Dervişin (sosyal) Fonksiyonu (Hacı Bektaş Veli 800. Doğum Yıldönümü Sempozyomunda konuşma) / İlhan Başgöz
Değerli Ev Sahipleri, Değerli Konuklar,
Bizim tarihimizde eren, veli, mürşit, pir adı verilen seçkin bir insan gurubu vardır. Bunların hemen hepsi ya bir din ideolojisinin temsilcisi, ya tarikat ve mezhep kurucusu, yahut sadece halka karşılıksız hizmet veren gönül erleridir. Halka, karşılık beklemeden eşeği ile su taşıyan köylü ölünce Sucu Baba oluyor, halkın ayakkabısını bedelsiz tamir eden gönül eri ölünce Eskici Baba olarak veli seviyesine yükseliyor.
Bunlara Baba veya Dede denmesi çok önemli, çünkü bu gönül erlerini halk kendi ailesinin içine alarak akraba yapıyor. Hıristiyanlıkta aziz seviyesine yükselmek için Vatikan’da bir kurulun karar vermesi gerekiyor. Yani din düzenini temsil eden en yüce kurul karar vermedikçe kimse azizlik seviyesine yükselemiyor.
Ben size bu velilerden birinin, Hacı Bektaş Veli’nin din inancını, hayat görüşünü, felsefesini anlatacak değilim. Ben yalnız Hacı Bektaş Velayetnamesini, olağanüstü nakışlarından sıyırarak onun gerçekçi bir yorumunu yapacağım.
Bu yorumla Veli’nin sosyal fonksiyonunu ortaya çıkarmak niyetindeyim.
Çünkü, bizim tekkelerde, özellikle Batını tekkelerinde bu sosyal fonksiyonun inanç sistemi kadar önemli olduğuna inanıyorum.
Velayetnameler tarih araştırmaları için güvenilir kaynaklar değildir. Ancak dikkatli bir inceleme ve eleştirmeden sonra onlarda tarih gerçekleri bulunabilir. Ama bu menkabe kitaplarındaki etnografya verilerinin doğruluğuna güvenilir. Çünkü menkabe bize Veli’nin mürşidin, şeyhin yaşadığı çağın kurumlarını, değerlerini ve maddi kültürünü yansıtacaktır.
Söz gelimi, Menakıbi Ebülvefa bize 12. yüzyılda paçavradan nasıl kağıt yapıldığını inceden ince anlatıyor. Ondan öğreniyoruz ki, paçavralar küllüklerden, çöplüklerden toplanıyormuş; yıkanıp temizleniyor, sonra hamur olana kadar kaynatılıyormuş.
Çeşitli ilaçlamalardan ve devrelerden geçtikten sonra bembeyaz kağıt haline gelen bu hamur, temiz zeminlere inceden yayılıyor, kurutuluyor, kağıt oluyormuş. Menakıb-ı Ebülvefa aynı şekilde susam yağının nasıl elde edildiğini de anlatıyor. Tarlanın taşının temizlenmesinden, susamın ekilip, biçilip, kurutulup, döğülüp, preslerde yağının alınmasına kadar her merhalesini ince ince anlatıyor. Gerçi bu yazma tekkeye gelen ham ervahın, sufli insanın nice çilelerden geçerek temiz insan, insan-ı kamil olacağını, kağıt gibi lekesiz, içi dışı bir hale geleceğini izah etmek için anlatıyor. Ama bu, bize anlatılan olayların gerçek olmadığını göstermiyor, hem kağıdın yapılması, hem susam yağının elde edilmesi hayali olamaz, bunlar doğru bilgiler olmalıdır.
Ben bizde 12inci yüzyılda paçavralardan kağıt yapıldığını bilmiyordum, Menakıb-ı Ebulvefa’dan öğrendim. Kime sorduysam doğru olmadığını söylemedi.
Hacı Bektaş Veli Velayetnamesinde verilen etnografya bilgisine bunun için güveniyorum. Hacı Bektaş Veli’nin Anadoluya geldiği zaman, yani 13. yüzyılda Oğuz ve Türkmen toplumu büyük bir sosyal değişim içindedir. Göçebe Türk Toplumu yerleşik tarım toplumuna evrilmektedir. Bu bizim geçirdiğimiz ilk büyük sosyal devrimdir. Selçuk ve Osmanlı uygarlığı bu değişim içinde yeni bir biçim almıştır. Bu değişim 200 yıl sürmüştür. Osmanlı devleti göçebelere ağır vergiler vurarak, onları angarya işe koşarak veya askere alarak göçebe toplumunu ortadan kaldırmaya çalışmıştır. 15. yüzyılda göçebelik toplumda küçük bir birim haline gelmişti.
İkinci büyük devrim köylü toplumundan sanayi toplumuna geçiştir ki şimdi onun sıkıntısını, çilesini çekiyoruz.
Göçebe toplumunda insan ilişkileri, insanın otorite ile ilişkileri, sıkı kurallara bağlıdır. Orada kararsızlığa, bocalamaya, kişilik bunalımına yer yoktur. Tabiat ana yağmur vermemişse, karakuru yatan karlı dağlarda arı sular kesilmişse çayır çimen büyümemişse, Hanlar hanı Aksakalları toplar, karar alınır, göç davulu çalar. Göçebe daha otlu, daha sulu yeni yaylalar aramaya koşar. Çünkü göçebe insanın toprakla ilişkisinde asalaktır, toprakta henüz kişisel mülkiyet yoktur. İnsan toprağa vermez, ondan boyuna alır. Ama yerleşik toplumda bu değerler darma dağın oluyor. Yağmur yağsa da yağmasa da ekinci göçemez, tarlasının, evinin başında kalacaktır. Göçebe çadırı atına sarıp, çocuğunu bir koluna, kılıcını öbür koluna alıp otlu sulu yerler aramaya koşulamaz. Toprağı sürecek, ekecek, biçecek, ekini kaldıracak, anbara taşıyacaktır. Aşık Veysel’in dedigi toprağın bağrını kazma ile bel ile yırtacak, bir çekirdekten 10 karpuz almaya ugraşacaktır. Bu düzende artık ne Hanlar Hanı vardır, ne yol yordam gösterecek.
Aksakallar. Bu geçiş döneminde ciddi bir yapısal bunalım ortaya çıkar. Ne göçebe düzeni yürürlüktedir, ne tarım toplumu kurulabilmiştir. Tekke, daha doğrusu Batını tekkesi denen sosyal kurum bu yapısal boşluğu doldurmak için ortaya çıkmıştır. Tekke silaha, siyasi otoriteye dayanmayan sadece şeyh efendinin manevi gücüne dayanan bir güç merkezidir. Göçebe ve yeni köylü tekkede hem yukarı sınıfın kültürünü hem de yeni tarım teknikleri öğrenecektir; buğday ekip biçecek, bağ bostan yetiştirmeyi de öğrenecektir. Bu etkileşim karşılıklıdır. Tekkede halkın kültürü ile yüz yüze gelecek, onun dilini ve sözlü edebiyatını öğrenecektir. Yunus Emre gibi, Kaygusuz Abdal gibi ilk şairlerimizin dilinin halka yakın olması bundandır.
Göçebe toplumunun böyle çözülüp usul usul dağıldığı bir zamanda “Çepni boyunun ulularından Yunus Mukri adlı birisi vardı. Çepni boyundan ayrılıp Karaöyük’ün yanındaki Mikail adlı bir yere yerleşti, (Burası bir Rum köyü olmalıdır, Anadolu’ya Diyarı- Rum denildi uzun zaman). Bir zaman sonra Mukri oradan da ayrılıp Karacaöyük’ün yakınındaki Kayı köyüne konar. Çepni boyunun ulularından Gevherveş’te üç komşusu ile beraber, Sultan Alaeddin Bendelerinden Yurttbende’yi de alıp Suluca Karaöyüğe yerleşirler.” Burada yedi haneli, çiçeği burnunda bir köy kurulmaktadır. Ama henüz köyün kurumları ortaya çıkmamıştır. Bir otorite merkezi yoktur. Köyde çoban yoktur. Köyün içinde bir çeşme yoktur. Bir köy odası yoktur. Köyde Yunus Mekri’den başka bilge bir insane yoktur. Biri ölür, Yunus Mekri başka bir yere gitmiştir. Cenazeyi yolunca yuyup kefenleyecek, gömecek başka bir insan yoktur köyde. Ancak üç gün sonra Yunus Mekri köye döner ve cenaze kaldırılır. “O vakit Gevherveş Yunus Mukri’ye yalvardı, “siz olmayınca bir iş yapamıyoruz. Lütfet bizimle otur” dedi. Yunus Mekri de Sultaim Alaeddin’den berat alıp köye yerleşti. ( Vilayetname: 26)
Hacı Bektaş Veli işte bu geçiş döneminde Suluca Karaöyük’e gelir, İdris ve eşi Kadıncık Ana, Veli’yi evlerine indirirler. Hacı Bektaş-ı Veli’nin köyde neler yaptığını, kerametlerinden sıyırarak anlatacağım. Olayları Vilayetname-i Hacı Bektaş Velid adlı Hocam Abdülbaki Gölpınarlı’nın kitabından alıyorum:
İdris birgün çamur karıyordu. Her halde kerpiç döküp ev yapacak. Veli geldi mübarek başmaklarını çıkarıp onunla beraber çamur kardı.
Başka birgün 80’lik Akçakoca iki büklüm burçak yolmada idi. Hacı Bektaş “siz ihtiyarsınız iki büklüm burçak yolmak size zahmet verir, biz yolalım dedi. (Mübarek nefesi ile burçaklar bir araya gelip demet oldular).
Köyde çoban olmadıği için her aile sıra ile hayvan gütmektedir. Birgün Kadıncı ana ile bir halayığı hayvan otlatmada idi. Halayık bir iş için eve dönecekti. Hacı Bektaş’a halayık: “Lütfet şu buzağıları gözle, anneleri ile emişmesinler” dedi. Bektaş hayvanları gözetledi. Danalar onun kerameti ile anaları ile emişmediler (s.31).
Birgün hayvan gütme sırası İdris’e gelmişti. Ama İdris’in önemli bir işi vardı. Veli’den rica etti. Veli ben göz kulak olurum hayvanlara, sen merak etme dedi. Akşam hayvanlar sağ esen evlerine döndüler yazıdan. Bu da Veli’nin kerameti ile oldu.
Birgün Veli’nin muhiblerinden biri kendi oturduğu yere bir halvethane yaptırmak istedi. Hacı Bektaş “Olmaz dedi, once bir mimar getir, biz muradımızca bir daire çizeriz (uygun yeri belirlemek için) sonra yeteri kadar taş getirirsin, yondurursun,”Muhip denenleri yaptı, Şeyhin kerameti ile halvethane bir gecede yapılıp çıktı.
Suluca Karaöyükte su kıtlığı olmalı ki, “Hünkar kalktı bir yere vardı. Eliyle yeri kazdı. Ak pınarım ak pınarım dedi üç defa, yerden arı duru bir su çıktı. Ona bugün Akpınar derler. (s.40)
Hunkar Molla Sadettin’in evinde yemeğe davet edilmişti. Tuz yoktu yemeğe atacak. Molla dedi ki “bugün tuz bitmiş, hiçbir evde tuz bulamadık. Ne olur lütfetseniz de bir tuz madeni çıksa?” Hünkar “Hakka giden Hak uğrum Hak için filan yerde tuz madeni vardır. Gidin kazın, çıkarın dedi. Çevik bir adem gönderdiler o yeri kazdı, tuzu buldu (s.57).
Bir keşişin memleketinde kıtlık oldu. Onların ihtiyacı Hünkar’a malum oldu. Dervişlerinden birine Hünkar buğday verdi, “Filan yerdeki filan kilisenin keşişine bu buğdayı götür”dedi. Keşiş buğdayı aldı, dervişi konukladı.
Öyük dibinde Tatar evleri vardı. Onların büyüklerinden birinin oğluyla bir yoksulun oğlu oynamaktaydı. Yoksulun oğlu ceviz kadar bir taş attı. Taş çocuğun can alacak yerine dokundu, oğlan düştü, öldü.
Moğollar fukara çocuğu yakalayıp, cezalandırmak istediler. Çocuk kaçtı Hünkar’a sığındı. “Elimden bir hatadır çıktı, aman beni kurtar, bu gelenlere verme, öldürürler beni dedi (s. 66). Hünkar kerameti ile ölen çocuğu diriltir, böylece sorun çözülür.
Çocuğu olmayan kadınlara Hünkar okunmuş mercimekler verdi. “Bizi sevenlere armağan olsun, oğlu kızı olmayan kadınlar üç gün oruç tutsunlar, o gece helalleri ile bir araya gelsinler. Ulu Tanrı onlara bir evlat verecektir,” dedi (s.34).
Veliyi görmeye gelenleri İdris’le Kadıncık Ana karşılar, yaptırdıkları konuk evinde sofra açarlar, yoğurt ve bal sunarlar ağırlarlardı (s.35).
Bu hizmetler Vilayetname’den başka örneklerle çoğaltılabilir. Veli fakirleri evlendirir. Doğan çocuklara ad kor, onlardan birine Lalem Çiçeği adı koymuş, onu Lalem Çiçeğim diye severmiş. Kayseri Beyi’nin elinden bir delikanlıyı zindandan kurtarır. Bunların kerametle yapıldığina inanırsınız, yahut inanmazsınız. Ama onların temelindeki sosyal hizmeti görmezden gelemezsiniz. Veli bu yeni kurulan köyde ev yapanlara yardım ediyor, köyün ekonomik hayatındaki güçlükleri ortadan kaldırıyor, umutsuzlara umut vererek bir psikiatrist rolü üstleniyor, köylünün merkezi otorite ile ilişkilerinde aracılık ediyor, onların haklarını koruyor; yoksulları güçlülerin gazabından kurtarıyor, onları himaye ediyor, köye konuk gelenleri ücretsiz kondurup, ağırlıyor. Onlara yoğurt ve bal sunuyor. Yaşlıların hasat işlerinde yardımcı oluyor. Elbet köylüye din görevlerini yapmada da önderlik ediyor.
Bu sosyal fonksiyonlar çok önemli. Aslında bu işleri yapmak devletin görevi. Konya’da oturan Selçuklu hükümetinin köyde namı yok. Daha sonra Osmanlı devleti de Türkiye Cumhuriyeti Hükumetleri de bu görevlerin tümünü yerine getiremiyor. O vakit bu sosyal görevleri vatandaş veliden, şeyhten, erenlerden bekliyor. Onlar da bu görevi büyük bir sorumluluk ve özveri ile yerine getiriyor. Bu nedenlerle de tekkenin, özellikle Bektaşi Tekkelerinin ve Hacı Bektaş-i Veli’nin etkisi köklü oluyor ve olmaya bugün de devam ediyor.
İlhan Başgöz
GERCEKEDEBİYAT.COM
Sempozyum kitabını almak için...
YORUMLAR