selim-esen-goztepe-900-ge-1632024103125.jpg


 Dövme çivilerin, iri kara başları ile süslü bir kapı...

Bitişikte Vali Konağı, az ileride vapur İskelesi...

Burası İzmir Göztepe’de 900 numaralı ev.

Geniş saçaklı, girişin sağ tarafında kuzuluk vardı. Onun yanındaki kapıdan içeriye girince; bahçe malzemelerinin depolandığı, alet edevatın konulduğu kulübemsi yerden az ilerdeki geniş giriş kapısının önünde sıralanan onlarca fesleğen saksıları dikkat çekerdi. Kapıdan girince aralık denen yerde karşılıklı iki sedir, ot minderler, üzerinde ince kilimler seriliydi. Ocağın yan tarafında asılı gaz lambası buraları aydınlatırdı. Bahçıvanımız Halim Efendi’nin de dünyası burasıydı. Halim Efendi her akşamüstü gelir, bahçeyi sular, sebze meyve ’ye göz atar, sonra da ‘Vali Konağı’na geçerdi. Konakla evimizi ayıran duvar, İzmir sarmaşığı diye ünlenen Selluka diye adlandırılan çiçeklerle bezeliydi. Konak geniş bir alana yayılmıştı. Bahçeyi sulamak, bitkilerle uğraşmak çok zamanını alırdı Halim Efendi’nin. Sokak kapısı geniş taşlık bir avluya açılırdı. Avlunun ortasındaki kuyudan tulumbayla su çekilir bahçe sulanır, kediye köpeğe, tavuklara su verilirdi. Bölüm bölüm ayrılan tahıl ambarlarının içinde, Buğday, yulaf, burçak, mısır, bakla, nohut vd. yiyecekler korunurdu…

Tavukların kümesleri ise ambarların bitişiğindeydi. Rüyalarında yem yediklerini görürlerdi belki de. Zavallı tavuklar, özel günlerde kesilirdi. Aslında çoğu yumurta tavuğuydu.

Evin yola bakan kilerinin yanında yani ‘Küp Damı’nda daha çok, turşu, pekmez, reçel, sirke küpleri, duvarlarda sıra sıra asılı soğan, sarımsak, biber, bamya, oyulmuş/kurutulmuş patlıcanlar kışa hazırlıklardı. Kuru nane, kekik, maydanoz ve egeye özgü yeşil bitki demetleri her derde deva misali öylece dururdu. Öte yanında bulgur, pirinç, un, kuru fasulye, nohut çuvalları, tarhana, kuskus torbaları ve kapı girişinde tuz, şeker balyaları dolu dolu dururdu…

Okullar tatile girdiğinde ailecek Ankara’dan İzmir’e gitmemiz bir alışkanlıktı. Kimi zaman trenle kimi zaman otobüsle yola çıkardık. On iki saat sürerdi yolculuğumuz. Trenle geldiğimizde babaannem “Güzel miydi tren yolculuğu oğlum” deyince surat asar “yol çok uzun, sıkıldım” derdim. Babaannem: “Bak oğlum, çakıl taşıyacak kamyon bile yokken, çekiçle taş kırarak döşendi o tren yolunun rayları” demişti. “Yoksul, yorgun Cumhuriyet, yalnız çekiçle taş mı kırdı, salgınlarla da savaştı. Trahom, sıtma ve tüberküloz başımızın belasıydı. Üç beyazlar bulunmazdı. Un, tuz, şeker, ara ki bulasın!.. Aslında dört beyaz demek lazım. Amerikalının yolladığı beyaz beze Amerikan bezi derdik. Şeker dedim ya ‘kelle şeker’ derdik ona. Rusya’dan gelirdi. Tuzu çekiçle kırardık. Kolay mı geldik bu günlere oğlum!” diye eklerdi.

Babaannemle beraber yaşayan babamın “dayı” bizlerinse “dede” dediğimiz Nuri Fettah Bey avukattı. İzmir Barosu’nun başkanıydı.

Göztepe’deki yalı evinin caddeye bakan balkonu camlıydı, üç yöne bakardı. Tramvay geçtiğinde sarsılırdı balkon. Denizin önündeki çıkıntıya “banyo” denirdi. Üzerinden olta atılır, içeriden merdivenle denize inilirdi.

Yemekleri Emin Efendi yapardı. Daha önceleri yataklı vagonlarda aşçılık yapmıştı. Dedem kadar iri gövdesiyle kan ter içinde yemek hazırlardı. Her ikisi de boğazlarına düşkündü. Emin Efendi’nin eşi ve yetişkin kızı da ev işlerine bakardı. Dedemi evden işe, işten eve Adnan adlı şoför götürür getirirdi. 1950 model Ford marka taksisi vardı.

Babaannem beyaz giysileri ve beyaz başörtüsüyle günün büyük bölümünü oturma odasında geçirirdi. Namaz kılmadığı zamanların dışında ut çalar şarkı söylerdi. Konuklar olduğun-da çalmazdı; biz torunlarına da çalmazdı nedense. Namaz kılıp ut çaldığı oda onun barınağı gibiydi. Odadan çıktığında bıraktığı boşluk kaybolmazdı. Ağırbaşlı, dindar bir sükût hâkim olurdu Göztepe 900’e...

İnançlı bir kadındı babaannem. Namazını kılar, 99’luk tespihini sabırla çekerdi. Bir gün bana kalbimi temizlemenin yöntemini anlatmıştı: Kimsenin giremeyeceği bir odada bağdaş kurup oturmalı, önce başımı sağ yana çevirip “la ilahe” ardından başımı sola yani kalbimden yana çevirip “illallah” demeliydim. Buna bir tür zikir denirmiş. Eğer boş bir odada bu hareketi bin kere yineleyebilirsem hem kalbim temizlenir hem de kendimi boşlukta bulur, yani oturduğum yerden yükselmeye başlardım. Öyle düşünürdü babaannem. Doğaya düşkündü. Kimi günler tan yeri daha oluşmadan yüzünü güneşe dönen yaseminleri itina ile toplar, çam ağacının iğne yapraklarına sabırla dizer, yemek masası üzerindeki derin çanağın içinde beğenimize sunardı.

Temmuz ortaları geldiğinde her şeyin gölgesi üç kat serilirdi yere… Yine de yaprak kımıldamazdı. Avludaki yaşlı kiraz ağacının altında bulunan tulumbanın başında yarı çıplak serinlemeye çalışırdık. Evin kedisi “Kehribar” uzantısındaki kısa tahta yalağa soğusun diye konulan karpuzu gelir gider tekmelerlerdi.

Ara sıra klakson, tramvayın ya da faytonun çan sesi duyulurdu bahçeden… Aldırmazdı Emin Efendi. Önce yalazlı bir ateş yakardı mutfağın bahçeye açılan kapısının yanındaki ocak-ta. Ateş közlenip küllenince kızgın külleri yığardı üstüne. Sonra sacı çeker, içinde kabarmış hamur dolu çerepene adı verilen topraktan yapılmış çanağı kordu sacayağının üstüne ve kapar-dı kızgın küllü sacı. Bir süre sonra kaldırırdı sacı ve devirirdi çerepene’yi ekmek bezinin üzerine. Bir karış kabarmış, pamuk gibi koca bir ekmek çıkardı ortaya… Emin Efendi börekleri, tatlıları, kapamaları da mutfaktaki ocakta yapardı. Büyükçe sayılırdı mutfak, ayrı bulaşık yı-kama yeri, raflarda tavana kadar büyüklü küçüklü siniler, tencereler, tavalar, sahanlar, tabaklar dizi diziydi.

Mutfağın bitişiği yemek odasına açılırdı. Uzun masa on kişilikti. Dedem hep masanın başına otururdu. Babamı, eğer İzmir’deyse karşısına alırdı. Bizler, karşılıklı otururduk. Mutfağa yakın olan sandalye babaanneme aitti.

Kurban Bayramı öncesinde iri bir koç alınır, bahçenin çimenlerinde beslenirdi. Kesimi bayram sabahı Emin Efendi yapardı. Hayvanın derisi yoldan geçen Hava Kurumu’nun kamyonuna saklanırdı. Etler yerine göre ayrılır, bir bölümü yoldan geçen bohçacıya, falcıya, ihtiyacı olana verilirdi. Bağırsaklar atılmazdı. Bayramın ikinci günü temizlenir bumbar doldurulurdu. Kurban eti dinlendirilir üçüncü gün yemek yapılırdı.

Dedem bekârdı, Hiç evlenmemişti. Ev’den işe, iş’den ev’e… Önceleri Konak’ta Emrehan’da olan bürosunu daha sonra Akgerman Han’a taşımıştı. 1. Katta Rasim Atalay’la birlikte çalışırdı. İş Bankası’nın da avukatıydı dedem. Banka’da memur olarak çalışan Dario Moreno işinden memnun olmadığını söyleyince onu yanına almıştı. Büronun kâtipliği görevini üstlenmişti Dario. Öğle yemeği için eve gelirdi dedem. Sofraya çoğu zaman şoför Adnan ve Dario ile beraber otururdu. Yemek sonrası kısa bir süre istirahat ederdi. Odası üst katta denizi gören taraftaydı. Orta yerde kıvrılan merdiven sahanlığında 8 numara bir gaz lambası vardı. Elektrik kesintilerinde kullanılırdı. Odasının üç duvarı kitap raflarıyla doluydu. Sürekli okurdu dedem. Keyifli olduğunda şarkı söyler, yüzlerce şiiri ezbere okurdu. Sesi güzeldi. Dario sonradan ülke çapında ünlenecek, gençlerin yüreklerinde yerini alacaktı.

Ses Sineması - İzmir

Göztepe vapur iskelesi bir panayır yerini andırırdı. İzmir’e özgü ne kadar yiyecek varsa burada yer alırdı. Şehrin damak tadıyla özdeşleşen lezzetleri; Boyoz, Kumru, Midye Dolma, bin bir çeşit meze, turşu ve turşu suyu ile Lokma müşteri beklerdi…

Günün her saatinde kalabalık olurdu Göztepe vapur iskelesi. Balık tutanlar da iskelenin vazgeçilmezleriydi. Kalabalık benim olta atmama izin vermezdi. Ben, Emin Efendi’nin hamurdan yaptığı yemleri kancaya takar, Banyo’dan denize salardım. Kimi kez “yemi yemişlerdir” diye oltayı umutsuzlukla çeker kimi zaman da ancak bir kaya balığı yakalamış olduğumu görürdüm. Eh, o zaman eve dönüşüm görülmeye değerdi. Kamışı omzuma, yalın bir kılıç gibi alır, zafer sonrası kente giren komutanın, aşırı gururuyla sarmaş dolaş olan küçücük göğsüm şişerdi. Ben önde, yanımda “Kehribar” ve sol elimde tuttuğum balıkla babaannemin karşısına dikilir, “bak!” derdim. Ses vermez “aferin” dercesine gülümserdi.

Konak-Göztepe arası tramvay yolculuğu yaklaşık yarım saat sürerdi. Tramvay seslerini yadırgamıyorsam İzmir’e trenle yaptığım yolculuktan olan alışkanlığımdandı. Güzelyalı son duraktı. Sahil Sineması ile de anılırdı. Evimize yakın Faik Bey durağında ise, Gözümoğlu Açıkhava sineması vardı.

İzmir, 1960’lı yıllarda yazlık sinema cennetiydi. Her semtte açık hava sinemalarına rastlamak mümkündü. Şehrin ılıman iklime sahip olması ve yaz aylarının uzun sürmesi, yazlık si-nemalara ilgiyi arttırırdı. Sadık Bey Sineması da evimize yakındı. Sık sık yeni filmler oynatmasıyla tanınırdı. Konağa doğru, Karantina semtinde ise, İzmir’in en büyük yazlık sineması Venüs vardı. Özel bir sinemaydı. Günlük kıyafetlerle gidilmezdi. Galaların sık yapıldığı bir sinemaydı. Aynı zamanda İzmir’deki ilk amfi-tiyatro sinemasıydı. Burada konserler verilir, tiyatro oyunları sahnelerlerdi.

Babaannemin ölümünden sonra dedemin taşındığı Alsancak 1381 Sokağa yakın İkinci Kordon’da Ses Sineması vardı. NATO binasının tam arkasında yer alan bu sinema da İzmir’in ünlü sinemalarından biriydi. 1966 yılında yıkıldı, yerine Ses Apartmanı inşa edildi.

Babaannem ve dedem sinema meraklısı değillerdi. Sinemaya gittiklerine hiç tanık olmamıştık. Her ikisi de akşam yemeğinden sonra kahvelerini yudumlar, biraz sohbet ettikten sonra odalarına çekilirlerdi.

Göztepe nasıl Susuzdede Parkı’nın göz şeklinde olması nedeniyle bu ismi almışsa; bir ucunda Hocazade Camisi, diğer ucunda boynu bükük Domeniken Kilisesi ile Alsancak da inancın, dinlerin ve sevginin kardeşliği ile sessiz insanın tanıklığını yapan bir semtti.

1956’da babaannemi, 1964’de de dedemi sonsuzluğa uğurladık.

Göztepe 900 numara anılarımın çengelinde tek başına durur…

Selim Esen
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler