Türk romanında ideal yitimi
Çoğu Batı güdümlü neoliberalizm imalatı birey odaklı özentiler, önyargılar, şablonlar, “nas”lar girdabında sığ, tek yanlı bilgilerle, ezberlerle yetiniyorlar.
Eğri oturup doğru konuşalım. Türk romanının, genel olarak, bir değer ve anlam yitimi ve dokusal bozulum yaşamaya devam ettiğini, vasatlık ve sıradanlığın kısır, yavanlık çemberinden kurtulamadığı gerçeğini kim yadsıyabilir? Şimdi bu yaşadığımız kirlenme ve yozlaşma tablosunun kaynağında, hayata ve geleceğe ilişkin umut ve ideal yitiminin çok büyük bir payı yok mu? Yüce ideallere bağlanmadan, ona ulaşma tutkusu ve yaratıcılığı olmadan büyük sanat yapıtları üretilebilir mi? Peki, bütün maddi, toplumsal sıkıntılara, yoksunluklara karşın, yeni bir dünya kurma umut ve idealinin ateşini canlı tutacak, alevler zayıfladıkça onları harlayacak bir enerji, yaşama sevinci ve tutkusu neyle ve nasıl üretilecek? Günümüzde yaygın bir eğilim olarak yaşandığı gibi, gelecek ütopyaları, toplumsal ve insani idealler çökmüş ve terk edilmiş, solmuş bir gül gibi buruşturulup kenara atılmışsa! İnsanlar, “Sodom ve Gomore”yi anımsatırcasına ilkel, iğrenç, bayağı hazları, dahası porno, sübyancılık gibi sapıkça zevk ve hevesleri, yenilik, ilginçlik, değişiklik yanılgısıyla “tek gerçek” olarak görüp bencilce ve sorumsuzca onların peşine düşmüşse! Ruhlar çoraklaşmış, buzlaşmış ya da çölleşip kurumuşsa, hatta yer yer çöplüğe dönmüşse! Aşk, sevgi, dostluk, vicdan, romantizm, gelip geçici bir heves, bir gösteri, bir fantezi, yani günlük tüketim nesnesi haline gelmişse, ne yapmak gerekir? En önemlisi bütün bu düşüşün, alçalışın odağında ahlaki ve estetik çöküntü, çürüme yer alıyorsa! Yanıt açıktır. Bu çukurdan, bataklıktan çıkışın en önemli yol göstericisi, esin ve enerji kaynağı, öğretmeni sanat ve edebiyattır. Nasıl Mustafa Kemal, savaş meydanlarında, en şiddetli muharebelerin yaşandığı can pazarı günlerde bile bulabildiği boş zamanlarında kitap, roman okuma ihtiyacını duyuyor ve böylece manevi, moral gücünü yenileyip iradesini yükseltiyorsa, aynı şekilde günümüzde de, okuma olanağını sınırlayan maddi ve manevi birçok olumsuz etkene karşın, inadına okumak, sanat ve edebiyatla daha bilinçli ve derinlemesine ilgilenmek, gereklilikten de öte bir zorunluktur. Çünkü ancak böylece ruhsal, düşünsel, ahlaki ve estetik duygu ve düşüncelerimizi, yüksek ideallerimizi, yeniden yeniden üretmek, yeşertmek, zenginleştirip niteliksel olarak yükseltmek mümkün olabilir. Dostoyevski'nin dediği gibi “İnsan olmanın sırrı, kişinin yaşıyor olmasında değil, uğruna yaşayacağı bir şeyi, bir ideali, bir amacı olmasındadır.” Yazarın toplumsal, insani bir ideale derinden bağlılığı, onun gerçekliği imgeleştirip başarılı bir estetik düzeyde yansıtmasının koşulu olarak dünyayı, yani toplumu değiştirme tutkusu ve iradesine bağlılığıyla ölçülür. Bu bağlılık yapıtta, daha çok dolaylı olarak, olay örgüsüne, ana ve yan izleklere, üsluba ve karakterlere yedirilmiş olarak, okuyucunun zihninde bir motifle, simgeyle, bir melodiyle, bir betimlemeyle, bir ışık, kıvılcım, bir parıltı olarak ortaya çıkar. Peki gerçekliği, kaba, “tarafsız” ve yüzeysel bir dış gözlemle yansıtmak, estetize etmek mümkün mü? Haklı ve haksız, doğru ve yanlış, adil ve adaletsiz, hakikat ve yalan arasındaki mücadelede taraf olmadan, dolaylı da olsa bu adaletsiz dünyadan bir çıkış, onu değiştirmeye, onu aşmaya yönelik bir yol, bir ışık, bir umut ve iyimserlik öneren motif ve betimlemeleri üretmeden gerçekçi olunabilir mi? Gerçekçilik, sadece tarihsel bir kesitin fotoğrafını çekmek değildir ki! Onu geçmiş ve gelecek bağlamları, nesnellik ve öznellik bütünlüğü içinde bütün boyutları ve derinliğiyle anlatabilmektir önemli olan. Toplam olarak roman, hikayesiyle, olay örgüsüyle, üslubuyla, ermişçe ruhu, düşsel, sezgisel aşkınlıklarıyla, adaletsizliklere, haksızlıklara, insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasına dayanan bu dünyayı değiştirme duygusu, algısı veriyor, bunun iletisini içeriyorsa, özgün ve benzersizdir diyebiliriz. Okumaya değer romanın temel ölçüsü bunlardır. Bu niteliğiyle roman insanın özgürleşme ve eşitlik ideallerini kamçılar, canlandırır, onları yetkinleştirir. Sartre'ın dediği gibi “yapıt, dünyanın, insan özgürlüğünü gerektiren düşsel bir canlandırılışı olarak tanımlanabilir.” Ancak bu noktada çok önemli bir sorunla karşılaşıyoruz. İnsanı eğiten, ruhen arındırıp zenginleştiren ve yücelten, çağın ulaştığı, evrensel yüksek insani değer ve hazlara ulaştıran, böylece bireyin kendini yenilemesini ve aşmasını, sağlayan edebiyat eserine -konumuzu romanla sınırlıyorum- rastlayan varsa beri gelsin. Ben atlamış, okumamış olabilirim; bu nedenle yanılgı payımı kabul ediyorum. Büyük ölçüde postmodern kirlenmenin ve popüler kültürcü bayağılaşmanın etki alanında kalsa da, genel olarak Türk okuru iyi ve kötü romanı ayırdedebilecek birikime, deneyime sahiptir. Ancak nitelikli roman açısından önündeki seçenekler sınırlıdır. Bu durumda, örneğin, anketlerde ortaya çıkan çağdaş kültür kitaplarını okuma oranındaki ciddi düşüşün önemli bir nedeni, okumaya değer kitap bulamamak olmuyor mu? Bu düzeyde, bu nitelikte roman neden yok denecek kadar az ve bunun nedeni ne olabilir? Toplumsal, kültürel başka etkenlerle de bağlantılı bu kuraklık, kısırlık ve çölleşmenin, yukarıda vurguladığımız umut ve ideal yitimiyle derin bir bağı yok mu? Böylece, alabildiğine pahalı kitaplara giderek yoksullaşmış okuyucunun ulaşması da zorlaşınca, toplumsal yaşamın, ulusal kültürün temel bir ögesi olan sanat ve edebiyatla yoğun olarak ilgilenebilmek belli dar bir kesimin ayrıcalığı haline gelmiyor mu? Üstelik ulusal kültür karşıtı bu kesim, büyük sermaye destekli tekelleşmiş yayınevleri ve medyayla sıkı çıkar ilişkisi içinde değiller mi? Ve bugün sanatın ve edebiyatın -o da varsa- gündemini, bu neoliberal - postmodern ayarlı kurumlar, kişiler ve onların besleme yardakçıları, dalkavukları, etnik bölücüğe, LGBT'ciliğe, pornoya, sübyancılığa, edebiyatı ulusal kimlikten kopartan “Türkçe edebiyat”çılık gibi bir zırvalığı sürdürme aymazlığı içinde olanlar belirlemiyor mu? Üstelik, toplumsal ve devrimci duyarlılığı körelmiş, sönmüş, çoğu İstanbul merkezli, yeni bir dünya yaratma duyarlılığı ve amacını çoktan zihinlerinden çıkarmış, etik ve estetik bir kirlenme ve çürüme içindeki bu kesim için sanat, edebiyat ve roman, öncelikle bir fantezi, oyun, eğlence nesnesi, anlamsız, amaçsız, içi boş gevezelikler malzemesi ve manzumesi değil mi? Stefan Zweig'in, “Üç Büyük Usta” adlı Balzac, Dickens ve Dostoyevski ile ilgili incelemesinde nitelikli bir roman için yaptığı şu tanımlama öğreticidir: “Olayların kötü karışımından saf ögeyi, sayıların karmaşasından toplamı, gürültü patırtıdan harmoniyi, hayatın çeşitliliğinden özsel olanı elde etmek, bütün dünyayı kendi imbiğinden geçirmek ve onu yeniden yaratmak, eksiksiz bir özet halinde sunmak ve egemenlik altına aldığı şeye kendi nefesiyle ruh üflemek...” Romanın bu niteliklere sahip olması, hiç kuşkusuz, sanatın temel amacı olan dünyanın yeniden yaratılmasının koşulu olarak toplumsal bir ideale, bir ideolojik öze, çekirdeğe, bir yüce insanlık davasına bağlılıkla mümkün olabilir. Türk edebiyatı, şiiri, romanı ve öyküsü, 1980'lere kadar, yer yer zayıflasa ve estetik açıdan düşük bir porofil gösterse de, yukarıdaki çağdaş, aydınlanmacı, toplumcu ilkeye ve duyarlılığa hep bağlı kaldı. Ne var ki, 80'lerden sonra sanat ve edebiyat dünyası, bütün bu ölçütleri, estetik ilke, toplumsal içerik ve anlam odaklı değer ve anlayışları yok eden, kirleten postmodern bir kültür ve edebiyat dalgasının yoğun bayağılaştırıcı, anlamsızlaştırıcı ve çürütücü etkisi altına girdi. II. Mahmut'la başlayan 1830'lardan günümüze yaklaşık 200 yıllık modernleşme, çağdaşlaşma tarihimizin 1980'lerden sonraki 45 yıllık dönemi, önceki dönemlerin tam karşıtı nitelikte bir estetik ve sanatsal anlayışa teslim oldu. Yani estetik olmayan estetiğin, “sanatın sonu”, “romanın sonu”, “toplumsalın ve anlamın sonu” gibi gelecek ütopyasını ve umudunu yitirmiş, çöküş ve çürüme içindeki emperyalist Batı'nın dar ufku ile sınırlı hezeyanlarının egemen olduğu bir sanat anlayışının etkisi altına girdi. Sanat ve edebiyattaki bu geri dönüş ve alçalışın, en çok emperyalizmin ve anti Kemalist ortaçağ gericiliğinin değirmenine su taşıdığı, üstelik daha da önemlisi toplumdaki çağdaş, Cumhuriyetçi direniş ve duyarlılığı adım adım törpüleyip aşındırdığı bir gerçektir. Aynı zamanda bu, aydınlanma merkezli çağdaş değer ve ideallerden, nedensellik ilkesinden ve anlamdan tam bir kopuş, büyük bir kırılma, soysuzlaşma, yabancılaşma, başkalaşma dönemidir. Daha önceki hiçbir dönemle karşılaştıramayacağımız bu süreci, derin bir kültürel, manevi yıkım, yozlaşma, yabancılaşma ve çoraklaşma dönemi olarak yaşamaktayız hâlâ. Namık Kemallerden bu yana bütün toplumsal ve kültürel yenilik ve atılımlarda öncü bir rol oynayan, toplumu aydınlatıcı, eğitici, bilinç yükseltici önemli bir görevi yerine getiren Türk romanı-hikayesi ve şiiri, özellikle kültür ve sanatımızdaki başkalaşmada da ne yazık ki işlevi gereği tayin edici bir rol oynadı. Kuşkusuz çoraklaşma ve yabancılaşmanın, bugünlerde sık sık vurgulanan kitap okurluğunun dibe vurmuş olduğu gerçeğinin de hem önemli bir nedeni hem de sonucu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütünsel bir bakışla şunu söyleyebiliriz: Yaşadığımız sürece damgasını vuran küresel karşıdevrimi ve yol açtığı ulusal ve toplumsal kirlenmeyi derinlemesine, bütün yönleriyle dikkate almadan, bu sürece her boyutta direnmenin duygu ve düşüncesini üretmeden ve direnmenin içerik ve biçim bütünlüğünü estetik yaratıcılığın merkezine koymadan sanatın hiç bir alanında başarılı ve nitelikli yapıtlar üretilemeyeceğini kabul etmeliyiz. Elbette söz konusu ideolojik ve kültürel gericiliği doğru kavrayıp, ona karşı devrimci bir direniş içinde başarılı, seçkin eserler veren sınırlı sayıdaki yazarları asla unutmuyoruz. İnsanlar, genellikle içinde yaşadığı süreci, onu belirleyen ögeleri içeriden bakarak bir bütünlük içinde genellikle göremezler. O eksiklik, ancak ya dışarıdan veya yukarıdan bakarak, ya da bu birikim ve ufku sağlayacak evrensel-bilimsel birikim ve nitelikle tamamlanabilir. “O mahiler ki derya içredirler, ama deryadan bihaberler” sözü, tam da bu dönemin başat bir eğilimi olan, kendi bireysel benliğine kapanmış, büyük davalara yönelmekten vazgeçip küçülmüş, bencilleşmiş, körleşmiş aydın ve yazar tipleri için söylenmiştir. Onlar, dünyalarını küçülten, kısırlaştıran kendi tekil geçmişleriyle, idealleri yitip ufukları daraldığı için kendileriyle, küçük dünyalarının kısır malzemesinden şöhret üretmek telaşıyla, gerçek hayatın geleceğe dönük umut verici yeni olgularını, yeni filizlerini göremiyorlar. Türkiye deryasında yaşıyorlar, ama onun içinde gerçekte ne olup bittiğinden bihaberler! Üstelik içinde yaşadığımız toplumun sorunlarıyla, deryanın kirlenip zehirlenmesiyle ilgilenmiyorum diyerek bencillikte ısrar ediyorlar. Çoğu Batı güdümlü neoliberalizm imalatı birey odaklı özentiler, önyargılar, şablonlar, “nas”lar girdabında sığ, tek yanlı bilgilerle, ezberlerle yetiniyorlar. Kuşkusuz buna bağlı olarak, yükselen Asya dünyasında boy veren ve giderek daha da belirginleşen sanat ve edebiyat parıltılarına ve kıvılcımlarına, özgün ve yaratıcı etkinliklere karşı kör ve önyargılılar. Türk edebiyatına “Türkçe edebiyat”, Türk ulusu kimliğine “Türkiyeli” diyerek Batı merkezli, emperyalizm formatlı şablonları ve ezberleri tekrar eden ulusal kimliğe ve kültüre yabancılaşmış bir söylem çukurunun içindeler. Özcesi, toplumdaki büyük kirlenmeyi, zehirlenmeyi, kısacası köklü dönüşüm ve başkalaşmaları göremeyen, görmek istemeyen, kendisi de ulusal değerlere yabancılaşmış, umut, ideal ve değeri yitimine uğramış genel bir aydın ve sanatçı-yazar kimliğiyle karşı karşıyayız. (Devam edecek) Mehmet UlusoyEDEBİYAT PİYASASINDAKİ BARONLAR ile ÇORAKLAŞMA ve KISIRLAŞMANIN DİYALEKTİĞİ
80'LERDE BÜYÜK KIRILMA: TOPLUMSAL İÇERİK VE İDEALDEN KOPUŞ
O MAHİLER Kİ DERYA İÇREDİR AMA DERYADAN BİHABERLER
Gercekedebiyat.com