‘Yazmak için yaşamak’ ve/ya yaşamak için yazmak
Yazma nedenselliği konusunda ünlü, ünsüz çok sayıda yazarın kaleme aldığı yüzlerce hatta binlerce yazı var. Peki, bunların biri, üçü, hatta tümü birden yazma uğraşı içindekilerin tümünün nedenine yanıt olabilir mi?
Her yazan, Gabriel Garcia Marquez gibi “anlatmak(yazmak) için yaşamak”tan söz edebilir, yaşamını yazmaya adadığını öne sürebilir mi? Ya da yazmayı bırakma kararı aldığı bir sırada tanık olduğu bir haksızlık karşısında, koşa koşa kalem kâğıt alan ve “yazmasaydım deli olacaktım” diyen Sait Faik Abasıyanık’ın duyarlılığı her yazma tutkununda bulunabilir mi? Müzikte, resimde olduğu gibi, edebiyatta da yetenek, başarının olmazsa olmaz koşullarındandır. Peki, bu gerekli hatta zorunlu koşul başarı için yeterli midir? Değildir, çünkü yetenek, geliştirilebileceği gibi, körel(til)ebilen bir özelliktir. Ötesi, yeteneğin başarı yaratması için öncelikle kullanılması gerekir. Yetmez, o yeteneğin iyi değerlendirilmesi, başka bir deyişle olabildiğince geliştirilmesi ve bilgiyle, gözlemle beslenip deneyimle olgunlaştırılması gerekir. Somutlarsak, her yazma yeteneği olan nasıl edebiyat alanında uğraş vermiyorsa bu alanda emek veren, daha ötesi, yazın için yaşamından özverilerde bulunan her edebiyat tutkunu yeterli ve/ya eşit yeteneğe sahip olmayabilir. Üstelik en başarılı edebiyat yapıtlarını mutlaka en yetenekli yazarların kotaracağını öne sürmek de pek olası görünmemektedir. Başarıda, yeteneğin yanında, hatta bazen ondan da çok, bilgi, birikim, deneyim, öngörü, duyarlılık, düş gücü, yaratıcılık, sabır, çalışkanlık ve üretkenlik, ortam, dönem, okuyucu eğilimleri, şans gibi bir dizi faktör rol oynar. Başkaları gibi, yazarlar için de bazen coğrafya, bazen tarih, bazen de ikisi bir arada bir tür “kader” sayılabilir. Yazma nedensellikleri arasında “parasal kazanç” ereğini saymak, öyle sanıyorum ki yalnızca edebiyat alanında uğraş verenleri değil, nitelikli okurları bile -acı acı- güldürecek bir sav olur. Gerçi, yazarak geçim bile sağlayamayanların yanında devede kulak da olsa, dünyada -ve ülkemizde- yazdıklarıyla yüksek sayılabilecek gelir elde edenlerin sayısı görmezden gelinemeyecek ölçüdedir ve bu sayı yayıncılık sektörü büyüdükçe artmayı da sürdürecektir. Bunların arasında kuşkusuz, yazınsal değeri yüksek, nitelikli yapıtlarıyla öne çıkan yazarlar da vardır, ticari değeri kuşku götürmez, buna karşılık edebi değeri tartışmalı hatta edebiyat dışılığı öne sürülebilir eserleriyle ünlenen ve zenginleşen yazarlar da. Bu noktada şöyle bir ayrım ve kesinleme yapmak yanlış olmaz sanırım: Birinci gruptaki yazarlar için parasal kazanç ve olası ün, bir yazma nedeni, dolayısıyla bir amaç değil, yazma başarısının bir sonucu ve ödülüdür. Kazanç özendirici bir rol oynayabilir. Ancak, amaç nitelikli edebiyat, temel dürtü ise “yazma tutkusu”dur. İkinci gruptakiler için benzer şeyler söylenebilir mi? Bu kesimde genellikle kazanç bir hedef, bir amaçtır. Bu bağlamda edebiyat da, hedefe varma yolunda bir araç, eser ise tasarlanmış bir ticari üründür sanki. Edebi değeri en azından öncelikli kaygı değildir ve tümüyle rastlantıya bırakılmıştır. Sonuç olarak burada parasal kazanç (ve kuşkusuz ünlenme, toplumsal konumunu yükseltme vs.) temel yazma nedenlerinin başında gelmekte gibidir. Başka bir söyleyişle, yazma tutkusu yerini “para ve ün tutkusu”na bırakmıştır. Yukarıda belirttiklerim ile çeşitli yazarların yazma nedensellikleri arasında yer alan başka birçok dürtü ve/ya gerekçeden farklı farklı biri veya birkaçı birçok yazarda çakışabilir. Ancak hiçbiri tek başına, tümünü kapsayacak bir “ortak payda” oluşturma özelliği gösterir gibi değildir. Bu çeşitlilik içinde tartışmasız “ortak payda” olarak öne sürülebilecek tek güçlü itki “yazma tutkusu” gibi görünmektedir. Edebiyat dünyasında ezici bir çoğunluk oluşturan bir kesimi, yayımlatma, dağıtım ve satış güçlüklerine karşın hiçbir karşılık beklemeksizin özveride bulunmaya, yaşamın birçok zevkinden yoksun kalmaya ve yazmanın türlü sıkıntılarına katlanmaya gönüllü kılan şey olsa olsa -edebiyatla başı hoş olmayanların “hastalık” diyebileceği- bu “tutku” olabilir ancak. Yeteneği, donanımı ve/ya başarısı yeterli olmasa da birçok “hevesli” kişinin yılmadan, usanmadan yazma ısrarını da, bazılarının kazançlı işini veya toplumda değer gören mesleğini bırakarak edebiyata yönelmesini de ancak bu “iflah olmaz tutku” ile açıklamak olasıdır. Zorunlu nedenlerle heveslerini emekli olduktan sonraya erteleyenlerin geç yaşta yazıya yönelmelerini de… Kuramcıların, eleştirmenlerin edebiyatı bir ormana benzetmeleri sıkça karşılaşılan bir yaklaşımdır ve bu, kanımca birçok bakımdan geçerli bir benzetmedir. Bu benzetmeden yola çıkarsak, ormanın yalnızca dev ağaçlardan oluşmadığını, onların yanında çeşit çeşit, boy boy başka ağaçlar, sarmaşıklar, çalılar ve otsu bitkilerle birlikte orman oluşturduklarını, birbirlerine gereksinim duyduklarını ve birbirlerini beslediklerini söyleyebiliriz. Ağaçların büyüklüğü, öncelikle türlerine, sonra bulundukları coğrafyaya, coğrafyalarının iklimine, ana besin kaynağı toprak, su ve güneşin durumuna bağlıdır. Ancak ister tropikal orman, ister Akdeniz makileri veya bozkırın çalılarından oluşan bir topluluk olsun tümünün ortak özelliği aynı boylarda olmayan çeşitli bitkiler barındırmalarıdır. Bu bitkiler için, edebiyat “ormanı”ında uğraş verenlerin “yazma tutkusu”na karşılık gelen ortak payda “yaşama tutkusu” gibi görünmektedir. Otundan dev ağacına, ormandaki her bir bitki var gücüyle, ortak topraktan, su ve güneşten yararlanma, büyüme ve yaşama tutunma çabasındadır. Ancak her birinin erişebildiği “büyüklük” türüne ve koşullarına özgüdür. Benzetmeyi sürdürürsek, “tür” -bire bir örtüşme de- “yetenek” olarak ele alınabilir. Her bir bitkinin erişebileceği maksimum büyüklük öncelikle türüne bağlıdır. Ancak aynı türden bitkilerin farklı iklimlerde, hatta aynı ormanda bile eşit büyüklükte olmadıkları gözlemlenebilir. Veya tür olarak çok daha fazla büyüklüğe erişme yeteneği olan bir ağacın olumsuz koşullarda güdük kaldığı, çok elverişli ortamda yetişen, tür olarak ondan küçük kalması beklenen bir başka ağacın onu geçebildiği durumlar da az değildir. Ormanlara zarar veren veya yarar sağlayan insan etmenini (ki bu edebiyat ormanı için de geçerlidir) bir kenara koyarsak, edebiyattaki ortama karşılık gelen topraktan; bilgi, deneyim, birikim gibi donanımı oluşturan unsurlara karşılık gelen su ve güneşten yararlanma, büyümeyi destekleyen diğer faktörlerdendir. Son olarak, belirli bir zaman diliminde bazı ağaçların daha büyüklerin gölgesinde kalması, daha da küçüklerin sık ormanda görünür olmaktan çıkması da olasıdır. İleride büyük ağaçlardan bazılarının kuruması, bunun sonucunda gün(eş) ışığına kavuşanların hızla serpilip onları yerini alması ve/ya küçüklerden bazılarının görünürlük kazanması, çiçeklenip meyveye durması da her zaman rastlanabilen gelişmelerdendir. Bunun gibi, edebiyatta bir dönem gözde olanların bir başka dönemde unutuluşa kalması, yaşarken dışlanan, tutunamayan ve/ya değeri bilin(e)meyenlerin daha sonra keşfedilip hak ettikleri değere kavuşması, zaman içinde bunlar arasında yer değiştirmeler olması da edebiyat tarihinde çokça görülmektedir. “Tarih de kaderdir” sözü ile belirtilmek istenen de budur. Bu bağlamda, yazarlar ve yapıtları için kimi tartışmalı, kimi dönemsel olan “başarı ölçütleri” de zaman içinde değişkenlik göstermektedir. Başarı (büyüklük) ölçütleri içinde tek değişken olmayanı “kalıcılık”, kalıcılığın günümüzdeki ölçütü ise “yüzyılları, hatta çağları aşmış olmak” gibi görünmektedir. Zaman akışı içinde iklim değişiklikleri ağaçların büyüklüklerini değiştirip yeniden ve yeniden şekillendirirken yalnızca asırlıkları etkileyemez, bunlar, büyüklükleri ve yücelikleri ile etkilemeyi, imrendirmeyi ve kıskandırmayı sürdürürler. Sonuç olarak, edebiyat alanında uğraş verenler için böylesi bir “orman kanunu”nda var olmaya çalışmanın temel güdüsü “yazma tutkusu” olsa gerektir. Başka bir deyişle, bu konuda, akademik dille “anahtar sözcük” yazma tutkusudur. Yazarların kaderi ise, çeşitli karmaşık etmenler altında zaman içinde belirlenir. “Yazma tutkusu” ile edebiyat ormanına dalanların kimileri “yazmak için yaşar” kimileri ise “yaşamak için yazar.” (Deliler Teknesi, Eylül-Ekim 2016, Sayı: 59) Ek: Birkaç yaprak/çiçek açmayla kendine hayran olan, büyük ağaçlara bile -aşağıdan bakarken- tepeden baktığını sanan orman bitkileri vardır ki, kendini beğenmiş, edebiyatın “edep” önemli bir koşulu olan alçakgönüllülükten payını alamamış yazanlara karşılık gelirler. “Ne” ve “nasıl” yazarsa yazsın her yazan/yazar kişinin en azından tutkusu ve emeği saygıdeğerdir; bu ukalalar dışında! Bir de “sarm-aşık”lar vardır. Bunlar sırn-âşık olarak yola çıkar, tutunacak bir ağaç bulunca sarılıp yükselmeye başlarlar. Sarıldıkları ağaç ne denli yüksekse kendilerinin o denli büyük olduklarına inanırlar. Ağaçtan ayrıldıkları anda ise, birer sürüngene dönüşebilirler. Ali Günay
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR