mehmet-ulusoy-16042025220127.jpg


Ve kuşkusuz onların rüzgarıyla yelkenlerini dolduran İmamoğlu ve CHP muhalefetidir. Yani “turpun büyüğü”nün, bahisler yükseltildikçe daha da irileşen büyülü gücünün ulusalcı ve toplumsal muhalefette olduğu ortaya çıktı. Onun, yoksulluğa, açlığa, adaletsizliğe ve zulmün türlü çeşidine mahkum edilen halkın, geleceği karartılan gençliğin saflarında dolaştığı, körlerin görebildiği, sağırların duyabildiği bir gerçekliktir artık.

 

Demek ki bu ülkede “turpun büyüğü”nün, toplumun yazgısını değiştirme yetisi ve gücüne sahip bu en etkili ve derin sürprizin kimin heybesinde taşındığı önemli. O, zorbaların, her türlü muhalif düşünceyi, eleştiriyi, hak aramayı yasaklayan, itiraz edene sopa sallayan, içeri atan ve türlü yasakla tehdit eden sultanlık heveslilerinin heybesinde olamaz. Vatanına, ulusuna karşı vurgun, fesat ve ihanet planlarının yapıldığı kirlenmiş, zehirlenmiş hiçbir toprakta yeşermez ve büyümez bu turp. Çünkü kökü doğada, toprakta ve emekte olan bu enerji, halkın vicdanında, adalet duygusunda eşitlik ve özgürlük özleminde, gençliğin gelecek kaygısıyla ateşlenen eyleminde var olabilir ancak.

 

Bir türlü paylaşılamayan bu değerli şey, bundan böyle halkın algı ve bilincinde basit bir kök bitkisi değildir artık. Simgesel bir unuttur o, bütün umutların, özlemlerin buluştuğu bir köktür. Büyük kitle hareketlerini, ulusal direnişleri yaratan büyük ve derin dip dalgasıdır. Tıpkı buz dağının görünmeyen kısmı gibi pek doğal olarak toprağın altında büyür, gelişir. Olağanüstü yaratıcı, özgün ve şaşırtıcı, sınırları, derinliği, ne zaman patlayacağı ve görünüre çıkacağı kestirilemeyen bir dip dalgası olarak halk hareketi de öyle eğil mi? Bu dip akıntısı, toplumsal ve ulusal devrimci patlamaların enerjisini, “Mustafa Kemal'in Askerleriyiz” diyerek, Andımızı okuyarak, Cumhuriyetin kurucu ilkelerine sarılarak kentten kente, insandan insana taşır.

 

Şimdilerde biraz da mizah konusu olan turp dostumuz, onu kullanmaya çalışan çürümüşlük, sahtelik, vurgunculuk, asalaklık, şantaj ve tehdit kokan AKP markalı heybelerden, tehditlerin ve şantajların aleti olmaktan kurtuldu, anayurduna, toprağına, doğal işlevine döndü. Artık o, emeğin ve üretimin, hepsi de emekten ve üretimden beslenen hak ve adaletin, eşitlik ideallerinin, Cumhuriyet ve Atatürk sevdalılarının simgesi oldu.

 

Turp deyip geçmeyelim; ele avuca sığmaz, sürprizleri bitmez, gücü ve enerjisi sınırsız bu varlık, bazen yer altında bir bitki, bazen bir yeraltı ırmağı, bazen Marks'ın dediği gibi “ihtiyar devrim köstebeği”dir. Destansı Çanakkale direnişinde düşman mevzilerine yer altından tüneller kazarak ölümüne sürpriz saldırılar yapan ve düşman mevzilerini çökerten fedailerdir. Bazen de yine Marks'ın dediği gibi yukarılarda, çevremizde, nerede olduğu kolay kolay saptanamayan, her an her yerde olan bir devrim hayaleti, devrim ruhudur o. Vurguncu ve soyguncuların, kapitalistlerin, hırsızların, kan emicilerin korkulu rüyası olan, turp kılığına girmiş bu hayalet, devrim hayaletinden başka ne olabilir ki?

 

***

Peki, köstebek gibi uzun süre görünmez olan ve günü geldiğinde birden yüzeye çıkıveren büyük halk enerjisini, onun çağ değiştiren yıkıcı ve yapıcı rolünü öngöremeyen, günlük esen rüzgarlarda savrulup duran, mükemmellik ve saflık arayışındaki zavallı sivri zekalı aydına ne demeli? Kendi şişirilmiş egosunu, onun gerçek dışı kurgularını toplumsal gerçeklerin önüne koyarak körleşen kibirli, çapsız, ufuksuz lider, yönetici ve aydının düştüğü tarihsel yanılgı çukurundaki keramet nedir? Söz konusu ufuksuzluk yüzünden hep “kırk katır mı, kırk satır mı” seçenek(sizlik)leri arasında gidip gelmekten yorulup birine kapılanmak ve teslim olup kuyruğuna takılmak neden bir türlü aşılamayan bir kader oluyor? Ve de doğru seçeneğe yakın ama biraz lekeli görünen bütün ara renkleri düşman ilan eden süper sivri zekalı, herkese karşı olmanın nihilist, kibirli yüksek hazzına teslim oluyor. Sonuçta en güçlüye hizmet eden bir çıkmaza yuvarlanmak kaçınılmaz oluyor.

 

Yüz elli yıllık çağdaşlaşma tarihimizde, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim süreci hariç, vatansever ve devrimci güçler, çoğunlukla hep emperyalist merkezlerin belirlediği gerici seçeneklerden birinin çekim alanında silinmenin ve etkisizleşmenin, dolasıyla güçlü, etkili bir kuvvet merkezi yaratamamanın dramını, açmazlarını, acılarını, hayal kırıklıklarını yaşadı. Bütün bunların temel nedeni, en başta, yüksek perdeden halka, millete bağlılık nutukları atılırken pratikte tam tersinin, halka karşı derin bir güvensizliğin yaşanması ve dönekliğe varan fırıldaklıkların türlü çeşitli teorilerinin üretilmesi değil midir? Koşut olarak, Türk halkının temel kültürel değerleriyle, davranış kodlarıyla birleşmekten kaçınan kibirli bir kolaycılık, acelecilik değil midir? Sonuçta, halkın, bütün oyunları bozan, bütün “turplu” şantajların balonunu mutlaka patlatan, görünmeyen enerjisini kavrayamamak değil midir sorun?

 

Örneğin, bir zamanlar devrimci olan ama bugün Türk halkının gerçeğinden ve duyarlılıklarından koptuğu için o misyonunu yitiren bir partinin başındaki zatın öznel kurgularına göre hareket etmez halk hiçbir zaman. Kitlelerin büyük enerjisi, her zaman sürpriz büyük eylemlerle ortaya çıkar. Halkın, bilgelik ve sabır yüklü sağduyusunu ve temkinliliğini bekleme sabrını gösteremeyen, hatta halkın düzen partilerinin peşinden gitmesinin nedenlerini ciddi olarak araştırmayan böylesi “lider”ler, “halk bize ihanet etti” diyen bir başka sahte devrimci “lideri” anımsatırcasına, halkın tercihini kibirlice suçlayarak kendi ufuksuzluğunu ortaya koymaktadır. Bu ufuksuzluk, kibir ve yeteneksizlik sonucu, halkın büyük devrimci enerjisini bırakın kucaklamayı, ona karşı sırt çevrilmiştir. Böylece, “iki ucu boklu değnek”in en boklu ucunun tercih edilmesi, düşülen ufuksuzluk ve aymazlık kuyusunun ibretlik bir örneğidir.

 

***

 

Şimdi, Türk Devrimi'nin önemli tarihsel dönemeçlerinde, emperyalizm ve gerici sınıfların “kırk katır mı, kırk satır mı” ya da “tahterevalli” oyununda halk hareketi ve devrimcilerin konumuna ve rolüne ilişkin kısa bir gezinti yapalım. Bakalım, aynı toprak altında, görünmezliklerde büyüyüp gelişen bizim “devrim köstebeği” ya da “devrim hayaleti” ile kardeş turpumuz, geçmiş yüz yıllık tarihte nasıl bir serüven yaşadı?

 

1. Yirminci yüzyılın başında, 1908'lere gelirken, Osmanlının parçalanma ve sömürgeleştirilme planları karşısında, “satır ve katır” tercihleri olarak ülkemize iki seçenekten biri dayatıldı. Aynen bugünkü iktidarın anlayışıyla sözde ve sahte Batı karşıtı Hilafetçi Abdulhamitçilik ile Prens Sabahattin'in İngiliz-Fransız destekli bir darbeyi amaçlayan liberal siyaset seçenekleriydi bunlar. Ahmet Rıza'nın başını çektiği millici Jön Türkler öncülüğünde, ikisi de Türk halkının/milletinin özgürlük ve demokrasi taleplerini dışlayan bu sahte seçeneklere karşı, Balkanlarda, Anadolu'da isyanlara ve halk eylemlerine dayanan devrimci bir seçenek geliştirildi. Böylece, halkın gücünü ve devrimci enerjisini küçümseyen kimi aydınların iddialarının aksine, içinde Resneli Niyazilerin de olduğu büyük bir halk hareketi sonucu gerçekleşen 1908 Devrimi, gerici güçlerin “kırk satır mı, kırk katır mı” oyunlarını bozdu.

 

2. Emperyalist devletlerin Sevr kararının uygulamaya konduğu, İzmir'in Yunanlarca işgal edildiği 1919'un karanlık, “umutsuz” günlerinde, İstanbul'da Osmanlı yönetici ve entelektüel eliti içinden “katır ve satır” olarak yine iki eğilim gelişti. Ya işgale razı olup Halife Vahdettin'in sultanlığında işgalcilere yaltaklanarak Türklere Orta Anadolu'da azıcık bir toprak bırakan parçalanmaya razı olunacaktı. Ya da sözde daha büyük bir bütünlüğü koruma adına mandayı kabul edecektik.

 

Peki Türk halkının devrimci dip dalgası ne yaptı? En başta Sultanahmet'te yüzbinlerin katıldığı büyük bir kitlesel mitingle bu zillete, köleleşme planlarına hayır dedi, meydan okudu. Yine halk iradesi, İzmir'de işgalin hemen ardından Maşatlık'ta toplanarak, aynı şeyi Balıkesir, Aydın ve diğer illerde gerçekleştirerek ve ege dağlarında efelerin elde silah bu direnişe geçmesiyle gerçekleşti.

 

Böylece Türk halkı ikinci kez “kırk katır mı, kırk satır mı” oyununu bozdu. Mitingler, direniş kararları dalga dalga Anadolu'ya yayıldı. Mustafa Kemal ve arkadaşları Türk halkının asla vazgeçmeyeceği bağımsız ve egemen yaşama tutkusunu derinden ve doğru kavrayarak, mandacılığı ve Vahdettinci ihaneti ezerek tam bağımsızlıkçı ve halkçı bir devrimi gerçekleştirdi.

 

3. Geldik 27 Mayıs'a. Bu olayın darbe mi değil mi tartışmasına girmeden -ki bana göre bu biçimsel bir tanımlamadır- sadece sonuçlarına, getirdikleri ve götürdüklerine bakarak bile, Kemalist Devrimin ikinci büyük atılımı olarak ilerici, devrimci niteliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Asıl önemli olan ise, sürecin rengini, niteliğini belirleyen etkenin, ABD mi, Avrupacı eğilimin güçlü olduğu CHP mi, yoksa gençliğin, üniversitelerin ve asker-sivil aydınların aktif rol oynadığı Atatürkçü vatansever, demokratik halk dinamikleri mi olduğudur.

 

Tartışmanın öznelerini daha da daraltırsak, 27 Mayıs hareketinin arkasındaki belirleyici güç ABD miydi yoksa asker ve sivil-gençlik Atatürkçü halk hareketi miydi? Olayın ilerici niteliğini gözlerden kaçırmak isteyen bazı muhafazakar milliyetçi yazarlara göre, belirleyici güç ABD'dir. Onlara göre, Menderes hükümeti 1958'lerden sonra girdiği ekonomik krize çözüm olarak ABD'den borç istedi, alamayınca Sovyetlere yöneldi. Bunu düşmanca bir siyaset olarak değerlendiren ABD, Menderes hükümetinin devrilmesine karar verdi! Bu nedenle 27 Mayıs hareketini planladı, destekledi! Ya da başka deyişle bu hareket ABD'nin icazetiyle ve kontrolünde gerçekleşti! Yani onlara göre, 27 Mayıs darbesi bir ABD planıdır! Bu iddianın en önemli gerekçesi de, Milli Birlik Komitesi'nin NATO'ya ve CENTO'ya bağlılık açıklamasıdır.

 

İşte tam da bu noktada, devrimleri ya da devrimci atılımları gerçekleştirenler ile o süreçleri dışarıdan izleyip yorumayanlar, yani yükü taşıyan ve riske giren ile dışarıdan izleyen arasında çok ince ama tayin edici bir pratik analizi ve duruş farklılığı ortaya çıkıyor. Başka deyişle, bütün hayatı değiştirme pratiklerine, devrimci deneyimlere girenler, risk alırlar ve biraz kirlenir, lekelenirler, üstlerine çamur sıçrar. Girmeyen ve dışarıdan izleyenler ise, gerçekliğe hep kendi kafalarındaki kirlenmemiş, saf, mükemmel şablonlarla bakarlar ve ona göre değerlendirme yaparlar. Ama dünyayı değiştirme, geleceği yaratma konusunda hiç bir katkıları olmaz; kendi siteril dünyaları, ya da kozaları içinde hiç bir işe yaramadan, bu nedenle de daha çok kirlenerek kurur giderler.

 

Aksi halde, ne 1917 Şubat Devrimi patladığında İsviçre'de olan Lenin, Rusya'ya en kısa zamanda ve güvenli yoldan ulaşabilmek için henüz Almanya-Rusya arasında savaş bitmemişken Alman treniyle Rusya'ya gidemez ve devrime önderlik edemezdi. Nitekim o günlerde Çarlık yanlıları ve Menşeviklerin Lenin'e yönelttikleri en büyük suçlama “Alman ajanlığı”ydı. Aynı şekilde, Çin'de 1937'den 1945'lere kadar süren, ÇKP ve Mao'nun önderlik ettiği anti-Japon direnişinde, o da Japonya'ya karşı savaşan ABD'nin siyasi ve teknik-ekonomik desteğinin, Çin devriminin bağımsız çizgisine en küçük bir olumsuz etkisi olmamıştır. Çünkü, Rus ve Çin halklarının tarih sahnesine çıkıp kaderlerini ele aldığı ve güvenilir bir önderliğe sahip olduğu, böylece bütün karşıdevrimci oyunları bozduğu bu süreçlerde hiçbir halk karşıtı güç sonucu değiştiremezdi. Anı şekilde 1960'larda gerek Küba, gerekse Vietnam, hatta Mısır, Suriye ve Cezayir gibi vatansever halkın öz dinamiklerine dayanan devrimlerde, bu devrimleri destekleyen Sovyetlerin bazı olumsuz etkileri olsa da bunlar sonucu değiştirmemiştir.

 

27 Mayıs'ı gerçekleştirenler, haksızlığa, zulme ve adaletsizliklere karşı olan Türk halkının geniş desteğini alan ve hayatını ortaya koyarak riske giren vatansever Atatürkçü halk önderleri, asker ve aydınlar, üniversiteler, bilim insanları ve gençliktir. Bugün kimse askeri bir müdahaleyi savunmuyor olsa da 27 Mayıs, tarihsel bir gerçeklik olarak Cumhuriyetin bağımsızlık ilkesini çiğneyip ABD işbirlikçisi DP iktidarının, CHP başta bütün muhalefeti sindirmek için tam bir diktatörlükle uyguladığı hukuk dışı baskı ve adaletsizliklerine karşı, ülke çapında yükselen demokratik direnişin ürünüdür. Sonuçlarına baktığımızda da tamamen halkçı, Anayasaya bağlı, hukuk devletini, ulusal egemenliği esas alan, devletin demokratik niteliğini koruyan ve birçok bakımdan daha da geliştiren, bunu 1961 Anayasası'na yansıtan bir harekettir.

 

Tamamen Türkiye'nin iç dinamiklerinin, halk muhalefetinin ürünü olan bu olayda ABD nerede yer alıyordu? Birincisi, 12 Mart ve 12 Eylül gibi tamamen kendine bağlı bir askeri darbeyi planlayıp gerçekleştirebilir miydi? O günün dünya koşullarında çok doğal ve mümkündü, ama yapamadı, yapamadı. Demek ki, DP gibi en işbirlikçi ve Kemalizm düşmanı güçleri, tarikatları, Sovyet düşmanlarını omurgasında taşıyan partiden tamamen vazgeçmemişti; vazgeçse de ordu içinde bunu yapacak güçte etkin bir NATO'cu kadro henüz yoktu.

 

İkincisi ve en önemlisi de ABD, DP'ye karşı sivil bir siyasal seçenek olarak İnönü CHP'sine kesinlikle güvenmiyordu. Bütün bu nedenlerle ABD, muhtemelen haberdar olduğu bu süreci, NATO'dan çıkma gibi bir eğilimin olmadığı bilgisine de sahip olunca, dışarıdan izlemeyi, iktidara kim gelirse gelsin onunla iş birliği yapmayı tercih etti. Bu tür bütün süreçlerde en az iki ya da daha fazla seçeneği elinde tutan, yazı da gelse tura da gelse ben kazanırım mantığıyla çıkarlarının korunmasını güvenceye alan emperyalist bir süper gücün yöntemidir bu.

 

Kısaca özetlersek ve 27 Mayıs'tan 80'lere kadar ilerici, devrimci dinamikler, gerek 27 Mayıs sürecinde DP ve ABD'ye karşı, gerekse AB oluşumuyla bütünleşmeye yönelen CHP yönetimine karşı hem birlikte hem farklı olarak ikili, Kemalist (ve sosyalist), İkinci Kuvayı Milliyetçi bir hat izlemiştir. Bu hat, bu çizgi, Atatürk'ün ölümünden sonra, 1940'lardan bu yana emperyalist Batı'ya biatla başlayan halkçı-laik ve milliyetçi muhafazakar sahte ikileminin ve emperyalist tuzağın, tahterevallinin dışına çıkan ve ona direnen gerçek devrimci ve vatanseverlik hattıdır. İşte 27 Mayıs bu çizgideki bilinçli ve duyarlı çabanın ürünüdür ve etkisi, kapsama alanı 80'lere kadar sürmüştür. Bu hattı 1960'larda Doğan Avcıoğlu'nun önderliğinde YÖN Hareketi, TİP ve 68 Hareketi temsil etmiştir.

 

4. Türk Devrimi'nin yüz yıllık tarihindeki önemli kırılma noktalarına ve tahterevalli oyunlarını bozan devrimci halkçı atılımlara ilişkin yukarıdaki bilgiler, bugünkü, bazı bakımlardan daha karmaşık, bazı bakımlardan ise daha açık olan süreci açıklayabilmek için tarihsel bir perspektif vermektedir. Dolayısıyla, emperyalizmin hegemonya denklemine karşı Türk Devriminin denklemi, onun ulusal ve toplumsal temel nitelikleri de burada büyük ölçüde içeriliyor.

 

Özetle, halkın heybesindeki Türk Devriminin köstebeği turp, çoğu kez dibe batıp toprakta kendini büyümeye bıraksa da hatta bazen gericilerin eline geçip halkı, emekçileri aldatma aracına dönüşse de, toprağıyla buluştuğu an gerçek misyonuna kavuşup tarihsel rolünü oynamıştır, oynamaktadır.

 

***

 

1930'larda Kemalist aydınlar, M. Esat Bozkurt başta, “liberalizm emperyalizmdir” diyordu; gerçek demokrasi de burjuva demokrasisine karşıt, halk sınıflarını temsil eden kavramsal özüne bağlı bir şekilde “halk iktidarı”, “halk egemenliği” olarak tanımlanıyordu. Atatürk'ün önderliğinde tek partiye dayanan aydınlanmacı halk iktidarı, bugünkü CHP yönetiminin Batı güdümlü Sosyal Demokrat ideologlarının “otoriterlik” eleştirisinin arkasına gizledikleri neoliberal tezlerinin aksine, çok daha demokratik, özgürlükçü ve emekten yana bir niteliğe sahipti.

 

1945'lerde başlayan süreçte benimsenen Amerikancı “çok partili” liberal demokrasi ise, bizim gibi ülkeler için biçilmiş ideal bir tuzaktı. Emperyalist tekelci burjuvazinin “yazı da gelse tura da gelse ben kazanmalıyım” felsefesine göre planlanıp sahneye konmuş sahte bir demokrasiydi bu. Demek ki, her türlü muhalefeti de bir biçimde kontrol etme ve yönetme planını içeren emperyalizmin her durumda kazanma denklemiydi söz konusu olan. İktidar ve muhalefet tahterevallisinin birbirine karşıt farklı seçeneklermiş gibi dizayn edildiği bu denklemde Türkiye, ikili bir zincirle (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi iki partili demokrasi), bütün antiemperyalist ve ulusalcı muhalefetlerin emilip söndürülmesini ve iğdiş edilmesini içeren bir sisteme mahkum edilmişti. Özellik 1980 darbesinden sonraki seçim sistemine eklenen yüzde 10 barajı tam da bu güdümlü “demokrasi” oyununun kritik bir kapı anahtarıdır.

 

Bağımsız ve egemen Türkiye'nin, Türk Devriminin kazanma denklemi ise, 1945'ten bu yana 80 yıldır değişmedi: İkili zincire, ya da “katır ve satır” tuzak seçeneklerine karşı, halk sınıflarının tam bağımsızlıkçı ödünsüz Devrimci Cumhuriyet seçeneği. Günümüzün güncel siyaset düzleminde, antiemperyalist Atatürk milliyetçiliğini esas alan aydınlanmacı, halkçı-toplumcu seçenektir bu. Altı Ok programında ifadesini bulan bu seçeneğin günümüzde, parçalı halde muhtelif adayları olsa da bu kulvardaki, ister ülkücü, isterse, ulusalcı sol, sosyalist geçmişten gelsin bütün dinamikleri kucaklayan bir kurmaylık, bir kuvvet merkezi henüz oluşmamıştır.

 

Son büyük halk ve gençlik eylemleriyle turpun büyüğünün halkın heybesinde olduğu anlaşılmıştır. Ancak nasıl, ne zaman iktidara odaklanmış ve sonuç alıcı bir biçimde ortaya çıkacağı, emperyalizm ve karşıdevrimin büyün oyunlarını nasıl ve hangi yöntemlerle bozguna uğratacağı belirsizliğini koruyor.

 

Kesin olan şudur: Bütün belirsizlik ve olumsuzluklara karşın, şu son büyük kitlesel eylemlerde görüldü ki, Türkiye halkı aşağıdan yukarıya yeni bir enerjiyle Devrimci Cumhuriyeti bütün nitelikleriyle yeniden kurma potansiyeli ve kararlılığına sahip olduğunu göstermiştir. Gerisi, bu enerjiye kurmaylık yapacak öznel güçlerin, önderliğin zaman geçirmeksizin oluşturulmasına kalmıştır. 

 

Mehmet Ulusoy
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler