Neden Asya Çağı - 1
Asya Çağı önerisi ise, Avrupa merkezli bir çağın bittiğine ve modernitenin niteliklerini, ideallerini çok daha ileri düzeylerde geliştiren, yetkinleştiren, Asya merkezli yeni bir çağın başladığına vurgu yaparak bu yeniçağın sanatçısını, şairini göreve çağırıyor.
Aşağıdaki makaleyi, bir grup sanaçı arkadaşla yaptığımız tartışma bağlamında yaklaşık sekiz yıl önce yazmıştım. Buradaki düşüncem ya da savım o günlere göre bugün çok daha güçlü bir biçimde kanıtlanmakta. Bir uygarlık ve kültür-sanat tartışmasına odaklanan, güncelliği, eskimenin aksine daha da artan makaleyi yeniden yayınlamanın bir ihtiyaç olduğunu düşünüyor ve yararlı buluyorum. *** Toplumcu gerçekçi sanat ve edebiyatta karşıdevrimci büyük bir kırılma ve dönüşümün gerçekleştiği 12 Eylül’den günümüze yaşanan sürecin, özellikle bu alanda kapsamlı bir değerlendirmesi henüz yapılmış değil. En azından yurtsever, Cumhuriyetçi devrimci aydın ve sanatçılar açısından. Buna bağlı olarak, yeni bir yükselişin dinamiklerinin, maddi ve manevi enerjisinin ne/neler olabileceğine ilişkin kafa yormak, tartışmak, geç bile kalınmış ama çok önemli, anlamlı bir çabadır. Üstelik bu, artık ertelenemez bir görev ve sorumluluktur. Yaşanan büyük kırılmanın, hatta çöküşün çapı ve derinliğiyle ilgili ciddi, nitelikli her çaba, bugün, sanat-edebiyat etkinliği, yapıt üretimi kadar önemlidir. Üstelik toplumsal, felsefi-düşünsel içeriği ağır basan bu çaba, gerçekçi, toplumcu sanat üretiminin, niteliksizliğin ve bayağılığın diplerinde seyreden estetik düzeyini hak ettiği zirvelere yükseltmek açısından kanımca tartışmasız bir önceliğe sahiptir. 21. yüzyılın başında, Türk sanat ve edebiyatında yaşanan derin krize son vermek, onun devrimci estetik ruhunu yakalayabilmek, temel amaç ya da yönelim olmalıdır. SANATIN UFKUNU KARARTAN AVRUPA MERKEZLİ ÇÜRÜME Avrupa merkezli kapitalist bir uygarlıktan halkçı, kamucu ve paylaşmacı Asya merkezli bir uygarlığa geçişin yaşandığının önemi pek anlaşılmadı. Bunun, bugün olmasa da yakın bir gelecekte sanat dahil her alanda gerçekleşmesinin kaçınılmazlığına, getireceği maddi ve manevi enerjiye, açacağı olağanüstü geniş ufuklara pek kafa yorulmuyor. 200 yıldır Batılılaşmanın yarattığı Tanzimatçı cendere, bilinç kuşatması ve mankurtlaştırma, sanatçının en dokunulamaz alanı olan hayal gücünün özgür alanı üzerinde bile etkisini sürdürüyor. Elbette, ekonomik-siyasal süreçlerle kültürel-sanatsal süreçler birebir, zamandaş değildir. Ama söz konusu edilen, bir uygarlığın ve bir çağın sona erişi ve yeni bir uygarlığın ve çağın yükselişidir. Özellikle 2008’deki küresel krizi ve dünya ekonomisinin ve siyasetinin merkezinin Çin’e kaydığının dünyaca kesin kabul edilmesiyle birlikte bu tartışmasız bir olgudur artık. “Asya Çağı” ya da “Avrasya Çağı” olarak kavramlaştırılan, insanlık tarihinin seyrini değiştirecek bu olağanüstü gelişme bütün yönleriyle tartışılıp değerlendirilmeden, sanat ve edebiyatın 21. yüzyılda nereye doğru gittiğine, yaşanan tıkanma, çoraklaşma, niteliksizleşme ve çürüme girdabından nasıl çıkacağına anlamlı bir yanıt verilebilir mi? Bu olguyu bütün boyutlarıyla tartışmaktan kaçınan, geçiştiren bir aydın ve sanatçı tavrı kabul edilebilir mi? İster açık, ister kapalı ve inceltilmiş biçimde olsun, ülkemizde Avrupa merkezli bakış ya da bilinç üretimiyle mandacı, ulusuna ve tarihine yabancılaşmış bir zümre oluşmuştur. Genleriyle oynanmış ve devşirilmiş liberal-postmodern bu geniş “aydın” ve “sanatçı” çevrenin baskın kültürünün, her türlü yeniliğin, yaratıcılığın öncülüğünü Batı’dan bekleyen Tanzimatçı-mandacı bir anlayış olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Basında ve yazın dünyasında 30 yıldır yaratılmış olan Avrupa merkezli bilinç kuşatması, kuşkusuz, yurtsever, onurlu gerçek sanatçıları da büyük ölçüde etkilemektedir. Bu kuşatmanın en önemli hedefi, Batı’nın çöküşü ve Doğu’nun yükselişi olgusunun, çağdaş uygarlıkta köklü bir eksen kayması ya da merkez değişimi olduğu gerçeğinin reddedilmesi, gözlerden saklanması, bilinçlerden uzak tutulmasıdır. Çünkü ekonomiden siyasete, siyasetten kültür ve sanata her boyutta büyük altüst oluşlar, muazzam sarsıntılar demektir bu. O süreç çoktan başlamıştır ve daha şaşırtıcı, sürpriz nitelikte, beklenmedik gelişmeler gündemdedir. Bu gelişme, modern çağın Batı merkezli bütün değer yargılarını, tabularını yıkacak, ezberleri bozacaktır. Kimi sanatçı dostlar, Aydınlanmacı modern sanatın Avrupa merkezci karakterini “evrensel” ve değişmez gören, Modern Çağın başlangıcı ve bitişi ile Avrupa merkezliliği örtük olarak özdeşleştiren ya da modern çağ Avrupa ile başlar Avrupa ile biter diyen bir yaklaşım içindeler. Modernitenin ve modernizmin bitmediği gerçeği öncelikle bu temele dayandırılmış oluyor. “Asya Çağı” önerisi ise, Avrupa merkezli bir çağın bittiğine ve modernitenin niteliklerini, ideallerini çok daha ileri düzeylerde geliştiren, yetkinleştiren, Asya merkezli yeni bir çağın başladığına vurgu yaparak bu yeniçağın sanatçısını, şairini göreve çağırıyor. Kritik nokta şudur: Asya Çağı sanat ve edebiyatçıları, sadece Asyalı sanatçı ve edebiyatçılar anlamına gelmiyor kuşkusuz. Nasıl Avrupa merkezli modern çağın şairi, sanatçısı denince, Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, Amerikalı olduğu fark etmeksizin, bu çağın, Aydınlanmacı bir niteliğe sahip, sanat ve kültürünü temsil edenle anlaşılıyorsa, aynı şekilde, Asya Çağı şairi, sanatçısı da, hangi coğrafyadan olduğu fark etmeksizin, söz konusu çağın niteliklerini, karakterini temsil ediyor olduğu anlaşılmalıdır. Elbette, öncelikle, Asyalı, ya da Ezilen, Gelişen Dünyanın şair ve sanatçısına vurgu yapılıyor, doğal olarak. Daha da önemlisi, Asya Çağı’nın kültürü ve sanatı/sanatçısı demek, liberal-bireyci-kapitalist Batı uygarlığının antitezini içinde taşıyan, -onun salt kaba bir karşıtı değil, onun eleştirel bir biçimde aşan- yani daha ileri, toplumcu/halkçı, paylaşmacı bir çağın kültür ve sanatı demektir. Uygarlığın, aynı niteliklerini koruyarak –örneğin kapitalizmin merkezinin Avrupa’dan ABD’ye kayması gibi- bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya kayması değildir sorun. Başka bir deyişle, kapitalizmin insanı ezen, insanı kendine ve doğaya yabancılaştıran, dolayısıyla insanın özgürleşme dinamiklerini körelten asalak, tüketici ve çürüyen niteliğine karşı daha ileri bir toplum modelidir söz konusu olan. Bütün eşitsizliklere son vermenin koşullarının oluştuğu, böylece sanatçının yaratıcı potansiyelini tam olarak geliştirip kullanabileceği bir çağ... Öncelikle bazı kavramları netleştirmek gerekiyor. Örneğin “Çağ” ve “Uygarlık” kavramları. Bunlar birbirine sıkı sıkıya bağlı kavramlar. Geçmişte “çağ”ın ne anlamda ve kapsamda kullanıldığı tartışmamız açısından o kadar önemli değil, bugünkü anlamıdır önemli olan. Bugün, “çağ” kavramını; birincisi, antik çağ, ortaçağ, modern çağ gibi, -hepsi de farklı kültür ve sanatların geliştiği dönemlerdir- insanlığın ekonomik-toplumsal-kültürel temelli büyük uygarlık aşamaları olarak kullanıyoruz. İkincisi ise, bu geniş zamanlı bölümleme içinde önemli niteliksel değişim dönemlerini vurgulamak amacıyla Rönesans çağı, Aydınlanma çağı, modern çağ, rekabetçi kapitalizm çağı, emperyalizm (tkelci kapitlizm) çağı gibi tanımlamalar yapılabiliyor. Tarihi, çeşitli uygarlıkların merkezi, başat rol oynamasına bağlı olarak, Antik Yunan Çağı, Roma Çağı, İslam Çağı olarak da betimleyebiliriz. Uygarlık da, büyük ölçüde çağ kavramına temel oluşturan, onun toplumsal, kültürel içeriğini belirleyen sınıfsal karaktere sahip bir olgu. Bütün bu çağ tanımlamalarına göre, “sanattan, edebiyattan ve kültürden söz ediyoruz; tarihsel, siyasal bir çağdan değil” görüşü anlamsız kalıyor, gerçeği yansıtmıyor. Tam aksine, “Çağ” tanımlamasında belirleyici olanın, kronolojik-tarihsel ve siyasal boyuttan çok toplumsal/sınıfsal ve kültürel (sanat-edebiyat vb) boyut olduğu kesindir. Yani, yeni/farklı bir çağ tanımının, esas olarak yeni/farklı bir uygarlık/kültür olduğu bilimsel bir gerçektir. Şimdi gelelim, Avrupa merkezli bir çağdan Asya merkezli bir çağa geçiş sorununa. Avrupa merkezli bir çağ, ya da modern Batı uygarlığı deyince, kuşkusuz, son beş yüzyılın Rönesans, Reform, Aydınlanma ve ulusal demokratik devrimlerle somutlaşan, ete-kemiğe bürünen toplumsal (sınıfsal) olarak kapitalizmin, bireyci-özel mülkiyetçi kültürün egemen olduğu bir çağ anlaşılır. Yukarıdaki “çağ” ve “uygarlık” tanımlarından anlaşılacağı gibi, hiç kuşkusuz, ne “Avrupa merkezli modern çağ”, ne de “Asya merkezli modern çağ” tanımları asla niceliksel farklılığı ifade eden coğrafi tanımlar değildir. Pazırık halısı Evet, coğrafyayla bağlantılı tarihsel birikim açısından, Asya’nın muazzam derinliği ve zenginliği yanında Avrupa’nın çok yoksul kalacağı önemli farklar vardır. Ama asıl önemlisi, ikisi arasında çok büyük toplumsal ve kültürel farkların olduğudur. Biri bireyci, aşırı kâr hırsıyla şekillenmiş, kuruluş köklerinden gelen korsan, mafyatik bir kültürün temsilcisi, bugün de mafyatik ve Yeni bir Ortaçağ’a dönüşmüştür; diğeri kamucu, halkçı ve paylaşmacı bir kültürü yükseltiyor. Nasıl ki Avrupa merkezli modern çağın sınıfsal-ideolojik bir özü varsa, o da kapitalist-bireyci bir uygarlık ve kültürse “Asya Çağı” derken de, devam eden modern çağın içinde, modern çağın değerlerini niteliksel olarak daha üst düzeyde içeren, emperyalist kapitalizme, sömürgeciliğe karşı ulusal ve emekçi sınıflara dayanan bir ideoloji ve kültürün egemen olduğu çağı anlıyoruz. “Avrupa merkezli modern çağ” ve “Asya merkezli modern çağ” dedik. Bunun fazla düşünülmeden söylenmiş “modern” takıntılı bir ifade olmadığını belirtmiş olduk. Bunlar, özellikle Fransız Devrimi’nden sonra bütün unsurlarıyla şekillenen modernitenin, ideolojik ve kültürel dinamiklerini belirleyen sınıfsal-toplumsal nitelikteki -kapitalist ve sosyalist- uygarlıkların, sistemlerin günümüzdeki aldığı biçimlerdir. Batı uygarlığı olarak yoğunlaşmış modernitenin burjuva-liberal gerici yanı, Gerici Batı, bugün, çürüme, çökme sürecine girmiştir. Devrimci Batı dediğimiz toplumcu (sosyalist) ideoloji-kültür boyutu ise, 20. yüzyılın başından itibaren Asya merkezli ezilen dünya devrimleriyle bütünleşmiş, üstelik onlara öncülük etmiştir. Bugün devrimci Batı’dan devralınan çağdaş kültür ve sanat birikimi, Asya’nın devrimci toplumsal-kültürel birikimiyle sentezlenerek büyük bir sıçramanın eşiğine gelmiştir. En başta Türkiye olmak üzere, Asya, tarihin en büyük kültür-sanat patlamasına gebedir. İşte asıl bunları görüp sezebilmek, ona uygun öncü tavır alabilmek, gerçek sanatçı ve aydına has bir özelliktir. Gerçek aydın ve sanatçı ile diğerleri arasındaki ayrımı, bugün, bu noktadaki tavır belirlemektedir. Asya Çağı’na girdiğimize ilişkin olgular o kadar çok ki, görebilene... Kritik dönemeç, 2008’da başlayan kapitalist-emperyalist sistemin krizidir. 2008’deki neoliberalizmin küresel kriziyle birlikte son büyük sıçramasını yapan, Çin’in odağında olduğu Asya merkezli uygarlık modeli, tartışmasız ve geri dönüşsüz bir biçimde ete kemiğe bürünmüş olarak ortaya çıkmıştır. Son olarak ŞİÖ’nün (Şanghay İşbirliği Örgütü) kurucusu Rus General İvaşov’un açıklaması gerçeğin bilgece vurgulanmasıdır: “Batı, tüm iyi ve kötü yönleriyle artık tarihe karışıyor. Batı artık dünyadaki sosyo-ekonomik süreçleri başlatmak konusunda liderlik edemeyecek. Doğu’nun çağı artık başlıyor.”(1) Ayrıca Marksist uygarlık bilimcisi Andre Gunder Frank, Yeniden Doğu: Asya Çağında Küresel Ekonomi başlıklı kitabıyla olayı bütün boyutlarıyla ve çok kapsamlı inceliyor. Asya Çağı’nın geri dönüşsüzlüğünü belgeleyen ABD kaynaklı yeni bir bilgiyi daha buraya eklemek gerekir. Amerikalı jeostrateji uzmanı William Engdahl, İran’ın önde gelen haber ajansı Tasnim için, Çin’in önderlik ettiği “Bir Kuşak Bir Yol” Yeni İpekyolu Projesi üzerine bir makale kaleme aldı. Makalede “Avrasyacı yaklaşımın durdurulamaz olduğunu” vurgulayan Engdahl, şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Washington’daki savaş yanlısı şahinlerin ve onların askeri endüstrisinin Suriye’de, Ukrayna’da, Libya’da ve Irak’ta yürüttükleri ahmakça savaşlar ve şimdi Çin’e karşı yürüttükleri Güney Çin Denizi Provokasyonları, bir yıldan uzun zamandır geliştirilen en etkileyici ve ekonomik açıdan dönüştürücü bu projeyi durduramayacaktır. David Rockefeller ve onun Wall Street’teki ve askeri endüstrideki dostları gibi sıkıcı yaşlı reisler topluluğunun gurur ve kibirinin altına gizlenmiş bir emperyal deneyim olan Amerikan Yüzyılı için gün batımıdır.”(1) Avrupa Çağı-Asya Çağı ayrımının gereksizliği ileri sürülürken, “dünyanın batısıyla doğusuyla, farklı çağları ve kültürleriyle, felsefe ve sanat tarihleriyle bir bütün olduğu”na vurgu yapılıyor. Bu çok genel doğrunun altını açıp bakarsak şu çıkmaz mı ortaya: Modern çağı açan kapitalist uygarlık ve onun egemen sınıfı burjuvazi, bütün dünyayı sömürgeleştirirken, bütün halkları emperyalist zincirin halkaları haline getirirken, aynı zamanda tek bir evrensel pazar, yani evrensel bir bütünlük yaratmadı mı? Bu evrensel pazarın egemen kültürü de, kuşkusuz Avrupa merkezli, yani Antik Yunan, Roma, Hıristiyan ve Yahudi kültürünün ortak biçimi, kabuğu içinde kapitalist-emperyalist Batı uygarlığı ve kültürü değil miydi? Diğer yandan, emperyalist nitelikteki evrensel Batı kültür ve sanatının karşıtı, anti-tezi olarak, ezilen ve gelişmekte olan toplumların bağrında filizlenen, Batı uzantısı değil bağımsızlıkçı, bireyci değil toplumcu ve paylaşmacı, piyasacı değil kamucu/halkçı bir kültür ve sanat gerçeği yok mu?
Özetle evrensel bir sistem ve kültür olan kapitalizm, nasıl Avrupa merkezli, onun coğrafyası ve tarihiyle sarmalanmış, biçimlenmiş ise, kapitalizmin alternatifi bütün devrimci, toplumcu dinamikleri kucaklayan paylaşmacı bir uygarlık da ilk başta Asya’nın coğrafya ve tarihiyle sarmalanmış olacak ve giderek evrenselleşecektir kuşkusuz. Daha da anlamlısı, özellikle kültür-sanat açısından önemli, bu yeni uygarlığın, Asya’nın renklerinin, geleneklerinin, törelerinin, mitolojilerinin, efsanelerinin, din ve inançlarının, ritüellerinin insan ilişki biçimlerinin; dünyaya bakış, algılayış tarzlarının, insanı ve dünyayı yeniden yaratma anlamında çeşitli sanatsal üsluplarının izlerini taşıması da o kadar doğaldır. Dünya hiçbir zaman, M. Hardt - A. Negri’lerin postmodern-anarşist teorilerini içeren İmparatorluk’ta yazdıkları gibi, emperyalizm gerçeğini gizlemeyi görev edinmiş merkezsiz bir dünya olmadı. Bütün bu “Marksizm sonrası” ultra “komünist” küreselci teorilerin arkasında tek kutuplu Atlantik merkezi tapıncı vardır. Avrupa merkezli Batı uygarlığı evrensel bir niteliğe sahipti; ve bu batısıyla doğusuyla, farklı etnik ve ulusal kültürleriyle Avrupa merkezli bir bütünlüğü ifade ediyordu. Bugün ise aynı evrensel bütünlük, Asya merkezli bir bütünlüğe dönüşmüştür. Sanatçı da hiç kuşkusuz, ulusal kimliksiz kozmopolit, merkezsiz bir dünyanın sanatçısı değildir, olmayacaktır. Aslında Asya deyince, öncelikle insanlığın derin kültürel birikimi akla gelir. Bu birikim bugüne kadar sadece bir birikim olarak kalmadı. Öncelikle, Goethe başta olmak üzere, yarattıkları büyük eserlerinde Asya’nın kültür ve sanat birikiminden fazlasıyla yararlandılar. 19. yüzyıldan beri çoktan, emperyalist bireyci Batı kültürüne karşı, Asya’nın sanatçıları, Romancıları, şairleri, müzikçileri, ressamları olarak büyük eserler verdiler, veriyorlar. 100 yıl, 200 yıl öncesinin kayıtlarına şöye bir bakarsak Puşkin'den Nazım'a büyük şair ve sanatçıların Batı küstahlığına karşı savaş naralarını duyarız: “Ilımlılık artık uygun değil / Vahşi bir İskit gibi içmek istiyorum” diyen Puşkin; Avrupalılara karşı kendini “Gerçek bir İskitli, bu eski dünya kendi kendisini yok ederken keyifle izliyorum…” diyen Herzen; Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Cengiz Aytmatov, Mihail Şolohov; müzikte Rus Beşleri: Borodin, Balagirev, Rimski-Korsakov ve Rahmaninov; ressam Kandinski; yine “Siz milyonlarsınız biz kıyamet kadar / Deneyin savaşmayı bizle! / İskitleriz! Serde Asyalılık var / Bu çekik ve bu aç gözlerimizle!” diyen “İskitli Şairler”in öncüsü Aleksandr Blok; “Ben Türk şairi”, “Dört nala gelip uzak Asya’dan” diyen, Türklüğü ve Asyalılığı ile övünen Nazım Hikmet, 20 yüzyılın şafağında başlayan “Asya Çağı”nın öncüleri değil miydi? (2) Bütün bunlar tartışılmaz bir gerçek iken, dünya kültürü bütünlüğünü ileri sürerek, birbirine karşıt sınıfların ve uygarlıkların değerlerini, kültür ve sanatını gözardı etmenin ve ayrı bir Asya Çağı sanatı ve kültürü “gereksiz, zorlama” demenin anlamı ne olabilir? Bunun bana göre iki anlamı var: Birincisi; ekonomik ve siyasal olarak bir Asya Çağı ya da Asya merkezli bir dünya kabul edilmekle birlikte, kültür ve sanatın bundan etkilenmeyeceğini, bağımsız olduğunu düşünmektir. Bu yaklaşım, eğer bir dil sürçmesi değilse, aslında, Batı merkezli liberal-postmodern sanat anlayışına da temel oluşturan, sanatın amaçsızlığını ve anlamsızlığını, toplumsal, tarihsel herhangi bir bağlamı olmadığını ileri süren teorilerle koşutluk gösterir. Ve modern çağın hiçbir estetik teorisiyle açıklanamaz ve savunulamaz bu. Dunhuang mağaraları Siyaset ve ekonomiden, ya da hayatın maddi üretiminden, üretilen malların paylaşımından ve mülkiyet ilişkilerinden, yani toplumsal hayatın köklü değişiminden bağımsız –elbette 5-10 yıllık ya da 20 yıllık bir zaman farkını tartışmıyoruz, bir çağı tartışıyoruz- bir kültür ve sanatı düşünmek demektir. Bu mümkün mü? Aksi halde, sanattan her türlü toplumsal, insani amacı, toplumsal bir varlık olarak insan gerçeğini dışlayan, emperyalizmin hizmetindeki “sanat sanat içindir” anlayışını ve bunun son biçimi postmodernizmin özünde sanatı reddeden düşünce ve pratiğini onaylamış olmaz mıyız? İkincisi ise bilgide, teknikte vb. Batı’nın yarattığı niceliksel -büyük ölçüde çürümüş, ölü- yığınağın ve medya üzerinden her gün pompalanan teknoloji ve tüketim tapıncının gözleri kör etmesi ve Batı’yı mutlaklaştıran bir bağımlılık yaratmasıdır. İki şey birbiri ile karıştırılmakta. Batı bilimsel ve estetik bilgi, teknik olanaklar, kazanılmış sanatsal özgürlük ortamı, deneyim birikim açısından görünüşte hâlâ ileri. Oysa bütün bunlar, çürüyen ve çöken uygarlıkların hepsinde görülen “altın vuruş” parıltısı ve canlılığına benzer bir cazibeye sahiptir. İşte bu noktada, aydın ve sanatçı için marifet, görünüşte çok görkemli, yenilmezlik yanılgısı yaratan eski ve çökmekte olanla, görünüşte çok zayıf, cılız, gösterişsiz, göz doldurmayan ama derinlerde büyük bir devrimci enerji taşıyan yeni arasındaki diyalektik gerilimi görebilmektir. Yeniyi, özgünlüğü temsil eden bütün büyük atılımlar, başlangıçta geri ve cılız olanın, geriden gelenin, yoksunluğun, sıkıntının, çilenin, ama en önemlisi köklü değişim, devrim talebinin, büyük yaratıcı enerjinin var olduğu daha geri toplumlardan gelmiştir. Sanat, doğası gereği öncüdür, devrimcidir; onun sanat/sanatçı olmaya yakışan görevi, kimsenin göremediği bu yeni gelişmeyi görmek, sezmektir; onun öncü unsurlarını, sanatsal yaratıcılığıyla ortaya çıkarabilmektir. Neden Batı çöküyor, Doğu yükseliyor? Sanatın, yaratıcılığın dinamiklerinin neden Doğu’ya kaydığını bir kez daha derli toplu ifade edersek şu saptamaları yapabiliriz: 1. Öncelikle, neden Avrupa’da sanatta yeni bir yaratıcı atılımın, “Yeni bir katetral yaratma”nın ve özgünlüğün artık mümkün olmadığının açıklanması önemli. Artık biliyoruz ki Batı, bir toplumsal sistem ve uygarlık olarak, bağrından yeni bir toplumsal sistemi/uygarlığı yaratacak toplumsal-sınıfsal ve kültürel dinamikleri ve enerjiyi tüketmiş ve çöküş sürecine girmiştir. Ve Yeni bir Ortaçağa dönüş yaşarken, 40 yıldır bu çürüme ve çöküşün düşünce biçimi postmodernizm bayrağı altında, Aydınlanmanın-modernitenin, estetiğin, sanatın sonunu ilan eden gerici teoriler üretti ve bunları dünyaya pompaladı. Bunlar günümüzde, “post sanat”, “pop-sanat”, “enstelasyon”, “performasyon”, “kavramsal sanat”, “güncel sanat” gibi uyduruk sanat olmayan “sanat etkinlikleri” ile insanlara yutturulmaya çalışıldı. Üstelik “ütopya”nın tam karşıtı “disütopya” teorileri ve sanat etkinlikleriyle bunun felsefesi yapıldı. Böylece, daha güzel bir gelecek hayali, umudu ve kurgusunun yerine, sıradanlık ve bayağılığın da gerisinde, daha altında, geleceksizliğin, çöküşün, dağılmanın, umutsuzluğun olağan, meşru bir yaşam ve düşünce biçimi olduğu savunulur estetize edilir oldu. Sonuçta, Batı merkezli dünyada insanlık bir çeşit kültürel hormonlanma, kültürel zehirlenme ya da çok daha geniş ve derin anlamda bir kültürel entropi yaşıyor. 2. Şu son 50 yıllık deneyimlerden çıkarılabilecek önemli bir sonuç: Batı’da, Batılı aydında bugün haksız düzeni, büyük adaletsizlikleri, eşitsizlikleri değiştirip, yeni bir toplum, yeni bir insan, yeni bir hayat ve bunun sanat ve kültürünü yaratmanın toplumsal, düşünsel bir enerjisi neredeyse kalmamıştır. Mevcut “kültür ve sanat”, tamamen yalnızlaşmış birey merkezli, toplumdan kaçışın ve insani değerlere yabancılaşmanın, bayağılaşmanın, soysuzlaşmanın ve tüketim manyaklığının kültür ve sanatıdır. Bu nedenle, postmodernizm, kesinlikle konjonktürel, gelip geçici bir olay değildir; kapitalist uygarlığın yapısal çürümüşlüğünün felsefesi, “estetik” ve davranış biçimidir. Batı’nın kendini değiştirme, yenileme, çürüme ve zehirlenmeyi aşarak sanatta yeni bir atılım yapma enerjisi kalmadığı için, postmodern kültür çok daha katmerlenmiş olarak bu mafyalaşmış ve ortaçağlaşmış toplumun hücrelerine kadar yayılmış, yerleşmiştir. Yeni Ortaçağın sanat ve edebiyatı da, Valter Benjamin’in ifadesiyle aynen faşizmin estetize edilmesi gibi, toplumsal gerçekliğe, kendine yabancılaştırılmış ve budalalaştırılmış tüketici “özgür” bireyin merkezinde olduğu sistemin estetize edilmesinden ibarettir.(3) 3. Bir uygarlık çökerken insanlığın evrensel düşünce ve kültür birikimi, bir biçimde, ondan daha ileri dinamikleri bağrında taşıyan başka bir coğrafyadaki uygarlık merkezi onun yerine geçer. Bir bitki tohumu nasıl yeşereceği bir toprağı ve tavı arar ya da beklerse, sanat da aynı şeyi yaşar. Örneğin, Yunan çökerken Roma, Roma çökerken İslam, İslam çökerken Modern Avrupa, çökenin mirasını devralarak evrensel uygarlığı, insanlığın evrensel düşünce ve sanat birikimini devralarak geliştirmişlerdir. Ya da böyle bir alternatif yoksa bu en ileri uygarlığın temsil ettiği birikimin, kendi içinden veya başka bir coğrafyadan onu devralacak dinamikler çıkana kadar, yeşermeyen tohumların belli bir süre sonra çürüyüp gitmesi gibi, bir kısmı yok olup gidecektir. Bu durum, insanlığın genel gelişim sürecinde geriye gidişleri, yani zikzakları da bir anlamda açıklar. Burada, bir uygarlığın çöküş, bir başka uygarlığın yükseliş dinamikleri ve göstergelerine ilişkin, daha genel ve teorik bir yaklaşım olarak tarihçi Gumilev’in düşüncelerinden söz etmek yararlı olacak. Avrupa merkezcilik karşıtı ve Avrasyacı tarihçiliğin önde gelen temsilcilerinden Gumilev’in Halkların Şekillenişi Yükselişi ve Düşüşü adlı kitabındaki anahtar kavram “Passionerlik”tir. “Passioner”in Türkçede karşılığı, güçlü duygulara sahip, tutkulu, bütün benliğiyle kendini bir davaya adayan, aşık, deli, özverili insan anlamına gelmektedir. Bunun karşıtı ise, çıkarcı, umursamaz, kaygısız, bencil, soysuzlaşmış, sapkınlaşmış, hedonist, gününü gün eden insan tipidir. Özverili, toplumcu, paylaşmacı karakterin Asya’da (Ezilen, Gelişen dünyada), konformizmin ve çürümenin insan tipinin de Batı’da egemen kişilik olduğunu biliyoruz. Gumilev, etnosların (halk, millet), süper etnosların (birçok etnostan oluşan uygarlık vb) yükselişinde, passioner unsurun baskın ve belirleyici olduğunu, uygarlıkların çöküşünde ise, karşıt unsurun öne çıktığını vurgular. Bugün, birincisinin Asya’yı ve genel olarak ezilen ve gelişen dünyayı, ikincisinin ise Avrupa ve ABD’yi tarif ettiği açıktır.(4) 4. Asya Çağı olarak tanımladığımız yeni uygarlık seçeneği, 21. yüzyılın başından beri, ulusal demokratik devrimler ve sosyalizme geçme deneyleri ile en başta insanlığın özgürlük eşitlik ve kardeşlik taleplerini karşılayan bir programa, projeye ve kültürel birikime sahiptir. Daha önemlisi ise, bütün büyük uygarlık atılımlarında, sürecin içinde geliştiği coğrafyanın tarihsel birikimi hayati önem taşır. Asya ise, zaten uygarlıkların doğuş mekanıdır, beşiğidir; insanlığın en zengin, en derin, en katmanlı ve karmaşık kültür ve sanat birikiminin, uygarlıkların doğuş mitolojilerinin, efsanelerinin, destanlarının yatağıdır. 5. Batı’nın en görkemli en tartışılmaz ve yenilmez dönemlerinde bile Asya uygarlığı, yenilmişliği, suskunluğu, mazlumluğu ve kırılmış kanatlarına rağmen zaten vardı ve direniyordu. Çok özel tarihi koşullarda Batı’da gelişen bilim ve akılcılık Asya’nın bir dönem için elinden kaçırdığı, tarihsel diyalektiğin bir cilvesidir. Bu nedenle Asya uygarlığı ya da Asya çağı bugün, insanlık açısından Batı’dakinden çok daha büyük ve evrensel bir özgürlük ve eşitlik atılımıdır ve alanıdır. Sanat ve edebiyatın bu büyük atılımda tahmin edilenin çok ötesinde bir gelişip serpilme yaşayacağı da kesindir. 6. Yeni bir uygarlık ve yeni bir çağın müjdecisi olarak Asya, Avrasya ya da Doğu’nun devrimci atılımı, aslında, 20 yüzyılın başlarında gündeme gelmiştir. Yüz yıllık antiemperyalist, halkçı, laik, aydınlanmacı deneyim ve birikimin ardından bu yeni atılım, büyük bir enerjiye ve denenmiş, mayalanmış toplumcu, hümanist olgunluğa ve özgüvene sahiptir. DİPNOTLAR (1) Aydınlık, 17 Kasım 2016. (2) Daha ayrıntılı bilgi için bkz: Mehmet Ulusoy, “’Nataşa’nın Dansı’ndaki Turan Motifleri ve Avrasya Kültürü”, Teori, Mayıs 2016, sayı: 316. (3) Bunun için bkz: Mehmet Ulusoy, “Yeni Ortaçağ’ın İdeolojisi ve İlerici-Gerici Saflaşması”, Teori dergisi, Eylül 2014, sayı: 296; Mehmet Ulusoy, “Tüketim Toplumunda Cinselliği Tüketmek ve Eşcinsellik”, Teori, Aralık 2015, sayı: 311. (4) Bkz: L. N. Gumilev, Halkların Şekillenişi ve Yükselişi ve Düşüşü, Selenge Yayınları, İstanbul, 2003, s. 455. Mehmet UlusoyAYIRDEDİCİ OLAN ŞEY, COĞRAFİ FARKLILIK DEĞİL, DAHA İLERİ BİR UYGARLIĞIN KURUCU DİNAMİKLERİDİR
YENİ BİR UYGARLIK YENİ BİR ÇAĞ VE ASYA ÇAĞI
BATI’NIN AYDINLANMACI, DEVRİMCİ BİRİKİMİ NEDEN ASYA’YA KAYDI
AVRUPA ÇAĞI BÜTÜNLÜĞÜNDEN ASYA ÇAĞI BÜTÜNLÜĞÜNE
ÇÖKEN BATI ve YÜKSELEN DOĞU DİYALEKTİĞİ
BATI MERKEZLİ YENİ ORTAÇAĞIN DEKADAN (ÇÖKÜŞ) KÜLTÜRÜ
Gercekedebiyat.com