haydar-uzunyayla-yeni-kap-30042025201851.jpg


Nisan ayında meydana gelen 6.2 büyüklüğünde İstanbul depremi sonrasında, sosyal medyada sistematik ve çoklu şekilde şöyle bir paylaşım dolaşıyordu: “Allah beterinden korusun! 23 Nisan’da küçük kız çocuklarımız çırılçıplak kutlamalar yaparsa, daha çok deprem olur.”

Bu sözleri söylemek için nasıl bir akla sahip olmak gerekiyor?

Aptallık desek mi?  Kesinlikle hayır…  Bu ne aptallıktır ne Tanrı’ya saygı ne de hizmettir. Bu sözleri edene, dindarlık veya Tanrı’ya kulluk görevlerini yerine getiren biri gözüyle bakamayız.

Bu düpedüz hezeyan halidir… Veya bir olayı, bir oluşu kasıtlı şekilde kendi yararına dönüştürme hali… Fırsatçılık, oportünizm, ki halihazırda politikacıları, papazları, tacirleri bu durumun başrol oyuncuları olarak sayabiliriz. 

Paylaşımı yapan adam da böyle bir rol üstlenmiş gibi görünüyor ve kendi abur cubur hezeyanlarına ya da oyununa ortak aramaktadır… Ve Tanrıya başvuruyor...

Her sözünde, her niyetinde onun adını anıyor, çünkü şeylerin özü ve nitelikleri hakkında akledilir açıklamalar yapmak işine gelmiyor. Yanlışı doğruya, aldatmayı aldanmaya tercih ederek yanılsama yaratıyor.

Amacına kolayca ulaşabilmek için inanç pazarlıyor. Tanrı ve peygamberleri de bu uğurda yolunun üzerinde bir yere yerleştirerek, güç ve çıkar devşiriyor…

Bütün sorunun çıplak kutlamalar yapan kız çocuklarından kaynaklandığını temellendiriyor ve insanları, kafasındaki “şablon mesaja” inanmaya davet ediyor.

Olması gerekenin kendi yolu olduğunu iddia etmek gibi, tek ve aynı tarzda tekrarlanan bir kısır döngü içinde aç organizmasını besliyor… İşin feci yanı bu döngü içinde giderek artan saplantılar, hezeyanlar yaratıyor… (Burada şunu belirtmem gerekiyor: Artan saplantılar ve hezeyanlar bilinçdışı, kontrolsüz bir gelişme midir değil midir,  pek emin değilim ama herhangi bir cübbelinin veya fötr şapkalının sınırsız rüya zenginliğine tanıklık edebilirim.)

*******

İnsanlık tarihi, çeşitli doğa olaylarının,( fırtına-deprem-salgın hastalık vs.)  kulun kulluk görevlerini yapmadığı veya kötü yaptığı ya da Tanrı/Tanrılara yüz çevirdiği, onları kızdırdığı için cezalandırılma sonucu meydana geldiğini öne çıkaran iddialarıyla doludur… Ama bugün artık biliyoruz ki doğada hiçbir şey rastgele oluşmaz. Her şey neden-sonuç ilişkisi içindedir.

Doğa olaylarının nedeni, doğanın kendisidir. Tıpkı yaşamımız gibi… Her oluş bir öncekini iterek oluşur ve bu böyle sürüp gider…

Bu gerçek ise bize nasıl düşünmemiz, nasıl davranmamız gerektiğini öğretir. Eğer deney, gözlem, neden-sonuç temelinde sağlam köprüler inşa edersek, yaşlı ergenlerin büyüleyici tuzaklarına düşmeyiz.

Onların rüyalarının parçası olmayız…

Tersi durumda doğa, “beterin beterini” yaratmaya devam edecektir, çünkü doğa intikamcıdır ve gerçeği sert şekilde kendisine direnenlerin yüzüne çarpar.

*******

Yukarıda açıklamaya çalıştığım gelişmelerin toplumsal boyutu ise daha tehlikeli, zincirleme etkiler yaratıyor: En başta, nesnel olmayan gerçekler üzerinden oraya buraya dönen bir topluluk veya yurttaşlar kolonisinin gözleri görse, kulakları duysa bile aklı hükümsüz kalır.  Nedenler üzerinde kafa yorulmaz.

Herkes şefin yargılarını, ortak yargı olarak kabul eder. Kıyım, yoksulluk, cehalet, ikiyüzlülük yaşamın normali olur. Her biri ötekinin inancından nefret eder hale gelir…

Her biri ötekinin düşüncesine, din ve milliyetine öfkelenmeye başlar… Şef de kitleyi her koşulda hizmetinde kullanmaya koşar…

Bu sistem ve benzerlerinin tehlikelerden koruduğu görülmemiştir. Akletmek dışında hiçbir şey önleyici koşullar yaratmaz. Neden-sonuç ilişkisi dışında hiçbir şey doğruya ulaştırmaz.

Eşeği sağlam kazığa bağlamayı beceremiyoruz belki, ama en azından öyküde anlatılmak istenileni anlayabiliriz, diyerek bitirelim.

Haydar Uzunyayla
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler