Son Dakika

gerceklik-uzerine-243399.webp


“…Tanrı ve tanrıçalar, baş Tanrı Enlil’den kendilerine hizmet edebilecek bir yardımcı isterler.  Enlil’in söz konusu talebi onaylamasıyla birlikte, bilgelik tanrısı Nimmah ana tanrıça İnanna’ya gider, ona adına insan denilecek canlıyı yaratmasını söyler… Bir zaman sonra İnanna, çamurdan insanı yaratır ve onu güvenlik, korunma, esenlik ve düzenin kendileri tarafından karşılanması vaadiyle tanrıların hizmetine sunar…”

Yukarıdaki metin, Sümer uygarlığının çeşitli efsane ve yaratılış öykülerinden bir araya getirdiğim özet bilgidir ve vahim olanı o günden bu yana aynı özet önemli bir değişim göstermeden devam ediyor… Sadece tanrıların yerleri, dönemleri ve isimleri değişti.

İnsan ise insani ilişkilerle uğraşmayı bir yana bırakarak, kendi gerçekliğini kaybetmiş halde, kusursuz bir devamlılıkla hizmet ediyor hala.

Bu sarmal ve uydurma yapı kendiliğinden oluşmadı elbette. Masallar, kurallar, yasa ve yaptırımlar nedensiz ortaya çıkmadı… 

Din ve mülkiyetin başlangıcıyla birlikte, insan önce boş ve zararlı eylemlere bıraktı kendini… Daha çok yalan, daha çok kurgu, daha çok bilinmeyen ve görünmeyen, doğada karşılığı olmayan gerçekdışı pek çok şeyi  -din, inanç, gelenek, etnisite, kavim, ahlak-  ve türevlerini yaratarak inandı ve en kötüsü yarattıklarına köle oldu…

Çok daha kötüsü ise hilekâr, kurnaz düşünceleri aracılığıyla gerçekliğin üstünü örten baş tanrı Enlil ve benzerleri ortaya çıkarak,  kendi uydurmalarını insana gerçeklik diye sundular; onu otorite ve yasakların gücüyle, gerçek olanı kavramaktan uzaklaştırıldılar…

Gerçek olmayan insanı daha çok heyecanlandırdı, daha çok coşturdu, çünkü gerçekle kıyaslandığında gerçek olmayana inanmak daha kolay geldi… Renkleri çarpıttı, ak olanı kara, kara olanı ak görmeye başladı ve yanlışı destekleyecek sayısız fantezi üretti…

Ve bu şekilde gerçeklik algısını yitirdi.

Gerçeklik algısı bir kere bozulmaya başlayınca hemen hemen her birey tıpkı bir şizofreni gibi hezeyanları gerçek, yaşanmamışı yaşanmış, olmayanı olmuş sanır… Ya da pasif şekilde davranışlar geliştirerek,  “O her şeyi bilendir… mutlak olan odur… Sen daha mı iyi bileceksin…” gibi bilgi ve kavrayışın ötesinde savlar geliştirir ve bu tür yanılsamalara tutsak düşmüş birini edindiği saplantılardan kurtarmak pek kolay olmuyor…

Çünkü anlama ve keşfetme algısı bozulmuştur. Farklı örüntüler, tuhaf ve anlamsız sanrılar onu hapsetmiştir… Bu uyku ile uyanıklık arasında olmak gibidir…  İşte sahte gerçeklikler tam da bu noktada başlar ve kişi bilinçli seçimde bulunamaz… (Sahte gerçekliği günümüzde görsel, kurgusal, yanıltma ve yanılsama yöntemleriyle en iyi şekilde politikacılar, din adamları, cinci üfürükçü hocalar, tacirler, reklam, para ve tüketimi kamçılayan sermaye ve talancı grupları uygular.)

Bunlar öylesine inandırıcı sahte gerçeklikler üretirler ki biz sıradan insanlar, yanlış hesap hatalarımızla sadece onların yarattığı sert kayalara çarpmaktan başka bir şey yapamıyoruz.

Hepsi birer sihirbaz çabukluğuyla bakışlarımızı ve kavrayışımızı yanıltarak, bizi oluşturdukları sahte dünyalara çekebiliyorlar.

Peki bu durum kendi başarısızlığımız mı?

Görmek beceri gerektirir… Gözlerimizi dikip bakmak, gerçeği görmek anlamına gelmez çok defa. Esas olan ayırt etmek, farkına varmaktır.

Doğada yüzlerce yol, yüzlerce renk vardır… Bütün renkleri tek olarak görmek zorunda bırakılmışsak eğer, becerimizi sorgulamamız gerekiyor ve bu zahmetsiz bir iştir.

Bütün yapmamız gereken, akıl yürütme sistemimizi doğayla uyumlu halde çalıştırmaktır… Çünkü gerçeklik doğadan gelen veri akışlarıyla oluşur ve biz de doğaya bağımlıyız, onun parçasıyız…

Üzerinde yürüdüğümüz yollar, yaşamla başlayıp ölümle biten şeyler, enerji ve madde, ses, ışık, koku, renk, tat, rüzgârın tenimizi yalaması, annemizin sevgi dolu bakışları gerçektir…

Yaşam gerçektir ve birilerinin istek, irade ve keyfinden bağımsız olarak vardır.  

Haydar Uzunyayla
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM