Yeni TKP ve Türkiye'ye özgü sosyalizm - 1
Neoliberal ve etnik bölücülüğün gölgesindekiler başta olmak üzere önemli bir 'sol' kesim, sınıfsal ideolojik eksenden, toplumcu bir gelecek idealinden kopmuştur; giderek ırkçı bir eksene kayan etnikçi, cinsiyetçi, çevreci, LGBT'ci bir kirlenme ve çürümüşlüğün etki alanındadır.
Geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınları'ndan, konusu günümüzdeki TKP olan “Cumhuriyet ve Komünistler” kitabına, bulunduğum yerdeki kitabevlerinde olmadığı için henüz ulaşamadım. Ama TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'la Yayınevi sahibi Haluk Hepkon'un yaptığı, kitabın içeriğini büyük ölçüde yansıttığını düşündüğüm söyleşiyi okudum. Bu bilgiyle sınırlı olarak kimi eleştirel düşüncelerimi “Türkiye'ye özgü sosyalizm” bağlamında ifade edeceğim. TKP'nin bugün geldiği ideolojik ve siyasal eşiği, özetin özeti olarak tanımlamam gerekirse, şu bütünsel saptamayı yapabilirim: Türkiye'nin ve Türk Devriminin özgünlüklerini, Türkiye'ye özgü sosyalizmin niteliklerini ve dinamiklerini kavramak, bunu program, strateji ve siyasetlere yansıtmak açısından söyleşideki yaklaşımı olumlu ve önemli bir adım olarak görüyorum. Ama henüz çok yetersiz, ayakların Türkiye toprağına ne kadar sağlam bastığının tartışmalı ve daha alınacak epey yol olduğunu belirtmek zorundayım. “Türkiye'ye özgü sosyalizm” tanımlamasından ne anlamak gerekir? Sosyalizm ve genel olarak devrim teorisinin uygulama zemininin, gerçekleşme yatağının zaten ulusal devletler, ulusal siyasal birimler olması nedeniyle aslında teorik olarak böyle bir tanımlamaya gerek yok. Çünkü başarıya ulaşmış bütün toplumsal devrimler, o ülkenin özgünlüğünü -sadece ekonomik ve toplumsal değil, özellikle de kültürel, tarihsel özgünlüklerini- yakalayabildiği için başarılıdır tanımını hak ederler. O nedenle, Türkiye sosyalizmi -veya bir başka ülke sosyalizmi- daha doğuşunda, programı, stratejisi ve bütün siyasal pratiğinde o ülkenin özgünlüğünü yakalamayı amaçlamak zorundadır. Bunu yapmadığı, önemsemeyip es geçtiği, özetle program, strateji ve eylem bu amacı içermediği sürece yenilgiye ve başarısızlığa mahkumdur. Ve geçtiğimiz yüz elli yıllık başarısız bütün toplumsal devrim deneyimlerinin özetinin özeti budur. Söz konusu temel gerçek, Türk solunun, sosyalistlerin, öncelikle yüz yılı kucaklayan bu bütünsel bilançoya odaklanarak, enine boyuna düşünmesi ve tartışması gereken en yaşamsal ideolojik, programatik ve siyasal sorunudur. Çünkü, bugünkü parçalanmışlık, dağınıklık, sığlaşma ve bunların doğal bir nedeni ve sonucu Türkiye'nin devrimci enerji birikimini bir türlü kucaklayamamanın getirdiği yenilgi ruh halinin kaynağıdır. Bu yenilgi ruh halinin hem kaynağı hem de sonucu, iktidara odaklanan büyük hedeflerle değil, küçük hedeflerle, küçük grupçuklar, particikler oluşturmakla yetinmek, adeta siyasetçilik oynamaktır. Bu durum, Türkiye sosyalizm tarihinin hem örgütsel, hem düşünsel ve moral olarak en yaşamsal, en düşündürücü ve en sarsıcı sorunudur. Üstelik son 60 yılın o kadar önemli deneyimine ve teorik birikimine karşın, yaşanan bölünmüşlük, iktidarsızlık ve bu kötü talihi aşamama çapsızlığı sosyalistler, Kemalistler ve bütün devrimciler için onur kırıcı bir durum haline gelmiştir. Üstelik bu yenilginin onur kırıcı büyüklüğünün ve derinliğinin en önemli kanıtı; nesnel olarak toplumsal eşitsizliklerin uçuruma dönüştüğü ve büyük adaletsizliklerin toplumda genel bir isyan duygusuna yol açtığı ve benzer etkenlerle toplumsal krizin derinleşerek devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmaya başladığı apaçık görüldüğü halde, bunu devrimci bir kuvvete dönüştürecek ideolojik-siyasal öznel gücün içler acısı bir biçimde yetersiz kalmasıdır. Sosyalistlerin, devrimcilerin 1960'lardan bu yana 60 yıllık teorik ve pratik deneyiminin, Türkiye'nin, Türk Devriminin özgünlüğünü yakalama açısından, bugün bir özetini çıkarmak istersek, en önemli gerçek nedir? Bu gerçek, ABD güdümlü ortaçağcı mafya-tarikat güçlerinin karşıdevrim iktidarına karşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devriminin kazanımlarını korumada en başta Kemalist ve sosyalistlerin aynı mücadele cephesinde birleşmeleri değil mi? Solun makus talihini yenmesinin, solun ergenekondan çıkmasının anahtarı buradadır. En son büyük gençlik ve kitle eylemlerinde, bugünkü neoliberal ayarlı CHP yönetimini çok çok aşan devrimci enerjide de görüldüğü gibi, Kemalist Devrimin Altı Ok ilkeleri değil midir bu Cumhuriyetçi, Atatürkçü, tam bağımsızlıkçı cephe birliğinin temellerini oluşturan? Böyle bir temelin oluşmasına rağmen gelinen noktada bütün toplumsal ve kültürel koşullar oluştuğu halde, neden Türkiye için en acil, en hayati sorun olan, en başta Kemalist ve Sosyalistlerin ortak iradesine dayanan, siyasal ve örgütsel bir mücadele cephesi oluşmuyor? Güncele ve yakın geleceğe ilişkin bütün vatansever/ulusal ve toplumcu devrimci dinamikleri kucaklayan bir önderlik yaratılamamış ve anlamlı, etkili bir kuvvet oluşturulamamışsa ortada çok ciddi hatalar ve yetersizlikler var demektir. Demek ki, bir ülkenin varlık yokluk sınavı verdiği, vatanın bağımsızlığının ve ulusun birliğinin yaşamsal hale geldiği bu en derin kriz ve kaos koşullarında biz sosyalistler, milyonlarca emekçinin, gençliğin sorunlarına çözüm üretememiş ve kurtuluş umudu verecek bir kuvvet yaratamamışsak, Türkiye'nin özgünlüğünü kavrayamamışız demektir. Ve bugün onca acı deneyimden sonra aydınlar, emekçiler, gençlik, Kemalizmin ruhunu, ilkelerini yeniden ve daha derinden keşfediyorsa, Türk Devriminin özgünlüğünü, önemli renk ve çizgilerini öncelikle orada aramak gerekmiyor mu? Tanzimat'tan bu yana Türk aydınına, kendi ulusal özgünlüğüne yabancılaşmış, kendi tarihini ve kültürünü araştırma ve öğrenmeye Batı'dan aşırma bir kibirle burun kıvıran, Batı'dan “yeni”lik “ilerilik”adına ne bulursa, -kimisi çöp niteliğinde- gerçek mi, sahte mi olduğunu sorgulamaksızın hemen üstüne atlayan bir çapsızlık, omurgasızlık ve düşkünlük hakimdir. Batı özentili, kişiliksiz, sığ bilgilerle yetinen, gösterişçi ve kibirli bir kolaycılık ve günü kurtarmacı tavır bugün de yeni biçimlerde, üstelik küreselci operasyon ve fonlamalarla daha da derinleşerek ve genişleyerek devam ediyor. Teorik alanda, kaynağı ve mihengi / denek taşı, ölçütü emperyalist Batı tarihi ve değerleri olan dogmatizm olarak tanımlanan bu sefil ezberci kültür(süzlük), sanırım antik Yunan kaynaklı şu meşhur mitolojiden yararlanarak daha çarpıcı ve öğretici açıklanabilir. Bilindiği gibi, Yunan mitolojisinde Progrustes adlı yol kesen sadist ruhlu bir dev ve onun ilginç yatağı vardır. Konuklarını yedirip içirdikten sonra yatağa yatırıp, uzun gelenleri bacaklarından, kollarından keserek kısaltır, kısa gelenleri de özel aletler zorlayıp sündürerek yatağa göre uzatmaya kalkarmış. “Progrustes'in yatağı”, gerçeği araştırma, yerel özgünlükleri kavrama zahmetine, çilesine katlanmaktan kaçan, kitaplardan ve sınırlı gözlemlerden elde ettiği henüz ezber düzeyindeki bilgiyle yetinen, önyargı ve takıntı kalıpları zirve yapmış, giderek gerçek, nesnellik karşıtı bir saplantıya takılıp kalmış kolaycı ve gösterişçi aydının düştüğü en temel hatadır bu. Efsanevi “Progrustes'in yatağı” metaforu, bütün dogmatiklerin, yüksek egolu iflah olmaz öznelci idealistlerin, basma kalıpçıların tanrısı ya da simgesel ifadesidir. Kafadaki öznel kurguyu ya da saplantı kalıbını gerçeğin yerine koyan bu düşünsel çapkınlık, bugün dogmatizmin, uca varmış bir biçimi olarak simgesel adı olmuştur. Sosyalizmle ilgili Batı merkezli kalıpların ezberine dayanan dogmatizmin çeşitli biçimlerini, biraz aşırıya kaçma suçlaması pahasına “Progrustes sendromu” benzetmesiyle açıklamaya çalışacağım. Söz konusu anlayış, çoğu kez Progrustes'in yaptığı gibi, gerçeği, ya ezbere ve kalıba uymadığı için kesip biçmeye, ya da ezberin içini doldurmadığı için zorlama sündürme ve şişirmelere uğrattı. Bunun örneğine yakın ve geçmiş tarihimizde çokça tanık olduk. Kemal Okuyan, “Türkiye’de sol artık ideolojik olarak bizim coğrafyamızdan ve devrimlerin yatağı Avrupa’dan değil, başka bir Avrupa’dan besleniyor: Emperyalist ülkelerin kontrol ettiği, yönlendirdiği, fonladığı bir sol yaratıldı” diyerek Türkiye solunun büyük ölçüde “Batı merkezli” ezberin, şablonların ve siyasetlerin uzantısı haline geldiğini belirterek çok önemli bir gerçeği vurguluyor. Bu eleştiriyle kendilerini onlardan ayırmakta ve anlamlı, yerinde bir tavır göstermekte. Ancak bu, TKP'nin Türkiye'nin özgünlüğüyle buluşma yolculuğunun daha başında olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hâlâ, toplumsal mücadelenin temel ve vazgeçilmez bileşeni olan ulusal ve vatansever bir hedefi benimsemekten uzak kimi sol örgütlerin içinde yüzdüğü Batı merkezli teorik şablon ve ezberler havuzunun tamamen dışına çıktığını göstermiyor. Günümüz dünya gerçekliğinin bütünselliğinde, gerçekler bize, Tarihsel ve Diyalektik Materyalist bir gözle dünyaya nereden bakacağımız konusunda şu iki karşıt tezden birini seçmek zorunluluğunu dayatıyor: Birincisi, Batı merkezli düşünmek, akıl yürütmek, teori ve strateji geliştirmek mi? Ki bu, kaçınılmaz olarak, bütün düşünme, akıl yürütme mantığına, kavramlaştırma ve modelleştirmelere, en önemlisi de teoriyi somutlamada tarihsel ve toplumsal olguların seçimine kadar yansıyor. Daha da somutlarsak bu, sosyalizm ve devrim teorisini Avrupa tarihinin ve toplumlarının yaşanmış gerçekliğinde örneklendirme ezberciliğidir. Yoksa, ikincisi, Doğu / Asya merkezliliğin bir parçası olarak, onun bize özgü somutlanışı olan Türkiye merkezli düşünmek, Türkiye'nin tarihsel, toplumsal ve kültürel gerçekliğinden süzülüp damıtılan bir teori ve strateji geliştirmek mi? Bana görü Türk solundaki tartışmanın ana ekseni budur, bu olmalıdır. İki kaşıt ideolojik ve siyasal tez de bunlardır. Bu iki farklı bakış, Irak, İran, Libya, Ukrayna, Suriye ve Filistin/Gazze'de sınanmıştır. Hatta, bütün Soroscu neoliberallerin ve Sevr'ci PKK'nın Kemalizm düşmanlığında, Kemalist milliyetçiliği, ulusalcılığı ırkçılık ve şövenlikle suçlamalarının arkasındaki düşünce sistemi de gerici Batı'nın tipik düşünce sistemidir. Asya, ya da Doğu merkezli düşünmek Kapitalist emperyalist Batı'nın değil, ona karşı, Aydınlanmacı, devrimci Batı'nın bilimsel, etik, estetik değerlerini devralan bir Asya merkezliliktir. Üstelik Batı'daki bütün ilerici, devrimci düşünce ve kültür birikimini temsil edenler de, bu Asya merkezli dünyaya bakış, perspektif ve analizin temsilcileridir. Onlar, 1905'lerden 1980'le kadar gerçekleşen ve hepsi de “Doğu” ya da “Güney” olarak -bunların ağırlık merkezi Asya'dır-tanımladığımız dünyadaki, ulusal ve demokratik devrimler, sosyalizm deneyimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarının estirdiği rüzgarla, 20. yüzyıl gerçekliğinde devrimci değer ve ilkelerini yeniden üretmeye, korumaya ve geliştirmeye çalıştılar. Başka deyişle, bugünün, çağın gerçeğini yakalayan en anlamlı düşünsel ve ideolojik sıçrama, Marksizmin özünü, ruhunu koruyarak, devrimci Batı'nın, bugün artık içleri tamamen boşaltılmış, ruhunu yitirmiş ve büyük ölçüde küreselci operasyonlarla sahteleştirilmiş, çöplük değerindeki teorik ezber ve kalıplarını terk etmektir. Marks'ın deyişiyle “devrim köstebeği”, devrimin ruhu, “komünizm hayaleti” Avrupa'yı çoktan terk etti; 20. yüzyılın başından beri o zaten Asya'dadır; Rusya, Türkiye, Çin, Vietnam, Hindistan, Kore topraklarındadır. Üstelik bugün Batı, postmodern, kültürel kimlikçi, etnikçi cemaatçi, cinsiyetçi, LGBT'ci ve pornocu düşünce ve kültürüyle 1980, hatta 90 öncesine göre, 200 yıllık Aydınlanma ilke ve değerlerini büyük ölçüde terk ederek çok daha geri(ci) bir evreye, Yeni bir Ortaçağa yüz geri etmiştir. Özellikle 90'larda Sovyet sisteminin dağılmasıyla birlikte, neoliberal gericilik, emekçi sınıfların ve ezilen ulusların elde ettiği bütün kazanımları, daha önce tarihin çöplüğüne atılan ortaçağın paslanmış, çürük malzeme ve değerlerini yeniden hortlatarak ortadan kaldırmaya girişti. Sosyalizmin caydırıcı gücünün ortadan kalkmasını fırsat bilerek büyük ölçüde de bunu başardı. Bugün Batı'da işçi sendikaları tamamen etkisizleştirilmiş, adeta hadımlaştırılmıştır. Marksist-sosyalist partiler de marjinalleşmiş, toplumsal etki gücünü tamamen yitirmiş durumdadır. En önemlisi de bu geçici bir olgu da değildir; bir dis-ütopya, kıyamet ütopyası, bir çöküş kültürü egemendir Batı kültür ve edebiyatına. O nedenle, önümüzdeki çağ için gelecek umudu sönmüştür ve bunu yeniden yeşertecek dinamikler enerjisini yitirmiştir; onlar emperyalist Batı merkezlerinin dışındadır, ezilen ve gelişmekte olan dünyadadır; oralarda mayalanmakta ve enerji biriktirmektedir. Son 45 yıldır Batı'ya egemen olan düşünce ve siyaset, 1917'den 90'lara kadar emekçilerin ve ezilen ulusların mücadelesiyle kazanılan bütün toplumsal haklarına ve mevzilerine karşı büyük bir ideolojik, siyasal ve toplumsal intikam alma saldırısıydı. Gerçekte Aydınlanma değerlerine karşı bu büyük neoliberal saldırıda, asalak ve her yönüyle çürümüş emperyalist burjuvazi, ortaçağın bütün kurum ve silahlarını çağdaşlık kılıfıyla allayıp pullayarak sahneye sürdü. Günümüzde Batı'da, Aydınlanma, sosyalizm ve sınıf mücadelesinin bütün mevzileri, kurum ve kazanımları büyük ölçüde yok edilmiş, kavram ve değerlerinin içleri boşaltılıp kirletilmiş ve sahteleştirilmiş, işçi sınıfı hareketi ve sosyalizm değer ve kurumları hadımlaştırılmıştır. Neoliberal ve etnik bölücülüğün gölgesindekiler başta olmak üzere önemli bir “sol” kesim sınıfsal ideolojik eksenden, toplumcu bir gelecek idealinden kopmuştur; giderek ırkçı bir eksene kayan etnikçi, cinsiyetçi, çevreci, LGBT'ci bir kirlenme ve çürümüşlüğün etki alanındadır. Yani karşımızda, 80'ler öncesinin aksine, ne teorik ve ne de pratik olarak, bırakın örnek ya da model almayı, devrimci mücadele deneyimlerini paylaşacak yapı kalmıştır. Özetle, emperyalizmin “çürüyen” ve “asalak” yapısından ve karakterinden beslenen, kanser hücrelerine benzer zehirli, tahrip edici virüsler, işçi sınıfı ve sosyalistler dahil, Batı'nın bütün toplumsal, kültürel dokularına, sanat ve edebiyatına derinlemesine sinmiştir. En son Rusya-Ukrayna savaşında, evrensel nitelikteki Rus kültür ve sanatını yasaklayan, Gazze'de İsrail'in uyguladığı ırkçı soykırımı açık veya kapalı destekleyen tutumlarda da, bir avuç sosyalist, devrimci aydın dışında, bu açıkça görülmektedir. Son olarak bütün yukarıdaki söylenenleri, Türkiye'nin özgünlüğünü yakalama, devrimci kimliği ve değerleri onun maddi ve manevi potasında pişirip yetkinleştirme bağlamında şunu söyleyebilirim: Hepsi de dahi düzeyinde büyük devrimci olan yaratıcı sanatçı, düşünür ve siyasetçilerin başarılarını belirleyen önemli bir etken, yüksek sezgi gücüne sahip olmalarıdır. Sezgi gücü, bütün teorik bilgi ve pratik deneyimin ötesinde önceden bilinen nesnel ölçütlerle, derin ve kapsamlı bilgiyle ölçülemez, tarif edilemez, öngörülemez bir yetidir. Ancak genel anlamda şunu söyleyebiliriz: Yüksek sezgi gücünün en önemli kaynağı, ulusal kimlik, ulusal kültür ve tarihte, halkın derin bilgeliğindedir ve bu birikimi, algılayış ve davranış biçimini bütün özellikleriyle kavramak, özümlemek ve içselleştirmektedir. Mehmet UlusoyTÜRKİYE'NİN ÖZGÜNLÜĞÜNÜ ES GEÇEN BAŞARISIZLIĞA MAHKUMDUR
PROGRUSTES SAPLANTISI ÖZNELCİLİK BATI MERKEZLİ EZBERCİLİK
BUGÜN DÜNYAYA BATI MERKEZLİ Mİ BAKACAĞIZ, YOKSA DOĞU MERKEZLİ Mİ?
ÇÜRÜYEN GERİCİ BATI'NIN DEĞERLERİ ŞABLONLARI NEDEN İŞE YARAMIYOR?
Gercekedebiyat.com