Son Dakika



Yazmak için serisinin ilk iki yazısında kendi deneylerimden örneklerle yazma eylemi üzerindeki bazı görüşlerimi paylaşmıştım. İkincisini takiben, ünlü yazarların basit bir çiftçi ve emekli bir  matbuat mensubu olan bendenizin naçiz görüşlerinden daha ilgi çekici şeyler söylemiş olmaları gerektiğini düşündüm. Bunları bulmak zor olmadı çünkü başkaları bunu zaten birçok farklı yerde derlemiş. Gördüm ki her yiğidin farklı bir yoğurt yiyişi var. Muhtemelen işin güzelliği ve zenginliği de burada. Öte yandan epey tarama yaptıktan sonra görüşlerimin büyük yazarların çoğuyla çakıştığını -memnunlukla- gördüm ki, bu iyi yolda olduğumun işaretidir. Kırk yıldır yazıyorum. Bir yirmi yıl sonra iyi bir yazar olabilirim gibime geldi, moralim yükseldi.

William Goldman -ki çok genç yaşında eserlerini kabul ettirmiştir, "Dünyadaki en kolay şey hiç yazmamaktır" demiş. Bu kolaylığa kapılmak ne güzel olurdu ama yazmadığım gün sayısı senede onu bulmaz. O halde acı dolu bir yolu mu seçmiş oluyorum. Hiç de değil. Sevmesem yapmam. Zaten gönül vermedikçe yapılacak bir iş değildir her ne kadar bu laf birçok başka şey için de geçerliyse de. Kelimeler birbirini izleyip cümleler ve paragraflar oluşturdukça sıkıntı gider. Tıpkı ressamın tuvalin üzerine lekeleri ve renkleri oturtunca sevinmesi gibidir.

Gabriel Garcia Marquez ile görüşlerimiz çakıştı. "En zoru ilk paragrafı yazmaktır, gerisi gelir" demiş. Gerçekten de öyledir. Hemen her zaman en az üç dört farklı yazı üzerinde çalışıyor olurum. Bu maymun iştahlı tabiatımın ve her şeyi birden yapma isteğimden kaynaklanır. Gene, aynı anda en az beş altı kitap açık durur. Her birisinden ellişer, yüzer sayfa okurum. Sonuçta hepsi biter elbette ama elimde her zaman devam eden işler olur. İşte bu sırada yeni bir yazıya başlamak en zor şeydir. İlk paragrafı yazdıktan sonra iş hızla ilerlemeye başlar. Zaten ilk paragraf ancak yazının nasıl olacağı çözülünce ortaya çıkar. Bazen yazıyı -ve dolayısıyla ilk paragrafı- bir hafta düşünürsün, sonra yazı birkaç saatte veya birkaç günde biter. Nitekim Mark Twain'de "başlarsan ilerlersin, işi parçalara böl, en kolayından başla" demiş. Başlarsan ilerlersen kısmı tamam da yazının nasıl parçalara bölünebileceğini bilmiyorum. Daima bütün olarak düşünürüm ve sırayla giderim. Kitap çalışmalarında "aradan kolay bir bölüm yazayım" diye hiç düşünmedim. Ama böyle yapanlar da olabilir. Herkesin zihni farklı bir şekilde çalışıyor, daha doğrusu zihnin nasıl çalıştığı bilinmiyor henüz. Bilinebileceği de şüpheli. Zihin her zaman insanlara sonsuz oyunlar oynayabilir.

George Orwell de yaptığı işin mahiyeti üzerine birkaç laf etmiş yazarlardandır. Yazarın öncelikle kendisine "ne anlatmak istiyorum" ve "bunu nasıl, hangi kelimelerle ifade edebilirim" sorularını sorması gerektiği kanısındadır. Bunları takiben "hangi sözler, deyimler veya benzetmeler bunu daha açık hale getirebilir" ve "kullandığım şey, etki yapacak, eskimemiş bir söz sanatı mıdır" şeklindeki soruları ortaya atar. Son iki sorusu ise "bu yazıyı nasıl daha kısa hale getirebilirim" ile "kaçınabileceğim bir çirkin şey söyledim mi" şeklindedir. Orwell bir başka yerde de aktif varken asla pasif ifade kullanmayın demiş. Katılmamak mümkün değil ama bütün diller için ve her durumda geçerli mi. Bence bu kuralı (veya herhangi bir kuralı) hiçbir zaman sonuna kadar zorlamamak gerekir.

Görülüyor ki, kısa anlatım neredeyse tüm yazarlar tarafından şiddetle önerilmektedir (bu nedenle, diğerlerini bundan böyle bu yazıda tekrarlamayacağım). Ernest Hemingway de bunlardan birisidir ancak onun başka bir yerde rastladığım "her ortamda laf anlatmaya kalkacağına dikkatle gözle ve dinle" şeklindeki önerisini çok önemli bulurum. Bir şeyi (eşyayı, durumu, duyguyu... her neyse) anlatabilmek için bunları veya tezahürlerini çok iyi gözlemekte yarar var. Gözlemediğin ve hissetmediğin şeyleri hayalinden uydurursan yapaylığı hemen sırıtır. Aslında gözlem hem sanat hem de bilim için son derece hayati bir yetenektir. Gözlem yapmayı bilmeyenler ikisinin de hakkını veremez.

Buradan, okuduğum tüm yapıtlarını sevdiğim bir yazar olan Kurt Vonnegut'a geçmek istiyorum. "Kendi hakkında yapacağın en büyük ifşaat, ilginç olan veya olmayan şeyleri bilmediğindir" demiş. Aslında yazar bunu her çalışmasıyla sürekli yapar. Yazıyla ilgili kurallarına gelince, önce ciddiye alacağın bir konu bul diyor ve gelişigüzel yazma diye uyarıyor. Diğer ikisi şöyle: anlatımını basit tut, yazdığın bir bölüm eğer konuyu desteklemiyorsa ne kadar güzel olursa olsun at ve kendine karşı acımasız ol. Ve şu önerisini de çok sevdim: Kendin gibi konuş, lügat parçalamaya kalkma, ne demek istiyorsan onu söyle. Nihayet, yazarın kaynaklara bakmaktan kaçınmamasını ihtar eder: Evet efendim! kaynağa bakmaya üşenen yüksek olasılıkla büyük bir mahcubiyet yaşayacaktır. Hafıza yanılır. Bu nedenle yığınla kitabın ortasında oturuyoruz, sürekli kontrol ediyoruz. Gene de "acaba yanlış hatırladığım bir şey yazdım mı" diye endişe hiç bitmez. Yani olay kitapların arasında yazar pozu vermek değil, işin gereği. Manav da sebze kasalarının arasında duruyor.

Bir başka yerde, artık pek hatırlanmayan H. P. Lovecraft'ın bundan yaklaşık bir asır önce söylediği şu sözler var: "Konu tutarlı olmalı, mantığa aykırı olmamalı, bazı garip tesadüfler olabilir ama zayıf bir sonuçtan kaçının. Önce konunun tüm gelişiminin özeti yazılmalı ve büyük iniş çıkışlar olmamalıdır." Vay canına! Bu adam senarist olsaydı Türkiye'de hiç iş yapamazdı. Türk filmleri ve dizileri onun öne sürdüğü tüm ilkeleri kafadan yıkıp geçiyor. Geçiyor da, işte,  kendi bahçesinde debelenip duruyor. İyi senaryo yoksa iyi film olmaz. Türk sineması bunu ya anlayamıyor, ya da iyi senaristler yok. Ama bu başka bir konu. Taklitçilikle başlayan bir serüven hala öyle sürüp gidiyor.

Buradan Walter Benjamin'e geçelim. Önce kendinle barışık ol demiş. İzah gerektirmeyen bir önerme. Uslu çocuklar gibi "peki, olur" diyerek devam ediyoruz. Konunu tartışabilirsin elbet ama yazarken asla birilerine okuma demiş. Yazarlar zaten çoğunlukla böyledir. Fikirlerini düzenli olarak not et önerisini hararetle destekliyoruz. Bu notlar sonradan öyle bir işe yarar ki. Yalnız, bunların düzenli kaydedilmesi gerekir. Yoksa hangi defterde ne vardı diye aranıp durursun. Farklı işler için farklı defterler olması kısmi bir çözümdür. Nihayet düzenli çalışma gereğini vurguluyor ve seans bitinceye kadar durma diyor. Bunu yapmak kolay değildir ama işler ancak böyle biter.

John Steinbeck "her gün bir sayfa bile yazarsan iş sonunda biter" demektedir. Doğrudur. Ama işin en zor kısmı ilk yazma bitince başlar. Yazının düzeltilmesi ve çoğu zaman yeniden yazılması gerekir. Çoğu yazar her çalışmasını en az iki üç kez yeniden kaleme almıştır. Üstelik bu iş çok vakit alır. Yazı işinin eskileri bunu çok iyi bilir ve programını ona göre yapar. Gençlerin kulağına küpe olmalı ve her gözden geçiriş sırasında yazılar mümkün olduğunca kısaltılmalıdır.

Steinbeck'in şu iki önerisini de çok önemli buldum. "Kitlelere değil, tanıdığın somut birisine hitap ediyormuş gibi yaz, okur olarak onu gözünün önüne getir" diyor. Diğer önerisi ise diyaloglarla ilgili. "Bunları yüksek sesle oku, ancak o zaman gerçek konuşmaya benzer" demiş. Ne kadar yerinde tavsiyeler. Ben ne zaman bir konuyu anlatırken yazı sıkışırsa hemen kitabi cümleleri atıp, tanıdığım birisine anlatıyormuş gibi yazarım. İş hemen basitleşir ve çözülür. Konuştuğun gibi yaz. Ama uygun kişiyle konuşur gibi.

Henry Miller da düzenli çalışma taraftarı (kim istemez ki). İşe yoğunlaş, başka şeylerden uzaklaş, her gün yeni bir şeyler kat diyor.

Kendimizi kaptırdık gidiyoruz. Kısa yaz önerisine önce kendimiz uyalım ve bu yazıyı Vladimir Nabakov ile bitirelim. Yazarı bir hikaye anlatıcısı, bir öğretmen ve bir nevi büyücü olarak niteliyor; iyi bir yazının bir hikaye, bir ders ve bir sihir içerdiğini söylüyor. Ona göre yazar bir hikaye anlatıcısı olarak eğlendirir, zihinde heyecan yaratır ve duygusal katılım sağlar. Bir öğretmen olarak propaganda yapar, ahlakçı ve öncüdür. Ahlaki eğitim veren bir bilgilendiricidir. Nihayet yazarın dehasının özel çekiciliğini anlamak; stilini, söz sanatlarını, şiir ve romanlarının örgülerini kavramak işin gerçekte en heyecanlı kısmıdır diyerek, sihirden ne kastettiğini açıklıyor. Bunu okuyunca niçin sıradan bir yazar olarak kaldığımı anladım. Ancak üçünü bir araya getirebilenler büyük yazar oluyor. Ne yapalım, dünyanın sıradan yazarlara da gereksinimi var.

Gloria Steinheim "niçin yazıyorsunuz" sorusunu şöyle yanıtlamış: "Bir şey yaparken, başka bir şey yapıyor olmam gerektiğini hissine kapılmadığım yegane iş yazmaktır." Sıradan veya değil, yazmayı seviyorsanız ölçütünüz bu olsun.

Mehmet Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM