Sadece eski si̇nemalar mı kalmadı / Hasan Murat Doğan
Dünyanın yeni çürümüş düzeni yaşamlarımızı yalnızlıklar içerisinde, herkesin birbirine paranoya ile baktığı, güvenmediği, ruhsal bunalımlara kadar sürükleyen bataklıklara gömdü.
Birkaç hafta önce,
sabahın erken saatlerinde, benim de içerisinde bulunduğum mesaj
grubuna bir arkadaş bir doküman gönderdi:
‘Ankara’nın
Eski Sinemaları’... ‘Ankara’ ve 'eski’ sözcükleri yan yana
gelince, henüz yatakta daha uykulu olmama rağmen tabii ki ilgimi
çekti. Hazırlayanın ismi bu ilgimi daha da artırdı: Sitemiz
gerçekedebiyat.com
yazarlarından Nadir Avşaroğlu. Nadir Avşaroğlu, yüz elli sayfalık,
içerisinde bolca fotoğrafın da bulunduğu Ankara’nın eski
sinemaları ile ilgili çok güzel bir çalışma hazırlamış 2024
yılında, emeğine
sağlık. Eski Ankara sinemalarının dışarıdan, içeriden
fotoğrafları, eski sinema biletlerinin, gazetelerde yayımlanan o
zamanki sinemalarda oynayan film sayfalarının fotoğrafları,
yazılarla birlikte çok güzel bir bütünlük oluşturmuş. Sabahın erken saatlerinde beni o güzel geçmişe
götürdü Avşaroğlu. Hepsini birden yatakta okuma olanağım
olmadığı için, ilk etapta bir göz gezdirdim. Aklıma da hemen
Attila İlhan’ın şiirinden, Timur
Selçuk’un besteleyip, söylediği ‘Eski Sinemalar’ şarkısı
geldi: Bitmiyor nedense başlayan hiçbir film Ne yapsam içimde o eski sinemalar. Avşaroğlu’nun ‘Benim Sinemalarım’ diye
anlattığı sinemaların büyük çoğunluğunu ben de hatırlıyorum.
İçlerinde bir tek Büyülü Fener Sineması ayakta kaldı benim
bildiğim, onun da tarihinin çok eski olmaması lazım. Yıllara direnen Kızılırmak Sineması’nın da en
son önünden geçtiğimde yıkılıyor
muydu, tadilat mı yapılıyordu, anlamadım. Çokça nitelikli film seyrettiğim Kızılırmak
Sineması’nda, defalarca seyrettiğim Ferhangi Şeyler oyununu ilk
defa seyretmiştim. Bir kez sahnede görme olanağı bulduğum Fikret
Kızılok’un konserini de yine o sinemada seyretmiştim. Onun için
Kızılırmak Sineması’nın benim için ayrı bir değeri
vardır. Gençlik yıllarımda arkadaşlarla en çok uğrak
yerimiz olan yer Kavaklıdere Sinemasıydı.
Nitelikli filmler orada gösterilir, festivaller orada düzenlenirdi.
Yaz aylarında, kış sezonunda oynayan güzel filmler tekrar
gösterilirdi. Kışın gitme olanağı bulamadığımız filmleri
yazın seyrederdik, her gün başka bir film. Gençlik buluşmalarımızda, ‘yemekten önce
veya sonra sinemaya gidelim mi?’ sorusu adeta bir nakarattı.
Gruptan birileri mutlaka gün içerisinde gazetelerin sinema
sayfasına bakmıştır; hangi sinemada hangi filmin oynadığı
hakkında bilgi verir ve sinemaya gidilirdi. ‘Sinemaya gidelim mi?’
diye bir soru yıllardır hiç duymuyorum, gazetelerde de sinema
sayfasının olup olmadığı hakkında da bir bilgim yok. Onlarca eski sinemaların hepsi tarih oldu son yirmi,
otuz yıl içerisinde. Ünlü bir sözdür:
Tüm renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler. Bence
de tüm sanatlar kirleniyor, birincisi sinema oldu maalesef. Tarih
olan sinema salonları ile birlikte, nitelikli sinema sanatı da
maalesef tarih olma yolunda ilerliyor. Artık topluca sinemaya
gitmiyoruz, evimizde çeşitli sinema platformlarında gösterilen
filmleri izliyoruz. Yataktan kalkıp, güne başladığımda düşündüm.
Geçmişin lokantaları, pastaneleri, tiyatroları, sanatı, edebiyat
sanat felsefe dergileri kaldı mı ki? Günümüzde,
günümüz insanına ayna tutan, ışık tutan edebi nitelikli roman,
hikaye, şiir vs. var mı? Ankara’nın, hatta ülkemizin kalbi
Kızılay’da bir tane tiyatro yok. Ankara
Sanat Tiyatrosu yokluk içerisinde yıllara direndi ve en son
taşındı. Yeni Sahne kapanalı yıllar oldu. Şimdi
Kızılay’da adım
başı, yan yana güzellik merkezleri, dövmeciler, piercingciler,
kafeler, hamburgerciler var. Aynı gün öğleden sonra, sıkça gittiğim bir
pastanenin bahçesinde oturuyordum. Okuduğum kitabın ikinci
sayfasında ‘Türkçe Edebiyat’ yazıyordu, kitabı fırlatasım
geldi. Liberallerin uydurduğu bu sözde terime katlanamıyorum, daha
kitaba başlamadan soğuyorum. Edebiyatımızın ismini bile
değiştirdiler, edebiyatı çürüttüler. Kitaptan henüz daha birkaç sayfa okumuşken,
bahçeye seksen yaşlarında bastonuna tutunarak yürüyen bir amca
ile ellili yaşlarda bir kadın girdi ve yanımdaki masaya oturdular.
Masalarımız birbirine yakın olduğu için konuşmalarını
dinlemek zorunda kalıyordum. Amca sık sık ağlamaklı bir sesle kadına: ‘sana
çok borçluyum’ diyordu. Kadın amcanın kızıydı. Kızına
yıllarca ilgi göstermediğinden dolayı borçlu hissediyordu
kendisini, anladığım kadarıyla. Uzun yıllardır görüşmemişlerdi
belli ki. Amca bakımevinde kalıyordu. Sık sık telefonunu eline
alıyor, bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Birisini aradı, kısa
bir konuşmadan sonra telefonu kızına uzattı. Kadın: ‘Amca
sesin hiç değişmemiş.’ dedi, amcasıyla kim bilir kaç yıldır
konuşmuyorlardı belli ki. Amca bir süre sonra, yine birisini
arayıp, telefonu kadına uzattı. Bu sefer ki oğluydu. Kadın
kardeşinin bekar olduğunu bu telefon konuşmasında öğrendi. Daha
sonra kadın, diğer bir amcasıyla
konuştu, babasının uzattığı telefondan. Sözü
yine aynıydı: ‘Amca sesin hiç değişmemiş.’ Sanki bir sinema filminin içerindeydim. Daha sonra
genç, güzel bir kız masaya geldi. Amcanın torunu, kadının
kızıymış. Amca torununu muhtemelen ilk defa görüyordu, yaşını
ve soyadını da o gün öğrendi. Birbirlerini yıllardır görmeyen baba kız, sesleri
değişmeyen amcalar, yıllardır telefonda bile görüşmeyen
kardeşler, muhtemelen ilk defa görüşen dede torun. Peki suçlu kimdi? Hiçbirisi. Suçlu bu köhnemiş, hiçbir güzel, doğru değer
üretemeyen kapitalist dünya düzeniydi. Babayı kızına, dedeyi
toruna, amcaları yeğenlerine, kardeşleri birbirine
yabancılaştıran, bireysel çıkarı, bencilliği yaşam biçimi
haline getiren, parayı kutsayan, insanı milyarlarca dünya nüfusu
içerisinde yapa yalnızlaştıran bu düzen. Geçen yıl sonbaharda, çocukluğumun geçtiği
semte gittim, on yıllar sonra. Geçmişime ait
hemen hemen hiçbir şey kalmadığını gördüm. Bir şey
hariç. Biraz soluklanmak ve kahve içmek için bir kafeye
oturdum. Kafenin duvarında üç güzel, gülümseyen yüz
fotoğrafları geçmişten kalan tek şeydi: Adile Naşit, Münir
Özkul, Kemal Sunal fotoğrafları. Mutluluğu artık geçmişte
arıyoruz. Günümüz dünya düzeni sanal mutluluk kaynağı olarak
iki şey sunuyor: Kariyer ve mülkiyet. Buna belki sosyal medya da
eklenebilir. Kariyerimiz yüksek olursa, paramız, malımız,
mülkümüz çok olursa, son model arabamız, telefonumuz olursa,
zengin olursak, mutlu olacağımız düşüncesini kapitalist dünya
düzeni bizim beynimize işledi, özellikle 80’lerden sonra
başlayarak, 2000’li yıllarda dörtnala. Bu çürümüş düşünce mutlu yaşama ilişkin her
şeyi bitirdi. Eskinin kardeşlikleri, akrabalıkları, aile
birlikteliği, sevdaları, dostlukları, arkadaşlıkları,
komşulukları kalmadı. Dünyanın yeni çürümüş düzeni
yaşamlarımızı yalnızlıklar içerisinde, herkesin birbirine
paranoya ile baktığı, güvenmediği, ruhsal bunalımlara kadar
sürükleyen bataklıklara gömdü. Sadece eski sinemalar mı kalmadı? Hasan
Murat Doğan
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR