‘Orhan Selim’ ölümsüzlüğünün 60. yılında…
Türkiye halkının “dişimizi morfinsiz çektiği” bir seçim sürecinin sonunda Orhan Selim (N. Hikmet)’in “Dişçide” isimli bir mizahi kısa öyküsünü, pamuk niyetine ağzımıza koyalım bu hafta. Bilmem söylemeye gerek var mı; ‘Orhan Selim’, Nazım Hikmet’in takma isimlerinin en ünlüsüdür. Cezaevindeyken, ‘ekmek parası’ uğruna takma isimle mizahi gazete yazıları da kaleme alan şairimizi ölümsüzlüğünün 60. yılında bir kez daha saygıyla anıyorum. Dişçinin bekleme salonu ağzına kadar dolu. Ara sıra, içerden, dişçinin diş çektiği odadan boğuk çığlıklar geliyor ve salonda bekleyenler birbirlerinin yüzüne bakıyorlar. Kimisi resimli bir mecmuanın yapraklarını karıştırıyor, kimisi bir mabetteymiş gibi korku ve saygıyla kımıldanmadan oturuyor. Ara sıra, diş çekilen odanın kapısı açılıyor, önde yüzü sapsarı bir müşteri, arkada beyaz gömlekli dişçi görünüyorlar. Dişi çekilen yahut doldurulacak dişinin siniri koparılan, bekleme salonundan geçip gidiyor ve dişçi soruyor: -Sıra kimin? Buyrun, rica ederim. Bekleme salonundakiler sıralarının geç gelmesini istemektedirler. Kim bilir, belki bir mucize olur ve ağrıyan dişleri ya kendi kendine ağızlarının içine düşüverir, ya ağrısız, sızısız kendiliğinden doluverir… Dişçi yeni bir müşteriyi savdıktan sonra yine sordu: -Sıra kimin? Buyrun rica ederim… Bekleyenlerin arasından uzun boylu bir adam fırladı. Dudaklarında tatlı bir gülümseme, doktora doğru yürüdü. Dişçinin omzuna vurarak: -Cesaret doktor, dedi. Aldırmayın… Bekleme salonundakiler, dişçiye cesaret veren bu yaman adama şaşkın gözlerle bakarken, dişçiyle beraber diş çekilen odaya girdi ve dudaklarında silinmeyen gülüşüyle konuşmasına devam etti: -Bu berbat bir diş doktor. Çekmek lazım, acımadan. Doktor sabırsız müşterisini biraz yatıştırmak istedi: -Durun, bir bakalım, gözden geçirelim… Müşteri boyuna konuşuyordu: -Gözden geçirmek falan istemez, doktor. Sonra ben öyle dolambaçlı yollardan gitmesini sevmem. Diş ağrıdı mı? Hiç naz istemez… Yapışmalı köküne, çekip çıkarmalı. Siz de böyle düşünmez misiniz, doktor? -Bir bakalım da hele, belki doldururuz… -Doldurmak mı? Hayır, doktor. Kafa tutan, isyan eden bir diş doldurulmaz, sökülür. Bu benim prensibimdir. Kafa tutanın kafası kökünden kesilir… -Siz bilirsiniz bayım, yalnız bir bakalım da, diş çekilirken ağrıyı duymamak için küçük bir şırınga yapalım… -Şırınga mı? Ne diye? Ağrı duymamak için mi? Ben, doktor, ağrıya taraftarım. Ağrı ruhu temizler. Ağrı beşeriyet için su gibi, ekmek gibi lazımdır. Yalnız, doktor, söz arasında şunu sorayım, bu ağrıyı kesen şırınga için de ayrı para mı alıyorsunuz? -Evet… Küçük bir fark… Ehemmiyetsiz bir şey… -Mesele bunda değil, doktor, dedim ya, ben ağrı taraftarıyım. Dişli ağrıtarak çekmeli, sökmeli… -Peki, siz bilirsiniz, bayım. Öyleyse şöyle, şu koltuğa buyurunuz… Ağrı taraftarı, cesur müşteri birdenbire geri çekildi: -Ben… ben… ben mi, doktor? Ben mi şu koltuğa oturacağım. Yanılıyorsunuz, doktor... diye telaşlı telaşlı söylenerek kapıya doğru yürüdü. Bekleme salonuna açılan kapıyı açtı ve seslendi: -Haydi gel, yavrucuğum, gel… Bekleme salonunda oturanların arasında ufak tefek bir kadıncağız doğruldu. Korka korka diş çekilen odanın kapısı önünde duran cesur, ağrı taraftarı müşteriye yaklaştı. O, kadıncağızı elinden tutup içeriye sürükledi: -Otur şu koltuğa, yavrucuğum, dedi. Sonra doktora döndü: -Cesaret, doktor, diye gülümsedi, çekin şu lanetli dişi. İki gündür karıcığıma çektirmediği kalmadı, bu çekilesice dişin. (Tan gazetesi, 4 ağustos 1935 / Hikâyeler-YKY)
Mustafa BilginDİŞÇİDE
Gerçekedebiyat.com