selim-esen-gercek-edebiya-30032025122558.jpg


ANI NEDİR? ANI NASIL YAZILIR?

Anılar çığ gibi çoğalıyor, ama anı yazmak öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil… Bellekte kalanların süzülmesi bir anlamda.

Fakat bellekte kalanlar zamanla öylesine değişiyor ki bir bakıyorsunuz mahallenin güzel kızı cadı oluveriyor. Kuşkusuz bir edebiyatçının kaleminden dökülenler daha okunasıdır ama, belleğini iyi kullanan bir amatör de en az edebiyatçı kadar başarılı olabilir. Önemli olan, geçmişi yarını yaşamak değil; belleğin derinliğine dalmak, içindekileri aydınlığa kavuşturabilmek, bilmeyenlere aktarmak olmalı.

Anılar hep yazandan yanadır. Öyle ki yazar, yalnız bildiklerini yaşadıklarını değil kimi zaman da yaşamak istediklerini yansıtır. Anı tarihi, geçmişi ortaya çıkarmak gibidir. Özenle, ince ince işlenir. Ama ne arkeolog ne de tarihçidir anı yazarı. Herkesi değil de ilgi duyanı hedef alır.

Belli bir kurgu içinde yazılır anılar. Okurun ilgisini çekmelidir. İçinde kendisini bulamayan ya da yaşadığı yöreyi, insanları, örf adet, gelenekleri bulamayan okumaz o anıları. Sürükleyici de olmalıdır anılar, iz bırakmalıdır.

ATATÜRK’ÜN ANKARA’YA GELİŞİ ÖNCESİ YAŞANANLAR

27 Aralık 1919 günü…

Kayseri’de Hakkı Behiç’in rahatsızlanması Atatürk’ün Ankara’ya gelişini geciktirmişti. Bu arada nüfusu 20 bini bulan Ankara halkı Atatürk’ü karşılamaya hazırlanıyordu. Silahları yoktu, otomobilleri yoktu.

Atlılara haber saldılar. 200 atlı toplandı. Dikmen sırtlarına gittiler. Vali Vekili Yahya Galip Bey’in çağrısıyla bir süre önce Ankara’ya gelen ve polis müdürlüğüne getirilen Haymana Kaymakamı Cemal Bardakçı, yanında 17 polisle Vali Vekilinin yanındaydı.

Vali Vekili, çünkü merhum Refi Cevat Ulunay’ın babası olan Vali Muhittin Paşa kendisini, Çorum taraflarında topladığı kuvvetlerle Sivas’a gidip Mustafa Kemal ve arkadaşlarını yakalayıp İstanbul’a göndermekle görevli kılınca, Pire Mehmet adındaki bir binbaşının idaresindeki müfreze tarafından yakalanmış, İstanbul’a yolcu edilmiş, Ankara da valisiz kalmıştı.

Ankaralılar Hacettepe’de şimdi hastanenin bulunduğu yerde toplanmış defterdar Yahya Galip Bey’i valiliğe getirmişlerdi.  

İşte o Kuvayı Milliye adı verilen ama topsuz tüfeksiz Ankaralılar, biraz da şehirdeki İngilizlere ve öteki yabancı subaylara gösteriş yapmak isteği ile kısa zamanda kalabalığa dönüşmüşlerdi. Samanpazarı hanlarından da atlılar boşandı. Toplandılar, Dikmen sırtlarına ulaştılar. Gölbaşı tarafından otomobiller göründü, yaklaştılar, kalabalığa karıştılar.

Yayalar, atlılar ve onlara ayak uydurmak için yavaşlayan otomobiller hükümet binasına kadar geldiler. Ankara Millî Mücadele’nin başkenti olacaktı…

Ankara cumhuriyetten önce de önemli bir şehirdi. 1915’de İttihat ve Terakki Cemiyeti kulüp binasının şehrin merkezine Ulus’a yapılmasına karar vermişti. Evkaf mimarı Salim Bey’in imzasını taşıyan binanın yapımına kolordunun askeri mimarı Hasip Bey nezaret etmişti. İki katlı binanın en belirgin özelliği duvarlarında Ankara taşı (Andezit) kullanılmış olmasıydı. Kurtuluş Savaşı kararı alındığında bu binanın yapımı henüz tamamlanmamıştı. Ama yine de 23 Nisan 1920 günü salonu dolduran 115 kişi ile bina etrafında biriken kalabalık, Meclis Başkanlığı’na seçilen en yaşlı üye Sinop Mebusu Şerif Bey’in konuşmasını dinliyordu:

“Saygıdeğer hazır bulunanlar

Hilafet ve hükümet merkezinin geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal edildiği, bağımsızlığın her bakımdan kısıtlandığı bilinmektedir. Bu vaziyette baş eğmek, milletimizin kendisine teklif edilen yabancı esaretini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak kararlılığında olan ezelden beri hür ve bağımsız yaşayan milletimiz bu esaretini kesin ve kararlı bir biçimde reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak yüce Meclisini vücuda getirmiştir. Bu yüce Meclisin reisi sıfatıyla ve Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dâhilinde, geleceğini bizzat düzenleyerek ve bütün dünyaya ilan ederek Millet Meclisini açıyorum.”

Açılış konuşmasının ardından söz alan Ankara mebusu Mustafa Kemal meclisin hangi üyelerden meydana geleceğini açıklayacaktı:

“Yüce meclisiniz bildiğiniz gibi olağanüstü yetkilere sahip olarak yeniden seçilmiş saygıdeğer milletvekilleriyle, taarruz ve işgale uğramış saltanat merkezinden canlarını kurtararak buraya gelen saygıdeğer milletvekillerinden oluşmuştur. Kaçıp gelebilecek milletvekilleriyle birlikte bir yüce Meclisin meydana getirilmesi ancak yeni uygulanan seçim tarzıyla söz konusu olmuştur. Bu anda Meclisiniz yasal olarak toplanmış bulunmaktadır.”

Ankara’nın Ulus semtindeki bu bina kurtuluşumuz için alınacak kararların ev sahipliğini yapacaktı. Ve o Meclis ki pek çok gericilik olayına da tanık olacaktı. Birisi var ki unutulamaz: Men’i Müskirat (içkilerin yasaklanması) Kanunu’nun tartışması sırasında iki gerici mebus meclisin oturum salonunun penceresinden: “Ümmeti Muhammed, din elden gidiyor!” diye bağırmışlardı.  

İrtica taa o yıllarda, kuruluşta kol gezmeye başlamıştı. Zaten aksi düşünülemezdi. Meclisi oluşturanların belki de tamamına yakını Osmanlı İmparatorluğunun görüş ve düşüncelerine sahipti. Bir anlamda o yoz düşüncelerle yetişmişlerdi. Cumhuriyet kavramına çok yabancıydılar…

Allahtan bu anlayış cumhuriyetin ilanına da devrimlerin oluşmasına engel olamadı ve bundan sonra da olamaz.

TÜRK OCAĞI - HALKEVLERİ

Namazgâh Tepesi denilen yerde 21 Eylül 1925 günü başlayan bir inşaat Ankara’da ilk betonun kullanıldığı binaydı.

Burası ayrıca, her şeyinde yalnız Türk işçilerinin çalıştığı bir inşaattı. Ankara’da mezar işçiliğinde çalışan ne kadar mermerci, taşçı varsa emeklerinin birleştiği bir inşaattı. 18 ayda tamamlanan bina bir Türk mimarının, Arif Hikmet Koyunoğlu’nun eseridir. Türk Ocağı adını alacaktı.

Milli düşüncenin, milli dilin ve milli tarihin gelişmesine katkı sağlamak amacıyla kurulan Türk Ocakları, halk eğitimini ve inkılâpları halka götürmede gereken çabayı göstereceklerdi, gösteremediler. 24 Mart 1931 günü Çankaya’da bir toplantı yapıldı.

Toplantının sonucunda Mustafa Kemal tarafından verilen demeç Ocakların, Halk Fırkası ile birleşmesi kararını içeriyordu. 10 Ocak 1931 tarihinde de Ocaklar kendini feshetti. Mal varlıkları da Cumhuriyet Halk Fırkasına devredildi. 121 Ocak binasından 77’si yerel Fırka şubelerine, 44’ü ise Halkevlerine dönüştürüldü. Ocaklar tarih oldu, ama binası ayaktaydı.  

1932 Eylül’ünde Ankara Türk Ocağı binasında bir toplantı düzenledi. Toplantıya Şevket Süreyya (Aydemir), Recep (Peker), Hasan Cemil (Çambel), Cevdet (Nasuhi), İsmail Hüsrev (Tökin), Vildan Aşir (Savaşır) katıldılar.

HALKEVLERİNİ ESKİ TKP’LİLER KURDU

Grup, Maarif Vekilliğine atanan Reşit Galip’e verilen Halkevlerini kurma görevi nedeniyle bir araya gelmişlerdi. Reşit Galip, Şevket Süreyya ve İsmail Hüsrev 1927’de TKP’ ye üyelikten tutuklanmış kişilerdi. Bu iki isim daha sonra Halkevleriyle düşünsel olarak bir devamlılık da yakalayacak olan Türk İnkılabının teorisini oluşturacak görevi yüklenecek olan Kadro Hareketi’nin öncüleri olacaktı.

Katılımcıların hazırladığı tüzük 19 Şubat 1932’de ilk meyvesini verdi. 14 Halkevi merkezi açıldı. Haziran ayında bu sayı 34’e yükseldi. Ev sayısındaki artış, Halkevlerinin kısa sürede tüm ülkeye yayılacağının işaretiydi. Halkevlerinin en hızlı geliştiği dönem ise 1932-1940 yılları arasını kapsayan dönemdi.

1932-1951 yılları arasını kapsayan dönemde Londra Halkevi de dâhil olmak üzere toplam 479 Halkevi bulunuyordu. Halkevlerinin bir merkezi olmamasına rağmen bu görevi Ankara Halkevi yürüttü.

Halkevleri önemli bir de dergi yayınladı: Ülkü. Başlangıçta dergi yazıları CHF’nin ideolojisini açıklamakla birlikte eğitsel amaçlıydı.

Çok partili hayata geçiş kararıyla birlikte önce 1945 yılında Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Bu parti çok uzun ömürlü olmadı, beklediği ilgiyi göremedi ve kısa sürede yok olup gitti. İkinci olarak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. Demokrat Parti 1946 seçimlerinde mecliste 66 koltuk kazandı ve bir sonraki seçimler için güçlü bir rakip olacağının sinyallerini verdi.

DP’nin muhalefet ettiği mecliste Halkevleri de tartışılır bir konu haline geldi. Çünkü evler zaten CHP’nin kuruluşları gibi görülüyor ve bu konuda eleştiri alıyorlardı. Gerçekten de CHP ile evler arasında güçlü bir bağ vardı, ama DP, evleri kuran gelişimi ile yakından ilgilenen organın CHP olduğu gerçeğini göz ardı ediyordu.

DP’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde meclise tamamen hâkim olmasıyla Halkevleri tartışması şiddetlenerek devam etti. Geçmişte kendisi de bir Halkevli olan, Aydın Halkevleri başkanlığını yürütmüş olan Başbakan Adnan Menderes şimdi Halkevlerinin kapatılması için uğraşıyordu.

Aslında siyaset Halkevlerine bir oyun tezgâhlıyordu.

Halkevlerinin kapanmasını öngören 5830 sayılı yasa, 8 Ağustos 1951 günü, toplam üye sayısı 468 olan Mecliste 340 evet oyu alacaktı. Ve 3 gün sonra, 11 Ağustos 1951 tarihli Resmî Gazete’ de yayınlanarak yürürlüğe giren yasa ile Halkevleri tarih oldu.

Halkevlerinin kapatanların başında hala Atatürk’ü kendisine en yakın sayan insanlar vardı. Başta Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Şevket İnce… Bu isimlerdi “Ben Atatürk’ün yakınıyım, onu çok severim” diyenler. Hayret!

Kapatılan Halkevlerinden beklenen görev cumhuriyetçilik, laiklik, demokrasi, halkçılık vb. değerleri halka kazandırması ve halk arasında yerleşmiş olan imtiyazlıkları ortadan kaldırmasıydı. Bu kültür kurumunda herkes bir şeyler öğrenecek, bir şeyler öğretecek ve bilgi alışverişinde bulunacaktı. Yani Halkevleri kültür inkılâbının alt yapısının oluşturulmasında önemli roller üstlenecekti.

Ve başkent Ankara’da filizlenen gericiler kök salmışlardı Cumhuriyete… Yıllar ilerledikçe çoğalıyorlardı. Her sınıf kendi gericisini yetiştiriyordu. Bugün olduğu gibi her yerde, alanda boy gösteriyorlardı.

GAZİANTEP SİNEMA TİYATRO DERNEĞİ’NİN İLK ETKİNLİĞİ

Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında gazete manşetlerine bir haber düşmüştü: Gaziantepli gençlerin kurduğu “Gaziantep Sinema Tiyatro Derneği”nin ilk etkinliğinde Carol Reed’in Adalar Sürgünü adlı filmi izlenecek. Kültürel bir etkinlik olduğu için gösterimden önce, valinin önerisiyle, Milli Eğitim Müdürü bir konuşma yapacaktı. Sahneye çıktı, içkiliydi:

“Sayın Vali, Sayın Vali’nin hanımı, Sayın Savcı, Sayın Savcı’nın hanımı,” diye söze başladı. Sonra, “Bunlar bir dernek kurmuşlar. Film gösterip halkın kültür düzeyini yükselteceklermiş. İnsan sinemaya niçin gider? İnsan sinemaya baldır bacak görmek için gider,” dedi, indi.

Herkes şaşkındı…

Ardından sinema sahibi Nakıp Ali (Nakipoğlu) fırladı sahneye, “Ben,” dedi, “bu bölgenin en eski sinemacısıyım. Tahsilim yok. Ama bildiğim bir şey var. İnsan sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya güzel şeyler görmek için giderler. Onlar güzel şeyler görürler. Kimileri de sinemaya baldır bacak görmeye giderler. Onlar da sadece baldır bacak görürler.”

Alkışlar arasında başladı film. (Ülkü Tamer, Yaşamak Hatırlamaktır- Anılar Kitabı, İst. 1998, s.43-44.)

27 MAYIS DEVRİMİ VE İSTANBUL RADYOSUNDA YAŞANANLAR

Demokrat Parti’nin körüklediği gericilik kendisini iktidardan uzaklaştıran harekete kadar hız kesmeden ilerledi. Güvendiğimiz orduda da meyvelerini vermeye başladı.

Öyle ki, 27 Mayıs Devrimi sevinçle karşılamış, Atatürk ilke ve devrimlerine yeniden kavuşacağımız için çok mutlu olmuştuk. Oysa askerin girdiği her kurum bu düşüncemizi yansıtmıyordu.

İlk olumsuz işaret İstanbul Radyosu’ndan geldi. Radyo’nun yönetimine getirilen Binbaşı Kenan Ersoy, bundan böyle yayınların her sabah duayla başlaması için emir vermişti. (Selahattin Küçük, Radyodaki Büyülü Ses, İst.2007, s.97) İstiklal Marşı’ndan sonra duayla yayına başlamak nasıl olacaktı acaba! Behçet Kemal Çağlar ve diğer yöneticilerin uyarı ve itirazlarına karşın Binbaşı dediğini kısa bir süre uygulattı. Milli Birlik Komitesi’nin etkisiyle olmalı, bir süre sonra yayına duayla başlamaktan vazgeçildi. 

Bu olay, dinin politikaya alet edilmesi sonucunda işlerin nerelere geldiğinin somut bir göstergesiydi. Toplumdaki çöküntünün dine sarılmakla kurtulabileceği düşüncesi öylesine işlenmişti ki, bundan Radyoevi Komutanı Binbaşı Kenan Ersoy bile etkilenmişti. Duayla başlatılacak yayınların halkı daha ahlaklı yapacağına inanmıştı Binbaşı.

MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN CENAZESİ

Radyoevi demişken…

10 Nisan 1950 günü…

Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesi için devlet töreni düzenlenecekti. Tören radyodan da verilecekti. Düşünüldüğü gibi olmadı.

Mareşal’in naaşı Beyazıt Camii’ndeki musalla taşından vatandaşın dinsel duygularını sömürerek oy avcılığına çıkmış partilerden Millet Partisi’nin militanlarınca zorla alınarak tekbirlerle götürüldü.

Daha önce Demokrat Parti’ye giren Mareşal, son günlerinde Millet Partisi’ne katılmıştı. İsmet İnönü’ye kırgınlığı nedeniyle bilinçsizce politikaya atılmış, partiler tarafından sömürülmüştü.  

1949 yılında Mareşal, komünistlerin olduğu bir bildiriye imzasını koymuş milliyetçilerin hedefi haline gelmişti. Demokrat Parti’nin Kartal İlçe Kongresi’nin düzenlendiği bir Kahve’de kolunda denizkızı dövmesi olan bir balıkçının, “Paşam, o bildiriyi nasıl imzaladınız?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı:

“Ben sizin babanız sayılırım değil mi?”

Kalabalıktan “Babamızsın” sesleri yükselmişti.

“Öyleyse bu işi bana bırakın, meraklanmayın.”

Zor durumda kalmıştı Mareşal. Cenazesinde dini politikaya alet eden yobazlar ve gözü dönmüşler, Radyo Evi’nin önünden geçerken de radyo çalışanlarını protesto ettiler. Güvenlik güçleri araya girmeseydi belki de çok kötü şeyler olacaktı. Allah korumuştu.

İşte böyle…

Selim Esen
Gercekedebiylat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler