Yazar Dokunulmazlığı!? / Erendiz Atasü
Yazar dokunulmazlığı mı? Keşke böyle bir dokunulmazlıktan söz edebilseydik! Hani, Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün emperyalist Cezayir politikasını eleştiren ve zamanın Fransa’sında hayli tepki de çeken J. P. Sartre için sarf ettiği sözlerin (“Sartre Fransa’dır, ona dokunamayız!”) imlediği türden bir dokunulmazlık!
Keşke ülkemiz değer bilirlik şöyle dursun, değerlerini yiyip yok etme toplumsal alışkanlığı düzeyine ulaşmış bir değer bilmezlik diyarı olmasaydı da dokunulmazlığımız olabilseydi! Edebiyat yazarı bir sanatçıdır; malzemesi ise dildir. Bu onu, toplumun karşısında hem şanslı hem şanssız bir konuma iter.
Şanslıdır, çünkü yapıtları çok kişiye ulaşabilir; ama bir ressama, bir yontucuya göre bir bakıma şanssızdır çünkü, yaratırken özel bir malzeme kullanmadığı ve herkes konuşabildiği, herkes yazabildiği için yazar ile yazar olmayan arasında geçişli geniş bir alan oluşur ve bu alanda herkes yazara atıp tutma hakkını kendinde görür. Dolayısıyla yazar, incinmeye çok fazla açık bir insandır. Yineliyorum, keşke dokunulmazlığımız olabilseydi!
Günümüz ortamında bir çok genç yazarın yapıtını bastırmakta güçlük çektiği bir gerçek ve bir haksızlık, ama bunun sebebi, edebiyatla ilgili kamuoyunun tanıdığı yazarların yolları kesmiş olması filan değil.
Gazetelerde, dergilerde köşe kapmış olan ve yıllarca bu köşeleri işgal eden kimseler için diğerlerinin önünü kestikleri ileri sürülebilir belki, ama her hangi bir kurumun kadrolu elemanı olmayan bir yazar, hangi gücüyle kimin önüne dikilecek ki? Meselenin yanlış konduğu kanısındayım.
Kitap seçerken hangi kıstaslara başvurdukları ya da başvurup vurmadıkları yayınevlerine sorulacak bir soru. Her yayınevinin kendine göre bir yayın politikası olabileceği gibi, her şey tesadüfi ya da her şey kar güdüsünün doğrultusunda çözümleniyor da olabilir. Yayınlanan kitapların inanılması güç kalabalığı arasında acaba kaç tane adı sanı bilinen yazarın yeni verimi yer almaktadır?
Büyük kalabalık daha yeni ya da genç yazarlara aittir. Bu büyük rakam, kitabını bastırabilme şansını yakalayamamış kitlenin daha da büyük bir sayıya ulaşmadığını kanıtlamaz tabi. Ama küçük telifler ödeyerek ya da hiç telif ödemeyerek ya da yazardan basım masraflarını talep ederek bir çok yeni yazarın sadece birer kitabını basma yöntemi de pekala kimi yayınevinin zaman zaman baş vurabileceği bir yayın politikası olabilir!
Bunlar hepsi kestirimler ve hiç biri kesin değil. Kesin olan tek şey her yayınevinin ticari bir kurum olduğudur.
Genç yazarların da kendini kanıtlamış yazarların da önünde aynı engel dikilmektedir: Edebiyat dünyasının ticarete teslim olması. Ve sanata yakışır bir tutum olmayan bu teslim oluşun belirsizliklerle, suskunluklarla örtülmesinin yarattığı bulanık, kaotik durum! Sorun buradadır!
Başka bir deyişle asıl mesele, günümüzün hem sınırsız – sorumsuz hem vahşi kapitalizminin, namı diğer "Yeni dünya düzeni"nin veya "neoliberalizm"in edebiyat dünyasına da egemen olmaya başlaması ve bu yönde hayli mesafe kat etmiş olmasıdır.
Nitekim son on beş yılda, saygın konumlarını kalemlerinin hakkıyla kazanmış birçok deneyimli yazar –bu arada bu satırların yazarı da– belli süreler yayıncısız kalmışlardır! Gerekçe, yayınevlerinin çeşitli mali sıkıntılara düşmesidir.
Okur düzeyinin çeşitli etmenlerce sürekli olarak aşağı çekildiği bir tarihsel dönemde, mali güçlük içindeki bir yayınevi, okurun zayıflamış edebi düzeyine belli bir kârı güvenceye alacak denli inememiş yapıtları basmakta tereddüt etmektedir.
Sorulacak soru şudur: Biz dünyalılara dayatılan bu iktisadi-toplumsal düzen, namı diğer tüketim toplumu modeli, niçin okurun niteliğini düşürmek istemektedir?
Bu soruyu sorabilirsek, gözümüzden bir perde kalkar ve düzenin başta eğitim olmak üzere her alanda düzeyi düşürüp, sayıyı çoğalttığını görürüz. Amaç, ucuza çalışabilecek donanımsız insan tekleri üretmektir. Donanımsız insan, ucuza çalışmakla kalmaz, kendisine dayatılan hayatı sorgulayamaz ve ona karşı durabilecek stratejileri geliştiremez. Dahası bu hayatı sorgulayan kitaplardan da rahatsız olur.
Kaderciliğin ve kabul edilmiş çaresizliğin uyuşuk dünyasındaki dalgın duruşunu sürdürmesine yarayacak, onu oyalayacak kitaplara, filmlere yönelir. Bu süreç, vahşi bir ormanda yolunu bulamayacağından emin kişinin, çamurun yumuşaklığına gömülmesine ve bataklıkta atılan her adımla biraz daha batmasına benzer. Dünya, günümüzdeki gidişattan geri dönmez ise edebiyat alemi niteliksiz okuru oyalayacak niteliksiz yazarlar talep edecektir ve Türkiye’de görüldüğü üzere edebiyatta bu arz ve talep işleyişi çoktan başlamıştır bile.
Yani kendini, diline, ülkesine, parçası olduğu kültüre ve kişisel yeteneğine karşı sorumlu hisseden, o kültüre bir değer katmak ve kendini geliştirmek için çabalayan; yaşadığımız günleri edebi simgelerle soyut bir düzleme yani yazınsal düzleme taşımak ve böylece dilinin ve insanlığın ortak bilincine ve bilinç altına kazandırmak isteyen sanatçı yazarın yerini, nabza göre şerbet veren, tarikat destekli ve bu desteğin parasal gücüyle öne fırlayan ya da böyle bir desteğe talip olmak için çırpınan zanaatçıyazar almaktadır. Türk edebiyatında bu güne dek görülmemiş bir yöntemdir bu ve artık görülmektedir.
Ayrıca, ortalığın özeleştiri yeteneği gelişmemiş, edebiyat birikimi çok az ama kendini ‘’yazar’’ sanan ‘’yazan’’larla kaynaması, kimi yayınevlerinde adı sanı duyulmamış yazar adaylarının reddedilmesi alışkanlığının yerleşmesine yol açmaz mı? Bu arada kurunun yanında yaşın da yanması, yani yazar niteliğini taşıyan müracaatçıların da geri çevrilebilmesi kolaylaşmaz mı? Yazarların verimlerini eleştirmek, edebiyat ediminin ne kadar zahmetli bir emek olduğunu yaşayarak bilen yazar, bir başka yazarın yapıtına eğilecekse, haliyle eleştirilecek noktalardansa, edebi incelik taşıyan noktaların üstünde duracak, bunların okur indinde güme gitmemesi için bir çaba harcayacaktır.
Yineleyeyim, edebiyat eleştirisi, edebiyat eleştirmeninin işidir. Bizim geleneksel kültürümüzde eleştirel düşüncenin yeri yoktur. ‘’Eleştiri’’ toplumumuzun Cumhuriyet çağında öğrenmeye başladığı, pek de başarılı olamadığı ve sol düşüncenin saf dışı bırakıldığı (bu ayni zamanda beynin diyalektik düşünme becerisinin de terki demektir!) günümüzde tümden sınıfta kaldığı bir derstir.
Cumhuriyet çağı, Ataç ve Fethi Naci gibi (ki ikisi de eleştirilmeye muhtaçtır ve en önemli eksikleri de izlenimci bir eleştirel yöntem benimsemeleridir) sesini duyurabilen iki edebiyat eleştirmeni yetiştirebilmiştir.
Bugünse edebiyat eleştirmeninin, yabancı diller ve edebiyatlarının uzmanı olup Türk Edebiyatındaki eleştirmen boşluğunu doldurabilmek için uzmanlık alanlarının bilgilerini güncel edebiyatımıza sunan birkaç iyi niyetli çaba dışında zayıf bir figür olarak kalmasına şaşmalı mı?
Hayır, eleştirmenin silik çizgileri giderek büsbütün silinecek ve yok olacaktır. Tarikat rahleyi tedrisine geri dönen bir toplumdan eleştirmen çıkamaz! Aldıkları talimata göre övücü ya da yerici ya da görmezden geliciler çıkabilir.
Acaba iş, amatör ruhunu yitirmemekte direnenlere mi düşmektedir? Onların omuzları bu yükü kaldırabilir mi?
Erendiz Atasü
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR