalarım arasında bir soluklanma, bir güç kazanma molası olmanın dışına taşamıyordu bu okumalar. Okuduklarım da açıkçası beni içinde bulunduğum zorunluluklar, yapılması öncelikli faaliyetler ve sorumluluklar cenderesinden kopartacak güçte değildi. Sinema da aynı şekilde yaşamımdan büyük ölçüde çıktı; tiyatro da konserler ve canlı müzik dinlemek de öyle. Oysa bu duyguyu hatırlıyorum; sizin için kurgulanmış ve “hadi yaşa” diye size uzatılmış bir hayatın gereklilikleri önünüze sürülmüşken, kendi öz iradenizden, ruhunuzdan size üflenen lezzetin fısıltılarını, kokusunu duyumsamak ve beyninizin bir tarafının çoktan kabul ettiği zorunluluklarla, hayatın gerçek keyfini, macera duygusunu, keşfetme mutluluğunu ve “yaşadım” diyebilmenin anlamını oluşturan eylemler arasında çelişkide kalmanın acısını iliklerinize kadar duyumsamak. Cesaretin gerçek sınanması, var olmanın anlamsız bir “görev” olmaktan çıkarak bir var etmeye (kendinizi!) dönüşebilmesi için hepimize hayatımızın bir anında sunulan yol ayrımında seçim yapma zorunluluğu. Böyle anlardan geçmişizdir. Ama çoğunlukla toplumun bize hayatın gerçeği, soğuk mantığı diye dayattığı seçenek ağır basar ve o güzel kitabı kapatıp test sorularının, ders kitaplarının başına geçeriz. Okul-askerlik- evlilik-iş hayatı-çocuklar-çocukların hayatı ve emeklilik diye akıp giden yıllar sonuçta tek bir güçlü duyguya dönüşür: Pişmanlık. Şunu duyarız çok kez: Ben bu yaşamdan bir şey anlamadım. Çünkü yanlış yolu seçmiş, kendimizi var etmeyi boşlamışızdır. Ama Yunanlı bir şairin dediği gibi iş işten geçmiş…  midir? Artık çok geç midir? Asla ve hayır. Her an bir Bukowski ya da Yalçın Küçük kitabını açıp okuyarak intikam almak mümkün.

Üniversite yıllarında ertesi gün final sınavlarım varken üst üste iki seans sinemaya gittiğimi, Yalçın Küçük Hoca’nın kitaplarını okumayı bırakamadığımı hatırlıyorum. Edebiyatın, genel olarak sanatın, yazmanın, okumanın, gücüne hep inanmışımdır. Sonuçta doktora süreci boyunca bu duygudan uzak kaldım. Elbette doktora için seçtiğim konu gereği yapmak zorunda kaldığım tarih alanındaki (Milli Mücadele dönemi anıları)  okumaların da çekiciliğini eklemem gerek. Lezzetli bir yemek yerken diğer lezzetli yemeği sonraya bırakmak gibi… Ama edebiyatın beni beklediğini hiç unutmadım.

Demek ki beni bekleyen Amelie Nothomb’muş. Kara Sohbet, ilk okumaya başladığım kitabı oldu. Daha önce kim bilir kaç kez dergilerde üzerinde yazılmıştır. (Yazılmış mıdır?” Ama ben kaçırmışım edebiyata ara verdiğim yıllarda. Kitabı seçişim tamamen tesadüftü. Düşünüyorum da açıkça itiraf etmek gerekirse kitabın arka kapağında yazılanlar etkili oldu bu kez. Bu kez diyorum, çünkü genellikle yazarı ve kendisi hakkında hiçbir ön bilgiye sahip olmadığım bir kitabı satın almamda arka kapak yazıları çok etkili değildir. Kitabı karıştırırken gözümün takıldığı bir cümle beni daha çok etkiler. Yazarın hayat öyküsü de öyle.

Amelie Nothomb’ un hayat öyküsünde beni etkileyen ilk unsur yaşına kıyasla üretkenliği oldu. Üretken yazarları severim, kısır yazarları sevmem. Bunu daha önce de söylemiş olabilirim. Bence bir yazar içindekini dışarıya fışkırtan, boğulma hissinden, taşıyamama mecalsizliğinden kurtulmak için yazmadan duramayan biridir. Aciz ve sıradan bedenin, sıra dışı acıları, arzuları süzen ve çoğu kez biriktiren bir ruhu hiçbir açık vermeden, günlük yaşamın bizi hapsettiği “normallik” çerçevesi içinde taşıyabilmesi olanaksızdır. Yazamazsa yaşayamaz o yüzden. Amelie Nothomb bu kalıplara uyuyor. Yani bir yazar yaşamı yaşıyor; başka türlüsünü yapamadığı, bu gerçekle çoktandır yüzleştiği için. En son okuduğum Bir Yaşam Biçimi adlı romanındaki bir bilgiye göre (19) 67 doğumlu ve yazdığı romanların sayısı 67’yi bulmuş. (Toplamları 13 yapan rakamlardan korkarım. Ama Amelie’nin yaşadıkça ve yazdıkça bu toplamı 13 olan sayıdan uzaklaştığını, uzaklaşacağını düşünerek avunuyorum.)

Kara Sohbet,  bir yazarı keşfetmek için iyi bir seçimmiş. Başlar başlamaz bir kuyudan tırmanmaya başlıyorsunuz. Sayfaları hızla çevirmeniz gerek. Ve değiyor bu çabaya. Müthiş diyaloglar; zekice örülmüş, zıpkın gibi cümleler, nefis bir kurgu, tek bir notası bile atılamayacak bir oda müziği eseri gibi, edebiyatın çoktandır sinema ve sosyal medya tarafından gölgelenen gücünü ve üstünlüğünü gösteren kusursuzluk abidesi bir kısa romanla karşı karşıyayız. Hemen gidip okuyun. Üstelik zorunlu asgari hız limiti var. Ara vererek okuyamıyorsunuz. En az saatte 250 km yapmak zorunda kalan bir araba gibi hızı zorlayan, “görev” hayatınızı delip geçen tek doz ilaç kudretinde.

Kıran Kırana ise çoğumuzun hiç bilmediği, göremediği bir Japonya masalı. Japon kültürü ve damga vurduğu Japon iş hayatı içinde kadın olmanın zorluğu hakkında inanılmaz bir soğuk duş niteliğinde.

Amelie Nothomb’ un  bu üç romanını art arda okuduktan sonra diğer kitaplarının peşine düştüm ama Ankara’daki kitapçılar bu konuda bana yardımcı olamadı. Doğan yayıncılıktan çıkan kitaplarını DR’de bile bulamadım örneğin. Son umudumuz internet kitapçıları doğal olarak. Ama birçok kitabı internette de tükenmiş. Türkiye’de kaderimiz bu. Çoksatar olmadıkça nitelikli olduğuna inandığınız bir yazarın çok değil, iki üç yıl önce yayınlanmış kitaplarını bir daha bulabilmeniz şans işi. Bu konuda yayınevlerinin insafına kalmış durumdayız. Belli ki piyasada baskısı tükenmiş bir kitap için “baskısı tükendi, demek ki yeni bir baskı için bir şansı hak ediyor” değerlendirmesi yerine “bu kitap beklentimizi karşıladı. Artık başka kitaplara bakalım” değerlendirmesi yapılıyor sanırım.

Neyseki yılın son günlerinde Amelie Nothomb’ un Sınır Tanımayan Cesetler’ini de okuma fırsatını buldum. Bu romanda da Paul Auster benzeri bir tesadüf eksenli hikaye karşımıza çıkıyor. Bu kez fazla zorlama varmış gibi gelse de metindeki diyaloglar ve iş yaşamının anlamsızlığıyla ilgili vurgular önemli. Örneğin bir yerde şöyle diyor hayatını bir anda başka bir kişi olarak yaşamak üzere terkeden kahraman: “Pek az anı (hatıra anlamında) sakladığım böyle bir işte hayatımın bunca yılını nasıl yitirmiştim?”  Bu modern insanın kendine sormayı çoğunlukla başaramadığı bir soru. Burada “yitirmek” sözcüğünün tercih edilmesi bile önemli. Zaten yazar bütün eserlerinde sözcüklere, vurgulara, nüanslara çok önem veriyor. İş yaşamının anlamsızlığı,  aslında hangi iş olursa olsun, bize yani geriye pek çok şey bırakmadığı gibi biz olmadığımızda bizden de geriye bir şey kalmıyor olmasında yatıyor. Bu noktada başrolünde Jack Nicholson’un oynadığı  2002 yapımı “Schimid Hakkında” adlı film geliyor aklıma. Bir gün emekli oluyorsun ve sen olmadan da işler devam ediyor. Bu tema ve iş yaşamının anlamsızlığı vurgusu sevdiğim yazar Bukowski’nin eserlerinde çok sık yer alır ve gerçekten de bu kısa romanın da bir yerinde romandaki kahramanlar Bukowski’den söz ediyorlar. Böylece Bukowski’nin Avrupa’da da giderek efsane haline gelmiş bir yazar olarak anıldığından söz edebiliriz.

Amelie Nothomb, her metnine filozofik cümleler sokuşturmayı başarıyor. Bu sözlerin ana temayla bağlantılı olduğu kesin. Örneğin Sınır Tanımayan Cesetler’den şöyle bir cümle: “İnsanın kendisini bırakıp gitmesinden daha derin tatil var mıdır?” (s.37) Ya da yaşamımızın bütün hafta içi günlerine ve gündüz saatlerine neredeyse ambargo koymuş iş yaşamının hayatın kendisiyle oluşturduğu çelişki üzerine şu söz: “Herhangi bir zamanda uyumak yemek arası atıştırmaktan  çok daha güzel.”(s. 38) Kim iş yaşamının kendisi dışındaki zamanı da düzenlemediğinden ve kendine tabii kılmadığından ve bunun da bir tür kölelik olmadığından söz edebilir? Kim sonbahar ya da kış ya da ilkbaharda Çarşamba ya da Pazartesi öğleden sonra saat ikilerde ya da üçlerde uyumanın hazzını özlemediğinden söz edebilir? 8-5 ve 5-2-5 düzeninde yaşayan çoğu insan için yaşamak arta kalan, artık zaman ve artık yaşamdır. Bu romanda Bukowski’den söz edilmesine şaşmamalı. Diğer filozofik ama yaşanmışlık ürünü cümleler de böyle: “En güzel hayaller en aptalca işler sırasında ortaya çıkıyor.” (s. 56) Ama en tematik olanı şu: “Zaman kullanılmamalıdır.”  (s. 88) Çünkü “zamanı kullanmak”, bize dikte edilen yaşam biçimini tartışmasız kabul etmekten yola çıkan bir duruş. Zamanı kullanan insan, bir yaşam parçacığını bir yerlere sıkıştırmaya çalışan, çok olandan çoktan vazgeçmiş ve azla, azıcık olanla yetinmeye çalışan, küçücük bir mum alevini upuzun karanlık bir mağarada söndürmemeye çalışan, aslında kendisi kullanılan, aciz insandır. Ben öyle okuyorum. Büyüksün Amelie. Böylece 2013’ün keşfedilen yazarı ödülü Amelie Nothomb’ a gitmiş oluyor. Geç oldu aslında ama hiç keşfedememekten iyidir.

Amelie Nothomb’ un  hemen tüm eserlerinde konuşanlar entelektüel bir söylem tutturuyorlar.  Aslında temsil ettikleri yaşam köşelerinin genel felsefesinin sözcülüğünü yapıyorlar bile diyebiliriz. Ama her kahramanın arkasında yatan yazarlık duruşu açısından bu birikimin Amelie Nothomb’ a bir gönderme olmaması da mümkün değil. Yazmadığı zamanlarda bol bol okuduğunu anlayabiliyoruz. Bir bakıma okumalarının zorlamasıyla yazmaya koyulmuş ve üretkenliğini de buna borçluymuş gibi duran bir yazar var sanki karşımızda. Bukowski’yi okumuş (s. 86), İncil’i okumuş (s. 88), Torgny Lindgren’in Yabanarısının Balı’nı okumuş (s. 38. Yıllar önce Telos’tan Arıbalı adıyla çıkmış bir kitap. Yani gerçekten böyle bir kitap var.), Odysseus’u okumuş (s.82). Dolayısıyla birikimli biri Amelie. Ama bu yaşanmışlık konusunda eksiği olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Tam tersine aynı zamanda, bazen kaba ve hepimizin kıyısından köşesinden tattığı insanlık durumlarını (“Herhangi bir zamanda uyumak yemek arası atıştırmaktan çok daha güzel.”s.38) bazense incelik dolu, fark etmeden, çok üstünde durmadan yaşarken üzerinden hızlı geçtiğimiz anlık yaşanmışlıkları ya da sadece bir yetenek olarak bazı kişilerin gözünde görünür hale gelmiş saptamaları (“Pencere bir evde yaşayanların dışarıyı görmesini sağlar, oysa camlı açıklık bir villada yaşayanların dışarıdan görülmelerine yarar. Kanıtı, camlı açıklık yere kadar uzanır: Oysa ayaklar bakmaz. Bu, ev içinde bile güzel ayakkabılar giyildiğini komşulara göstermeye yarar.” s. 25) bize sunmakta eşsiz.

Şimdilik bu kadar. Biraz Amelie Nothomb özel sayısı (yazısı) gibi oldu, ama beni gerçekten etkiledi. Açıkçası yeni bir yazar keşfetmenin hazzını özlemişim.

Önümüzdeki yazıda son zamanlarda satın aldığım ve okuduğum kitaplardan söz etmeyi sürdüreceğim. Herkese mutlu yılar.

Dr. Ali Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM