Son Dakika



İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da başladı, 8 Mayıs 1945’da Almanya’nın kayıtsız, şartsız teslim olmasıyla sonlandı. Savaşa 30 ülkeden 100 milyon insan katıldı. İki atom bombası kullanıldı, 75 milyon insan öldü. En büyük kaybı 27 milyonla Sovyetler vermişti.

Savaşın hemen sonrasında, galipler dünyayı yeniden paylaştılar. Gelecekteki anlaşmazlıkları çözmek üzere BM kuruldu (24 Ekim 1945). Galip devletler, ABD, Sovyetler Birliği, Çin, İngiltere ve Fransa Güvenlik Konseyinin daimi üyesi oldular.

ABD, 1600 bilim adamı ve teknisyeni Almanyadan alıp ülkesine götürdü. 121 milyar dolar değerinde patent ve sanayi işlemini ABD’ye taşıdı. Üç roket uzman grubunu götürdü. Bunlar arasında V-2 roketlerinin Yaratıcısı Von Braun da vardı. Braun projesini 60 bin esiri günyüzüne çıkarmadan, yerin derinliklerinde çalıştırarak gerçekleştirdi. ABD’de Satürn-V yaratıcısı da Von Braun oldu.

Bir okadar önemli olan ise, ABD’nin günümüze kadar uzanan Avrasya politikalarını yönlendiren Nazi Almanyasının gizli servis sistemini olduğu gibi devralması olmuştu. New York Times  “ABD casusuzluk örgütünün soğuk savaş sırasında 1000 nazi casusu kullandığını” yazmıştı[1]. Alman nazi haberalma örgütünün başında bulunan, Hitler’in baş casusu Reinhard Gehlen, Nürenberg mahkemelerinden kaçırılarak ABD’ye götürüldü. Reinhard, Sovyetler’e karşı eski örgütünü orada yeniden canlandırdı.

Gehlen 350 eski arkadaşını etrafına toparlayarak işe başladı. Bunlar arasında Yahudi soykırımının casusuluk subayları Alfred Six, Emil Augsburg vardı. Lyon kasabı olarak anılan Klaus Barbie, Eichmann’ın soykırım uzmanı arkadaşı Otto von Bolschwing vardı. Hitlerin yakın dostu SS Albayı Skorzeny de bunların arasında bulunuyordu.

CIA henüz kurulmamıştı, OSS adı altında askeri casusluk hizmeti veren bir örgüt askeri haberalma işlevini sürdürüyordu. Gehlen, OSS’nin (Ofice of Strategic Services- Stratejik Hizmetler Bürosu) yerine CIA’nın kurulmasında etkili oldu (1947). Sonra Sovyetler’de kurduğu Nazi casusluk ağının Almanya’ya sığınmış elemanlarından devşirdiği 4000 kişilik ünlü Gehler Örgütünü oluşturdu.

Kızıl Orduda savaşırken saf değiştirerek Hitler ordularına geçen on binlerce müslüman, Almanya’ya sığınmıştı. Soğuk savaş kızışınca, bunlar Sovyetlere karşı kullanılabilecek en elverişli kaynaklar olacaktı. Almanlar, Amerikalılar ve İngilizler bunları paylaşamıyorlardı[2].

Özbek asıllı Ruiz Nazar örneğin, ilginç bir kişiliktir. Savaş sırasında Türk kökenliSS birliğine katılmış, subay olarak eğitilerek, askeri komutanlığın gözde subaylarından biri olmuştu. Savaş sonrasında General Gehlen onu kanatları altına almış ve kısa sürede CIA’nın üst kademelerine tırmanmıştı. CIA’nın Ankara İstasyon Şefliğini yapan Paul Henze ile birlikte, Türkiye’de 60’lı ve 70’lı yılların kirli savaşını tertipleyenlerden biri oydu. Türkeş’in yakın dostu ve dava arkadaşıdır[3].

1950’li yıllarda Avrupa’nın en geniş Müslüman topluluklarını bu sığınmacılar oluşturuyordu. Türkiye’yle bağlantı kurmak açısından da bu topluluklar çok elverişli araçlardı. Münih’te yoğunlaşan bu topluluklar, siyasal islamınuluslararası boyutlara ulaşmasının merkez ağırlığını oluşturacaklardı.

Ortadoğuda Arap dünyasının en örgütlü hareketi Müslüman Kardeşlerin savaş sonrasında, Avrupa’da, Münih’te yuvalandıklarını vurgulayalım. Milli Görüşharekerinin de burda örgütlenmiş olduğuna geçerken değinelim. Tarihçi Stefan Meining’in deyimiyle, “eğer siyasal islamı kavramak istiyorsanız, Münih’te neler olup bittiğine bakmalısınız”[4] 

Savaş, Nazi devlet yapısını dağımıştı ama o yapıyı oluşturan organlar paylaşımın iştahlı mirasçıları tarafından kapışıldı. CIA Gestapo’nun kanlı mirasını bütünüyle devraldı.

İran’da Musaddık yönetimini devirmek için,  İran’lı eski nazi ve faşitlerden olan bir ekip oluşturuldu. 2. Dünya Savaşında nazi yandaşı bir hükümet kurma girişiminden ötürü İngilizler tarafından hapse atılmış olan genral Zahidi, ekibin başına konmuştu. Yanına, Goebbels’in yetiştirdiği, nazi yönetimi sırasında Berlin radyosu farsça yayınların başında bulunmuş olan, darbeden sonra basın-yayın ve propaganda işlerinin başına geçirilecek olan Behram Şahrok ve nazi faaliyetlerinden ötürü hapis yatan, darbe sonrası Petrol Sanayi Genel Sekreterliği, Senato Başkanlığı ve Başbakanlığa getirilen Şerif İmami katıldı. Musaddık’ın Ulusal Cephe hükümeti yıkıldı, yerine ABD ve İngiltere denetiminde. Nazi kadrolarından oluşan bir iktidar gerçekleştirildi.

Alamanya gibi, Türkiye de Birinci Paylaşım Savaşında kaybedenler arasındaydı. Bu yenilmişlik ve kaybedilmişlik duygusu, Almanya’yı Nazizm yoluna, Türkiye’yiulusal kurtuluşçuluğa yöneltti. Beri yandan, 19. Yüzyıl sonlarında uçveren türkçülük hareketleri, TC sınırları dışında kalan “esir Türkler” söylemleriyle,pan-türkizmi bugüne kadar canlı tutmaya yetti.

Kurtuluş Savaşı bir “vatan”ın sınırlarını belirlemişti. Bu vatan içerisine bir “ulus” yerleştirmek gerekiyordu. Vatanın adı, “Türkiye”, ulusun adı “Türk ulusu” oldu. O zamanadek, aşağılanan Anadolu’nun göçebe ve köylü topluluklarının adı, ulusal bir kimliğin adına evirildi. “Türk” kimliği, Anadolu halkı için güven, gurur ve övünç kaynağı olmuştu. Ama bu gelişme, aynı zamanda, dönemin geçer akçesi “ırkçı”, “şoven” söylemlere de ortam hazırlamış oluyordu.

Türkiye İkinci Dünya Savaşının yangınından kendini korumuştu ama, savaşın rüzgarları ülke üzerinden uzaklaştırılamamıştı. Rüzgarın esiş yönüne göre söylem değiştiren zamanın politikacıları, 1943’e kadar Alman Nazilerine yakın durmuşlardı.

Başbakan Şükrü Saracoğlu, 5 Ağustos 1942'de TBMM'de yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

"Biz Türk'üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar, bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız."

1945 yılında ise Saracoğlu, ABD’nin Ankara Büyükelçisine, “Dünyanın geleceğini ABD ve İngiltere, hatta İngiltere’den çok, ABD belirleyecektir”diyecekti.

Gerçekten de, “dünyanın geleceğini belirleyecek olan ABD”, Türkiye’de izleyeceği politikaları türkçülük ve anti-komünizm temelinde yapılandıracaktı.

1943 ten itibaren rüzgar Naziler aleyhin esmeye başlayınca, izlenmekte olan politikalarda keskin dönüşlere tanık oluyoruz. Irkçılara yönelik Turancılık Davası, 1944 yılında başlatıldı, l945 başlarına kadar sürdü.

Alman Nazilerinin Türkiye’de bağlantı kişisi olan, Hitler hayranı Türkeş de bu davada tutuklananlar arasındaydı. O günlerden başlayarak, Türkiye’nin yarım yüzyıllık döneminde siyasal varlığını duyumsatan Türkeş, 1948’de CIA’nın Türkiye’deki bağlantı kişisiydi. Sık sık Amerika’ya giderek, CIA ve Pentagon’la ilişkilerini sürdürdü. 1955-1958 arasınada NATO’da görevli olarak, Washington’da bulundu. Türkiye NATO’ya girdiği zaman, Türkeş’in de katkılarıyala “gizli ordu” kurulalı çok olmuştu[5]“Derin devlet” bu “gizli ordunun” utangaç adıydı.

Orta Asya ve Kafkaslar politikalarında, Türkiye’deki “gizli ordu” operasyonları birincil derecede önem taşıyordu.  Daniele Ganser, Türk Gladyosunun milliyetçi, ırkçı, yayılmacı pan-türkçü hareketle işbirliğine dayanması, Türk “gizli ordusu”nun öteki Avrupa ülkeleriyle kıyslanamayacak kadar şiddetçi ve kıyımcı olduğunu vurguluyor.

Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla anılan bu “gizli ordu”nun karargahı Amerikan Askeri Yardım Heyetinin (JUSMATT) Bahçelievler’deki binasında bulunuyordu.CIA’nın maddi desteğiyle faaliyetlerini sürdüren bu örgüt, 1965’te adını değiştirerek, Özel Harp Dairesi adını aldı. 12 Mart’ta “Kontr-Gerilla” adıyla anılan örgüt, daha sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı’na dönüştürüldü.

Paris’te yayınlanan Intelligence Newsletter dergisi, “Türkiye’de Gladyo’nun Kökenleri” başlığı altında, Pentegon kaynaklı “çok gizli” damgalı bir belge yayınladı.

28 Mart 1949 tarihini taşıyan ABD Genel Kurmayının “Kapsamlı Stratejik Görüşler” belgesinde, pan-türkizm hareketinin kullanılmasının ABD için stratejik önem taşıdığı vurgulanıyordu. Pentagonun bu belgesine göre, Türkiye’nin “hem gerilla birliklerinin, hem de Gizli Ordunun oluşturulmasında son derecede elverişli bir alan olduğu” vurgulanmıştı[6].

Türklerin güçlü milliyetçi ve ant-komünist duyguları bu stratejiye çok uygundu.Türk-islam sentezi mihverinde geliştirilen bu yaklaşım, savaş sonrası Türkiye’si iktidarlarının günümüze kadar uzanan politikalarının ilk kırılma işaretiydi.

NATO üyesi ülkelerde, hatta üye olmayan kimi ülkelerde, gizli servis, polis, asker ve mafya arasında kurulan bu “gizli ordular” en kapsamlı, en yıkıcı ve en uzun faaliyetlerini Türkiye’de yürütmüş ve yürtmektedir. Pek çok ülkede geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden itibaren dağıtılan bu örgütler, Türkiye’de, koşullara göre ad değiştirerek, alan değiştirerek, kitlesel taban değiştirerek varlığını sürdüregelmektedir.

Bugün büyük bir coğrafyada (bütün islam coğrafyasında) uygulanan bu politikaların uzun ve çileli, alan ve titiz laboratuvar çalışmalarının sonucunda oluşturulan bir strateji olduğu biliniyor. Ama bu siyasetin günümüzde, düpedüz bir “ihvan-ı Müslümin” siyasetine dönüşmüş olduğu özenle perdeleniyor!

O günlere geri dönelim:

4 Aralık 1945’te İktidarın güdülediği genç militanlar tarafından Tan Matbaası basılarak tahrip edildi.  Ondan on gün sonra (15 Aralık 1945) üç doçent, Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes, Serteller’in  “Görüşler” dergi kadrosunda adları geçtiği için, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinden atıldılar. Sokaklara sürülen “imanlı Türk” gençleri, her taşın altında bir “komünist”arıyordu. Serteller yurt dışına çıkarak canlarını “bu kelle avcılarından”kurtarabildiler. Bu “kelle avcılığı” geleneğinin evirilerek, bugüne uzanan“Müslüman Kardeşlikten”“Işid” militanlığına yöneldiğine tanık oluyoruz.

Türkiye, ABD’nin isteğiyle, 1945’te yenilmiş olan Almanya’ya savaş ilan ettiğinde, çocuklar hala, sokaklarda “Almanya kardeş, İngilizler kalleş!” oyunu oynuyorlardı.

1946’nın Ocağının başında (7 Ocak) Demokrat Parti kuruldu. Kurucular, toprak reformu yasasına karşı çıkan CHP içerisindeki büyük toprak sahipleriydi.

Aynı yılın Nisan ayında  (5-9 Nisan 1946)  Türkiye alışılmadık bir olay daha yaşadı. ABD’nin Missouri zırhlısı İstanbul limanına gelmişti. Bu ziyaretle İstanbul, olağanüstü günlere tanık olacaktı. Beyoğlu’nun genelev ve barları, boyandı, badana edildi, oralara kavuşan yollar yeniden düzenlendi, temizlendi. Tekel “Missouri” sigarası hazırladı.

Missouri boy abdesti alarak İstanbul’dan uğurlandı. Ardından Pire ve ardından da Napoli limanlarını ziyaret etmişti. Pire’de Amerikan denizcileri Kral Naibi, Damaskinos tarafından, Napoli’de Papa tarafından takdis edildi.

Missouri ziyaretleri, ABD’nin Ortadoğu ve Akdeniz’de fiili varlığının ilk adımıydı. Bu adım, 6. Filoya dönüşerek, Ortadoğu ve Akdeniz’in rakipsiz gücü haline gelecekti.

Truman Doktrini (1947), Sovyetler Birliği'nin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında olduğu vurgulanmış olan ve buna bağlı olarak da, yalnızcaYunanistan ve Türkiye'ye askeri yardım öngörmüştü. Bu, Türkiye Cumhuriyet ile Sovyetler Birliği arasındaki tarihsel “saldırmazlık” ve “dostluk” anlaşmasının sonlandırılması demek oluyordu.

Aynı zamanda bu, Türkiye Cumhuriyetinin komünizmin, “dolaylı”  yada“doğrudan” saldırısı tehdidi altında olduğunun kabulu anlamına geliyordu. TSKbu algılamaya göre yeniden düzenlenecekti. “Anti-komünizm” iktidarların iç ve dış politikalarının belirleyici ögesi haline gelmişti.

25 Temmuz 1950'de, Adnan Menderes başbakanlığındaki Demokrat Parti hükümeti, üçüncü ayını daha doldurmadan, Kore’ye asker gönderme kararı aldı. Karar TBMM’ne getirilmeden alınmıştı. Hiç sorgulanmamış olmasına karşın, yalnızca Kore’ye asker gönderilmesi bile, Menderes döneminin siyasal niteliğini tanımlamak için yeterliydi. Büyük kahramanlık öyküleriyle “Türklüğün destanı”olarak sunulan bu olay, DP iktidarının yürüttüğü teslimiyetçi politikalarının utanç verici bir örneği olarak tarihteki yerini aldı.

Alelacele derlenen bir tugay, İskenderun’dan, bir Amerikan askeri gemisine tıkıştırılarak, Kore’ye gönderildi. Türk Tugayı 17 Ekim 1950’de cephede açık bir araziye konuşlandırıldı. Burada Amerikan teçhizatıyla donatıldı, üstünkörü bir eğitimden geçirildi. Mehmetçik “komünizm”le savaşacaktı! Bu “komünizm” de neyin nesiydi? “Neye” benziyordu, “ne” yapmıştı? Bunlar “memed”e Kore kadar uzaktı!

Daha kırkını bile tamamlamamışken, mehmetçik, kendini savaşın içinde buldu. Eline tutuşturulan silahları ilk kez görüyordu. Otomatik, yarı otomatik silahlarla önceleri hiç karşılaşmamıştı. Çoğunluğu el bombasını ilk kez eline alıyordu. Ne gece dürbününü kullanmasını biliyordu, ne harita, ne pusula, ne de telsiz kullanmasını! Savaşın ateşinden canını kurtaranlar, tanrıya sığınarak süngü takıp o geleneksel kahramanlığıyla düşman saflarını yarabilmiş olanlardı.

Amerikalı tarihçi Clay Blair’in “kötü eğitilmiş, kötü yönetilen, toy, savaş acemisi” olarak tanımladığı Türk Tugayına ilişkin 27. Piyade Alayı komutanı Mike Michaelis’in şu değerlendirmesine yer veriyor: “Türklere yaşlı bir tuğgenaral kumanda ediyordu! Tugayın Türk askeri ortalaması, Türkiye’nin Rusya’ya yakın kırsal kesiminden koparılıp Batı Türkiye’ye getirilen, ilkokulu bile tamamlamamış olan, sırtına bir üniforma, eline bir tüfek vererek, üstünkörü bir eğitimle, bir gemiye tıkıştırılıp binlerce millik bir yolculuktan sonra, bir yarımadaya boşaltılarak  –‘Kore, orası da neresiymiş ki?’- şuralarda bir yerlerde düşman var haydi git yakala da getir dendiğinde, Türk askeri boynunu bükerek, ‘O bana ne yaptı ki?’ diye yanıt veriyor”. 

26 Kasımda bir Güney Kore birliği geri çekilmekteyken, bu “ecüş bücüş”adamlar “komünist” sanılarak, Türk taburunun saldırısına uğramış, 125 asker esir alınmış, geri kalan öldürülmüştü. Bu olay dünya basınına “Türklerin zaferi”olarak yansıtılmıştı. Olayın aslı anlaşılınca, ABD ve Türk tarafı düzeltme yapmak yerine,  olay sessizce geçiştirilmişti.

Tugay, Kunuri’de 218 ölü, 455 yaralı, 100 esir vererek, personelinin %15’ini, teçhizatının %70’ini kaybetti.

Bu savaşta toplam kaybı ise, 721 ölü, 2111 yaralı ve 168 esir olmuştu.

12 Mart’ın ünlü “Nakşi“ paşası Faik Türing, 1950 yılında Türk Tugayı ile Kore'ye Harekat Şube Müdürü olarak, muhabere binbaşısı rütbesiyle katıldı. O dönemde Türing, Kore’de komünistlere karşı başaramadığını, Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı atanarak, 12 Mart darbesiyle Türkiye’de başardı!

Ancak bir “felaket” diye nitelendirilebilecek bu serüven, Türkiye’de akıl almaz hikayelerle süslenip kahramanlık menkıbelerine dönüştürülüyor, iktidar tarafından, anti-komünist duyguları kabartan, milliyetçiliği ateşleyen malzemeler olarak kullanılıyordu. Kunuri “kahramanlıklarını” anlatan, Atıf Yılmaz’ın “Şimal Yıldızı” adıyla yönettiği Ayhan Işık’ın oynadığı film (1954), okul çocukların “türklük” kanını tutuşturmaya yetiyordu. 

6-7 Eylül 1955 tarihi, NATO’nun gizli ordusunun, o zamanki adıyla Seferberlik Tetkik Kurulunun “amacına ulaşan”“muhteşem bir örgütlenme” örneği olduğu, o zaman örgütte göevli, Türkeş’in komando okulunda çok sevdiği öğrencisi Sabri Yirmibeşoğlu tarafından değerledirilmektedir[7].

Gizli ordunun bir görevlisi tarafından Atatürk’ün Selanik’teki evinde patlatılan bombayla İstanbul’da başlatılan olaylarda 11 kişi ölmüş, 300 kişi yaralanmış, 400 kadına tecavüz edilmiş, 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinegog, iki manastır, 26 okul, otel, bar, fabrika olmak üzere 5317 mekana saldırılmış, yağmalanmıştır.

Türkiye halkı, Sovyet lideri Kuruçev, BM kürsünde pabucunu çıkarıp masaya vurduğunda, Sovyet topraklarında düşürülen U-2 casus uçağının İncirlik üssünden (Mayıs 1960) havalandığının farkına vardı. Atom başlıklı Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye yerleştirildiğini ise, halkımız, Türkiye topraklarını bir nükleer savaşın ilk hedefi haline getiren, o unutulmaz Küba Bunalımıyla (Ekim 1962) duyabilmişti.

Cumhuriyet dönemiyle yüzleşme heveslileri, DP döneminin bu utanç verici sayfalarını, tıpkı12 Mart, 12 Eylül darbeleri gibi, açmaktan özenle kaçınmaktadır.

12 Mart 1971’de üç generalin “muhtırası” ile “işlerliğini yitirdiği” gerekçesi altında, parlamentoyu göstermelik bir vitrin haline getirdikleri zaman,  “milli irade”nin, “demokrasi”nin savunucuları, dillerini yutup, suspus olmuşlar,“muhtıra”nın “hınk” deyicileri olarak, “emirnameler”in yasalaştırılması işini üstlenmişlerdi. “Türkiye’ye bol gelen” o “lüks” anayasayı, kendi iradeleriyle bir kaç kez değiştirdikleri halde, o anayasayı içtenlikle savunanları “anayasayı tağyir ve tebdil” suçlamasıyla darağaçlarına göndermiş,  sokak ortasında kurşunlatmış, olmadık işkencelerden geçirmiş, binlerce aydını, ülke ölçeğinde sürek avlarıyla, hapishanelere doldurmuştu.

12 Mart, kabaran devrimci dalgayı bastırmaya yetmedi. 12 Eylül, bu dalganın bütün izlerini silmeye yönelikti.

12 Mart Cuntasının işkencehanelerde “kontr-gerillanın esirisin” uyarısını duyanlar, bu uyarıya pek bir anlam veremiyorlardı. İşkence ediyor, sokakta insanlar kurşunluyor olsa da, bu “ordu” TC’nin ordusu değil miydi? Üstelik yüzlerce subayını da bu “kont-gerilla” hücrelerinde “esir” tutmuyor muydu?“Kontr-gerilla”nın ne anlama geldiğine o hücrelerde utanç verici işkencelerden geçen binerce insan tanık olacaktı.

Darbenin gelişim süreci içerisinde, bu sorular yadırgayıcı olmaktan çıkacak, sonraki yıllarda, Brüksel’den Pentegon’a uzanan, CIA güdümlü, NATO’nun “gizli ordularının” uluslararası stratejik adı olduğu anlaşılacaktı.

Eski CIA Başkanı William Colby, anılarında, Batı Avrupada gizli orduların kurulması, CIA’nın “bir temel programı” olduğunu doğrulamıştı. Program, II. Dünya Savaşının ardından büyük bir gizlilik içerisinde, “Washington, NATO ve ilgili ülkelerin güvenilir, çok sınırlı bir kadrosu dışında”, kimseye sızdırılmamıştı. 

Bireysel öldürümlerden, kitlesel katliamlara dönüşecek olan kanlı bir dönemin, ikinci faşist darbeye uzanan bir dönemin, yol haritası da böyle çiziliyordu. Bu yol haritasının ilk kilometre taşı, 12 Mart darbesiydi. 

Malatya, Sivas, Kahramanmaraş, Çorum gibi, CHP ve sola oy veren alevilerin y

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM