Ahmet Ali'nin dönüşü Türkiye'de yeni bir resim çığırı açtı. Artık Türk minyatürünün olduğu kadar primitiflerinin de devri kapanmış, Avrupa anlamında bir “pentür”'ün temeli atılmıştı.

Resmimizde Batı tekniğinin kurucularından söz ederken en önemli yeri, hiç şüphesiz, Osman Hamdi’ye vermek gerektir. Osman Hamdi ressam ve arkeologdu. Paris'te Leon Gerome'un atölyesinde uzun yıllar çalışmış, arkeoloji etüdlerini de bu çalışmaya paralel olarak yürütmüştü. Salomon Reinach'la Suriye'de Sayda Kırallar Nekropolü'nde yaptığı kazılarda bugün Arkeoloji Müze'mizdeki İskender ve ağlayan kadınlar mezar sandukalarını, daha birçok greko-romen eserini meydana çıkarmıştı.

1880 yıllarında Osman Hamdi, o devrin tek Arkeoloji Müzesi olan park içinde Çinli Köşk'teki eski eserleri, köşkün karşısında yaptırdığı büyük müzeye naklettirdi. Böylece, Türkiye'nin ilk Arkeoloji Müzesi açılmış oldu.

 

 

Nurullah Berk, ressam

Kısa bir süre sonra Sanayii Nefise Mektebi Alisi'ni kuran Osman Hamdi, Batı tekniğindeki sanat öğretiminin temelini de atmış oldu. “Osmanlı Sanatı” adlı kitabında Adolphe Thalasso, Osman Han»

Giden şöyle söz ediyor:

“Hiç bir ‘oriantalist’ ressam, Osman Hamdi Bey kadar, dekorun değişikliğine, gerçeğe uygunluğuna önem vermemiştir. Ressamın asıl özelliği budur. Tablolarnda en önemsiz ayrıntılar, bellibaşlı figürler kadar dikkatli bir titizlikle işlenmiştir. ‘Türk Doğu’su, Hamdi Beyin tablolarını saran, bu ressama has bir havadır.”

Nurullah Berk, Ütü Yapan Kadın

Osman Hamdi, Şeker Ahmet Paşa, Hüseyin Zekâyi Paşa, Süleyman Seyyit, Hoca Ali Rıza gibi sanatçılar Türk ressamlığının ilk klâsik kuşağını kurmuş bulundular. Ondokuzuncu yüzyıl Batı realizminin iyi birer ustası olan bu ressamlar, portre tarzından çok manzara, cansız tabiat ressamı olarak kıymetlenirler. İçlerinde tek figür ve büyük kontr pozisyon ressamı Osman Hamdi'dir. “Silâh 'Taciri”, “Dervişler”, “Harem” gibi büyük çapta ve taze, şeffaf renklerle örülü kompozisyonlar yapmış olan Osman Hamdi, aynı zamanda çok usta bir portre ressamıydı. Hemen her tablosunda kendi yüzünü canlandırmıştı,

Halil Paşa, Türk empresyonizmini hazırladı. Çengelköy sahillerinin durgun sularını, Boğaziçi sabahlarının nemli buğusunu, sâkin kıyıların denize halka halka düşen akislerini resmetmişti.

Ali Laga, Çanakkale'den Manzara

1914 yılında Fransa'ya giden bir genç grup, ilk dünya savaşının patlak vermesiyle yurda döndükten şonra Galatasaray Lisesi resimhanelerinde yer almaya başlıyan sergiler, sanat havamıza yepyeni biçimler, renkler getirdi. Realizm, realizmin koyu renk ve gölgeleri bir tarafa atılmış, Monet Empresyonizminin açık, parlak, akisli renk oyunlarının egemenliği kurulmuştu. Yeni ressamlar İstanbul tabiatına pırıltılı bir pencere açmışlardı.

Nazmi Ziya, İstanbul'u, mavi, mor, turuncu renklerle cıvıldaşan yaz İstanbul'unu resmediyordu. Çallı İbrahim hem manzara, hem figür, hem kompozisyon ressamıydı. Feyhaman Duran, sanatını portreye vermişti. Hikmet Onat, Halil Paşa yolunda, ama daha cesaretli bir teknikle, Boğaziçi'nin durgun sularını, kayıkları, mavunaları, yelkenlileri ele alıyordu. Namık İsmail, Fransızların “manidre” dedikleri biraz yapmacıklı üslübuyla İstanbul sosyetesinin güzel kadınlarını resimliyor, Münih'teki hocası Lovis Corinth'i hatırlatan fırça vuruşlariyle büyük kompozisyonlar kurma cesaretini gösteriyordu. Resim ve Heykel Müzesi'ndeki “Harman”ı bu tarzının en güzel örneklerinden biridir.

Feyhaman Duran, Ressamlar Grubu

Galatasaray sergilerinde tabloları görülen öteki ressamlar, özellikle harp kompozisyonları yapan Sami Yetik, cami enteryörlerinden başka hiç bir konuyu işlemiyen Şevket Dağ, manzara ressamı Mehmet Ali Laga, Hikmet Onat'ın yolunda giden Vecih Bereketoğlu'ydulr.

Sözünü ettiğimiz grubun en değerli kişilerinden biri Hüseyin Avni Lifij'di. Yalnız, sessiz, şairleri dikkati çekiyordu. Değişik mizaçlarda olan bu ressamlar grubu belli bir görüş, bir eğilim etrafında toplanmadıkları halde, Galatasaray Empresyonizminden çok başka nitelikte bir hava getiriyorlardı.

Hocaların 1914 den sonra attıkları tohumlar, yemişlerini vermeye başlamıştı. Namık İsmail'in yönettiği Güzel Sanatlar Akademisi, az sonra, Burhan Toprak'ın müdürlüğüne, yabancı profesörler elinde, büyük bir eğitim devrimine sahne olacaktı. Sanat eğitiminde olduğu kadar sergilerde daha cesaretli ve daha has bir hava esmeye başlamıştı.

Sergi yerinden ve galeriden yoksun o zamanın İstanbul'unda Müstakil ressam ve heykeltraşlar, kahvelerde, tiyatro hollerinde, halkevleri koridorlarında sergiler açıyorlardı. 1929 da Ankara Arkeoloji Müzesi'ne kadar götürülen bir sergi, Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray tarafından açılmıştı.

Bütün bu çabalar, az zaman içinde, o günlere kadar yılda bir tek sergi, Galatasaray sergisini görmüş olan halkta yeni sanat akımlarına karşı, çok kere çekimser bir ilgi uyandırıyordu. 1918 den sonra hocaların getirdikleri Empresyonizmin karşılaştığı tepkiler, bu kez, Müstakillerin sanatına çarpıyor, ama yine de tek yönlü resim sanatımıza yeni elemanlar katmaktan geri kalmıyordu.

1933 yılı sanat tarihimiz için bir dünüm noktası oldu. Altı yıl önce Müstakil Ressam ve Heykeltraşlar Birliği'nin kuruluşu ile açılan modern devre, Avrupa'dan dönen altı genç ressamın D Grubu adıyla toplanarak sergiler açmaya başlaması, Müstakillerin belirsiz bir estetikle kurdukları ekole kesinlik verdi.

Belirsiz diyoruz, çünkü, Müstakiller, hernekadar önceki hocalar kuşağına tepki olarak çağın estetiğine daha uygun eserler vermiş oldularsa da, eğilimleri kesin olarak belirtilmiş değildir. İçlerinde gerçeğe çok bağlı, akademik yetişmenin izlerini taşıyan sanatçılar vardı. Kimi Empresyonizmi, belki biraz daha cesaretle, ama yine de onun kurallarına bağlı olarak, yürütmeye devam ediyordu. Müstakillerin hareketi kuvvetli, güçlü, sağlam bir başlangıçtı. Oysa, “D Grubu”, tam bir cesaretle, Kübizmden bu yana Batıda yayılan tekniklere, görüşlere bağlılığını kesin olarak yayıyordu. Başlıca tasa, soyuta yaklaşan bir Kübizmdi. Bu ana eğilime konstrüktif inşacı bir eğilim, Ekspresyonizm ve biraz da —Abidin Dino'da— Sürrealizm katılıyordu.

“D Grubu”nun resim sanatımıza getirdiği Empresyonizm yumuşaklığına sertçe bir tepki olarak vasıflandırabiliriz. Bu tepki ile 1914 kuşağının estetiği sona eriyor, yerine daha desenci, daha kitleci bir tasa yayılmaya başlıyordu.

“D Grubu”nu kuranlar Nurullah Berk, Cemal Tollu, Abidin Dino, Elif Naci, Zeki Faik İzer ve Zühtü Müridoğlu'ydu. İlk sergi bir desen ve sulu boya sergisiydi ve İstiklâl Caddesi’nde, Narmanlı Yurdu'nun altındaki dükkânlardan birinde açılmıştı.

1918’denberi her yıl Galatasaray Lisesinin resimhanesinde açılan sergilerle Müstakillerin sergilerine alışmış olan halk, “D Grubu”nun getirdiği yenilikleri birdenbire yadırgadı. İbrahim Çallı ve arkadaşlarının artık munis gelen tatlı, yumuşak tekniği yerine, inşacı, plâstik bütünlüğü arayan sert resimler gözü tırmalıyordu. Aydınlar, üniversite gençliği, “D Grubu”nu tutuyor, ama halk yeni akımı yadırgıyordu.

“D Grubu”nun artık yılda iki, hattâ üç defa açtığı sergiler, basında büyük yankılar uyandırıyordu. Grup, 1947 de açtığı on beşinci sergisi için bir broşür yayımlamıştı. Broşür, Sabahattin Eyüboğlu, Suut Kemal Yetkin, Burhan Toprak, Mustafa Şekip Tunç, Peyami Safa gibi ünlü yazar ve düşünürlerin Grup hakkındaki yargılarını yayımlamıştı. Önsözü yazan Fikret Adil şöyle diyordu:

“D Grubu”ndan bahsetmek, bizde, aynı zamanda, yakın Türk resim tarihinden bahsetmek demektir, 1908 inkılâbının Avrupa'ya göndermiş olduğu resim talebeleri 1914 harbi yüzünden memlekete döndükleri zaman, kötü bir akademizmden kurtulmuş, fakat hakiki resmin ancak göreneğini getirmiş bulunuyorlardı. Halbuki o zamanlar Paris'te impressionisme artık klâsik bir mahiyet almıştı. Yaşayan Sanat’ın mübeşşirleri sanat telâkkilerini yaymışlar, kökleştirmişlerdi. Bu cereyanları tanımak, tadabilmek, Cumhuriyet nesline nasib oldu, Onlar, Avrupa'da tahsillerini bitirip avdet edince, daha evvel kendilerine hocalık etmiş olan neslin yapamadığı işe, memlekete hakiki resim telâkkisi getirmeğe, teşebbüs ettiler ve D Grubu’nu teşkil ettiler. Müstakillerin bu vâdideki faaliyeti uzun sürmemişti. Gürültülü birkaç sergiden sonra, aralarında telâkki ve sanat ihtilâlleri başgöstermişti.

O tarihe gelene kadar, Türk resim âlemi bir tekevvün hercümerci geçiriyordu. 1908 Jön-Türk İnkılâbının ‘Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nden ‘Türk Ressamlar Cemiyeti’ haline intikal eden ressamların sultası karşısında mevki alan Müstakillerden altı sanatkâr, bir nevi tasfiye neticesi, yeni bir cemiyet kuruyor ve bu dördüncü teşekküle bayrak olarak milletlerarası alfabenin dördüncü harfi ‘D’yi alıyorlardı. Sadece bu, bütün bir programdı: Milletlerarası olmak. Fakat milletlerarası olmak için evvelâ milli olmak gerekti. Yani, resimde bir şahsiyet sahibi olmak, bu şahsiyeti hem kendi milletimize mal etmek, hem de diğer milletlere yadırgatmamak.”

“D Grubu”nun Türkiye'de uzun yıllar kendini göstermiş olan etki kudretini, meydana getirdiği, bol bol sergilediği eserlere kadar, üyelerinin dinamizminde ve entelektüel kabiliyetinde aramak gerektir. Grupçular sergi açmakla yetinmiyorlardı. Hemen hepsinin eli kalem tuttuğu için getirdikleri yeni görüşleri yayın yolu ile halka tanıtıyor, konferanslar veriyorlardı. İnandırıcı güçleri o kadar saglamdı ki, beş altı yıl içinde yeni akımlar özellikle aydın çevrelerde tutmuş, itibar görmeye başlamıştı.

Birkaç yıl içinde değerli ressamlar yeni gruba katıldılar: Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Sabri Berkel, Salih Urallı, Arif Kaptan, Halil Dikmen, Hakkı Anlı, Eşref Üren... daha başkaları.

Nurullah Berk, Resim Bilgisi

Gerek Müstakiller'in, gerekse D Grubu'nun çalışmaları sırasında çok ayrı bir tutumuyla kendini empoze eden bir ressam Turgut Zaim'di. Bu tutumu ile Türkiye'de “yerli resim” akımının önderi sayabileceğimiz Turgut Zaim, Avrupa etkilerinden tamamiyle sıyrılmış, doğrudan doğruya halk sanatıyla ilgili, biraz eski minyatürlerden nem kapmış bir Anadolu resmi yapıyor ve geçen yıllara rağmen bu estetiğinden şaşmıyordu.

İlkin, Paul Dufy'ninkine yakın bir teknikle çalışan Bedri Rahmi, sonraları daha süslemeci, bezemeci bir üslüpla bir Türk resmi yapmaya çalışacak ve karısı Erne de bu çabasında ona katılacaktı.

Hiç bir gruba katılmayanlar arasında Ercüment Kalmık, çok usta tekniğinin verdiği imkânlara uyarak, Türk resmine değişik, ama çekici eserler kazandıracaktı.

Burhan Toprak'ın Güzel Sanatlar Akademisi'ne müdür olması bu tek sanat okulumuza, 1937 de, önemli değişmeler getirdi. Resim bölümü başkanlığına Fransız ressamı Leopold-Levy, heykel bölümüne Alman sanatçısı Rüdolf Belling, süslemeye de Louis Sue getirildi. Aydın bir sanatçı olan Leopold-Levy, yanına Cemal Tollu, Bedri Rahmi, Sabri Berkel, Zeki Kocamemiş, Ali Çelebi, Nurullah Berk gibi yardımcılar almakta gecikmedi.

Güzel Sanatlar Akdademisi eğitiminde böylece yapılan devrim birkaç yıl içinde yeni bir kuşağın kendini empoze etmesiyle sonuçlandı. 1946 da kururlan “Yeniler Grubu”, “D Grubu”na tepki olmak isteyen düşünüşlerle açtığı sergilerde, kısaca bir süre, yeni bir eğilimi açıkladı. Gerçekci, toplumcu olan bu eğilim, sosyal meseleleri, halkın acı ve isteklerini ele alıyordu. O güne kadar hiç, ya da pek az dokunulmuş sosyal konular Yeniler fırçasından temsilcilerini bulmuşlardı.

Ama bu eğilim uzun sürmedi. Edebi temalardan sıyrılmış plâstik güzellik kaygısı genç ressamlarda belirmeye başladı. Yenilerin açtıkları sergilerde Nuri İyem'in, Avni Arbaş'ın, Selim Turan'ın, Ferruh Başağa'nın resimleri dikkati çekiyordu. Abi din Dino da, bir süre, Yeniler'in sergilerine katılmış, bir bakıma da onları etkilendirmişti,

Avni Arbaş, Selim Turan gibi değerli elemanların Paris'e gidip yerleşmeleri, az sonra Nejad'ın onlara katılması, yeni kuşağın kuvvetli bir aksiyona girişmesini kösteklemişti.

Buna karşılık, hele son yıllar içinde, artan sergiler, zenginleşen yayınlarla Türk sanat dünyasında gözle görünür bir canlılık belirdi. Soyut sanat akımlarının herhalde kolaylaştırdığı ressamlık, Türkiye’de, büyük bir gelişmeye ulaşmış bulundu.

Venedik, Sao-Paulo, - Paris Biennale sergilerine Türkiye'nin devamlı şekilde katılması plâstik sanatlarımızın geniş ölçüde tanınmasını sağladı. Yabancı yayınlar, dergiler, ansiklopediler Türk resim ve heykel sanatlarına geniş yer vermeye başladılar.  

Bugünün kaynaşmasının, bir “oluş”'u müjdeleyen biraz da anarşik, kıymet ölçülerini dağıtan kaynaşmasının yakın bir gelecekte durulacağı, daha sağlam ve ölçülü bir yönelişe gideceği beklenebilir.

Dünyanın her memleketinde olduğu gibi, bugün Türkiye'de de göze çarpan bu oluş, yarının sağlam değerlerine temel olacaktır.

Nurullah Berk
(Resim Bilgisi, Varlık y. İstanbul 1972. S. 161- 175)
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)