Suçsuzlar ve Güçsüzler - 2 / Vahap Erdoğdu
Ortadoğu’da yürütülmekte olan savaş, yalnızca siyasal coğrafyasını değiştirmekle kalmıyor, bütün bölgenin demografik yapısını, kültürünü de köklü değişimlere uğratıyor. Kültürlerin unufak edildiği bir dönem yaşıyoruz. Dünya ekonomik ve siyasal olarak küreselleştikçe, toplumlar daha çok parçalanıyor, ayrışıyor, birey yalnızlaşıyor.
Benzeri Moğol ve Haçlı istilalarında görülen yağma, yıkım, yoksulluk ve kitlesel göçler, gelecek çatışmaların tohumlarını yeşertiyor.
Savaş öncesi Irak’ta 2 milyon Hıristiyan yaşıyordu, bugün bu sayı 300 bine inmiş. Mezopotamya’nın en eski uygarlık kalıntıları artık yok. Dünyanın en zengin müzeleri yağmalanmıştır. Tarihi camiler, mabetler yerle bir edilmiştir.
10 milyon Ortodoks Hıristiyanın yaşadığı Mısır’da, geçen Ağustos ayında, dört gün içerisinde 30 Ortodoks tapınağı, 14 Katolik kilisesi ve manastırı, 5 Protestan mabedi yakılıp yıkılmıştır. Binlere insan canlarını kurtarmak için, Rusya ve Avrupa’ya sığınmıştır.
Yaşayan bir müze olan Halep kentinin bin yıllık camileri, kiliseleri, tarihi binaları moloz ve taş yığınına dönüşmüştür.
Sökülüp TIR’lara yüklenen fabrikalar, Antep pazarlarında hurda olarak satıldı.
“Aleviler mezara, Hıristiyanlar Beyrut’a” naralarıyla, ülke ölçeğinde dehşet saçan zebaniler, Hıristiyanları Suriye’den Beyrut ve Avrupa’ya sürdüler. Papazları kaçırıp öldürdüler. Beyrut’ta 2 milyon Suriyeli yaşam savaşı veriyor. Bu durum göçmenlerle yerli halk arasında ciddi çatışmalara neden oluyor.
Ziaüddin Serdar, Cidde’de, Kral Abdul-Aziz Üniversitesinde beş yıl öğretim üyeliği yapmış bir islam düşünürüdür. Mekke’yi şöyle anlatıyor:
Tarihin en eski kentlerinden biri olan Mekke, değişik din, mezhep ve inançların, değişik kavim ve kabilelerin biraraya geldiği, barış ve kardeşliğin merkezi olagelmiştir. Bugün bu özelliği kalmamıştır. Selefi olmayanlara, hele de Şii mezhebinden olanlara dostça bakılmamaktadır. Turizm ekonomisinin bir parçası haline dönüşen hac ziyaretleri, paket programlarla, otelden otele taşınan, içine kapalı, alışveriş ağırlıklı grup turları haline dönüşmüştür.
Son kırk yılık bir süreçte eski ne varsa ortadan kaldırılmıştır. Muhammed zamanından kalma Bilal Camii buldozerle yıkılmış, Osmanlı’dan kalma yapılar yok edilmiştir.
İslamın dini merkezi olan kent, farklılıkların silindiği, tekdüze, ultramodern, aşırı lüks tüketimin egemen olduğu yerleşim yerleri kimliğine bürünmüştür. Mekke Kraliyet Saat Kulesi, 400 yıllık eski tarihsel ve kültürel kalıntılar üzerinde yükselmektedir. Muhamed’in ilk eşi Hatice’nin evinin yerine tuvalet blokları yerleştirilmiştir. Mekke Hilton, Halife Ebubekir’in yaşamış olduğu evin üstüne inşa edilmiştir. Geride kalan tek dinsel yapı, Muhhamed’in yaşamış olduğu evdir. Orası da uzun süre hayvan pazar yeri olarak kullanılmış, sonradan kapıları halka açılmayan bir kütüphaneye dönüştürülmüştür[1].
Dünyanın en çekici turizm ülkesi olan Mısır, yabancıların kabusu haline dönüşüyor.
17 Kasım 1997 Luxor katliamı tapınağın içinde kıstırılan turistlere karşı yapıldı. 45 dakika süren silahlı ve palalı saldırıda, özellikle kadınların cesetleri parçalanmıştı.
Polis üniforması giyen saldırganlar, 58 turist ve dört Mısırlıyı silah ve palalarla öldürdüler. Ölenler arasında beş yaşında bir İngiliz çocuk, balayına gelen dört Japon çifti vardı. Mursi, Haziran 2013’de, bu katliamı geçekleştiren Gema’a al İslamiye üyesi Abdel el Khayad’ı Luxor valisi atadı.
Körfezin petrol şeyhlikleri, tıpkı eski Yunan site devletleri gibi, köle emeğine dayanan bir sistem kurmuşlar. Yüksek gökdelenler, büyük alış-veriş merkezleri, lüks tüketimin, petro-dolar zenginliklerin yarıştırıldığı simgesel mekanlar olarak, eskinin yerini almış. Hemen hepsi kendi yerlilerinin iki katı yabancı bulunduruyorlar. Çocuklarını Filipinliler büyütüyor, sokaklarını Pakistanlılar temizliyor, yemeklerini Hintliler hazırlıyor. Evlerini Mısırlılar yapıyor ve güvenliklerini Amerikalılar sağlıyor. Kendi yurttaşlarının dışındakilerin hiçbir hakkı yok. Mülk edinemezler, seçemezler, seçilemezler, sendika kuramazlar.
İsrail, bölgenin kural tanımaz haydut devleti. Giderek radikalleşen Siyonist politikalarını engel tanımadan sürdürüyor. Filistin, “tanrının lüfu” olarak Yahudilere ayrıldığına inanılıyor. Siyonizmin ruhunu oluşturan Tanrının vadettiği, Nil’den Fırat’a kadar olan “Kutsal Topraklar” üzerinde tam bir egemenlik sağlanması rüyası sürdürüldükçe, bu çatışmaların sonu gelmeyecektir. Talmud Yahudiliğine göre, İsa, Romalı asker Pandira’nın bir fahişeden oğludur ve cehennemde kaynayan meni kazanının içindedir.
Sosyal bilimlerle, doğa bilimleri arasındaki en belirgin ayırım, birincisinde, önce uygulama, ardından teorisi oluşturulur, ikincisinde önce teori oluşturulur, o teorinin geçerliği uygulamayla doğrulanır. Bu olgu, yaşadığımız coğrafyada çok önemlidir. Ortadoğu’nun halkları bu deneylerin kobayları olarak kullanılıyor.
O nedenle, doğruluğu yaşanmışlıkla kanıtlanmış olan toplumsal teorilere yönelmek doğru olandır. Marx ‘ın dediği gibi, “bir ulus başka uluslardan birçok şeyler öğrenebilir, öğrenmelidir de”. Kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti başka uluslardan, özellikle de daha ileri uygarlık düzeyindeki uluslardan çok şey öğrenmiştir. İslam dünyasındaki ayrıcalıklı konumu da burdan kaynaklanıyor.
Arkasına siyasal gücü almayan/alamayan hiç bir din, gelişemez. Hıristiyanlık, arkasına Roma İmparatorluğunu alarak, evrensel bir dine dönüştü. İbn Haldun,“güçlü imparatorluklar, bir dinin temelinde kurulmuştur” diyor. Siyasal güç, dinin, din de siyasal gücün çekim alanındadır.
Gandi’ye göre, “dinin siyasetle hiçbir ilgisi yoktur diyenler, dinin anlamını bilmeyenlerdir”.
Dinin yığınları kucaklayan, yığınları birarada tutma gücü, devlet gücünü elinde bulunduranların iştahını kabartmıştır.
Feodalitenin yıkılışı ve burjuva toplumun yarattığı özgür bireyin ortaya çıkışıyla, hıristiyanlık, kilisenin kalın duvarlarını aşarak, bireyin vicdanına sığındı. Yahudilik, İsrail devletinin kuruluşunadek, siyasetten uzak durmaya özen gösterdi. Ama bugün, İsrail devletinin en acımasız aracı haline geldi.
El İslam devlet ve din, diyor Araplar. İslam hem devlettir, hem dindir.
Savaşın dehşeti içerisinde kin ve nefretle büyüyen bir kuşak yetişiyor. Çocuklar savaşların en acımasız kurbanları oluyor. Bir çocuğun elinde satırla, sokak ortasına eli kolu bağlanarak yatırılmış bir insanın kafasını gövdesinden ayırırken çekilen görüntüleri medyaya dağıtılıyor. IŞİD ve El-Nusra’nın Suriyede, Alevi köyleri baskınında, bir kız çocuğunun canlı canlı hızarla doğranışını tanıklar anlatıyor.
Kuşkusuz, bu vahşet yeni değil. Don giymesini Müslümanlardan öğrenen Haçlı sürüleri, canavarlığın kandonduran örneklerini sergilediler.
Haçlı barbarlarına göre, şişlere geçirilip kebap yapılan müslüman çocuklarının etleri “baharatlı tavuz kuşu etinden daha lezzetli”ydi[2].
1212 ‘de Avrupa’nın değişik ülkelerinde 100 bin çocuğun katıldığı Haçlı seferi tarihin en trajik olaylarından biridir.
12 yaşında Stefen adındaki bir Fransız köylü çocuğu, İsa’nı kendisini Filistini Müslümanlardan kurtarmakla görevlendirdiğini söylüyordu. On binlerce yoksul çocuk açlık, hastalık demeden Stefen’in peşinde, Marsilya limanına geldiler. Tanrının Akdenizi yaracağına ve yürüyerek Filistine ulaşacaklarına inanıyorlardı. Deniz yarılmadı, Marsilya’lı köle tüccarları bunları gemilere doldurarak Araplara köle olarak sattı. Aynı yıl Almanlardan oluşan on binlerce çocuk Köln’lü çocuk Nicholas’nın arkasından İtalya’ya kadar ulaşabildiler. Çoğu açlık ve bitkinlikten öldü, kızlar Roma genelevlerini doldurdu[3].
Aile baskısı, okul baskısı, toplum baskısı ve nihayet inanç baskısının, gelecek kuşaklarda, nasıl bir algılama yarattığının iki örneğini verelim: Mavi Marmara gemisine İsrail saldırısında on dokuzunda yaşamını yitiren Kayserili Furkan Doğan’ın not defterine düştüğü son satırlar şöyleydi: “Şehadet şerbetine son saatler. Var mı daha güzel şey? Varsa o da sadece annemdir, ama ondan ben de emin değilim. İkisinin kıyası çok zor. Şehadet mi, annem mi? Salon boşaldı. Şu ana kadar olmayan ciddiyet bir anda herkesi kapladı”[5].
Çocuğu, annesi için bunları düşünüyor.
Türkiye’nin her köşesinden binlerce genç Suriye’ye, cihada koşuyor.
Anne çocuğu için ne düşünüyor?
BBC muhabiri Mark Lowen, Türkiye’de yaşayan 13 yaşındaki Suriyeli bir çocuğun nasıl cihatçı haline geldiğini gözler önüne seriyor.
IŞİD’e katılmak üzer Rakka’ya gideceğini anlatan Ebu Hattab, ağır silahlarla çekilmiş fotoğraflarını BBC ekibine gösteriyor.
“Arkadaşlarımla çıkıp eğlenmek istemiyorum. Allah bize cennet için çalışmayı ve savaşmayı emrediyor. Daha önce parka ve deniz kenarına giderdim ama bunun yanlış olduğunu fark ettim ve doğru yolu tercih ettim” diyor.
Humeyni İran-Irak savaşında 12-13 yaşlarındaki çocukların ellerine cennete gitme belgeleri vererek, mayın tarlalarına, Irak tanklarının önüne sürüyordu.
Tunus’tan başlayan “Arap Baharı” ateşi Akdeniz sahillerini yalayarak Suriye sınırlarına dayandığında, 2011’in Ocağında Robert S. Ford Amerikan elçisi olarak Şam’a gönderildi. Bu zat, Bağdat Büyük Elçiliğinde Latin Amerika’da ölüm mangaları oluşturmakla ünlü John D. Negroponte’den sonra ikinci adamdı (2004-2005). O dönemde Bağdat’ta görevli General David Petraeus’ la birlikte, bu üçlü, Irak’ta El Kaide militanlardan oluşan birimleri eğitmiş, Irak’tan sonra, ikinci sırada yeralan Suriye yıkımını örgütlemişlerdi.
IŞİD’in kilit üyeleri, Ürdün’ün Suriye ve Irak sınırına yakın Safavi kasabasında gizli bir kampta CIA ve Özel Kuvvetler tarafından eğitildi. IŞİD’in lideri, Ebu Bekr el Bağdadi, Irak’ta Umm Kasr hapishanesinde, Amerikalılar tarafından beş yıldır tutuluyordu. 2009 yılında salıverildi.
11 Eylülde (2013) Libya’da, Bingazi’de, ABD büyükelçisi ve ikisi CIA ajanı, üç Amerikalının El-Kaide tarafından öldürülmesi, Obama’nın Ortadoğu politikalarında önemli değişikliklere neden oldu. Bu politikaları yürüten kadrolar değiştirildi. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Savunma Bakanı Panetta, görevlerinden ayrıldılar. CIA Başkanı David Petraeus’un sıradan bir FBI polisi tarafından seks kasetlerinin ortaya saçılması, istifasıyla sonuçlandı. Brüksel’dekiNATO Müttefik Kuvvetleri Komutanlığına atanacak olan, David Petreus’un arkadaşı, Afgan Müttefikler Komutanı John Allen’ın da benzer bir suçlama ile,ataması durduruldu.
Şimdilerde, IŞİD’in yaratıcıları, “ölüm fermanını” da imzalamış görünüyor. Bu kanlı doğumun taze bebeğinin, “Barzani bebeğinin” rüştünü kanıtlamasını bekliyorlar!
Tarih, ardarda gelen, çizgisel bir olaylar dizgesi değildir. Tarih, tarihsel ve toplumsal koşulların etkileşimi yumağında, tezin anti-tezini yarattığı karmaşıklığın bileşkesi doğrultusunda ilerleyen, diyalektik bir süreçtir.
Her toplumsal olgu, özgün tarihsel-toplumsal koşulların somut tahlilleriyle irdelenince, bir anlam taşır.
Güdümlü medyanın “kayıkçı kavgaları” kıvamındaki yavan “demokrasi”yorumlarını, ibretle izliyoruz. Herşeyin meta haline getirilip pazara sürüldüğü bir dönem yaşıyoruz.
Gerçekten de, Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de,“demokrasinin” kimlik pazarlıklarına dönüştürüldüğü gözlemleniyor.
Bu süreçte “demokrasi” bir “araç” olmaktan öteye geçemiyor. Temsili niteliğini yitiriyor, sandık çoğunluğuna dayanan, iktidar yarışmacılarının “hakemi”işlevine indirgeniyor.
Kuşkusuz, sandık, demokrasinin vazgeçilmez bir aracıdır, ama belirleyici aracı değildir. Egemen güçlerin kolay manipüle edebileceği bir araçtır sandık. Sandığın toplumun eğilimlerinin bir göstergesi olduğu kadar, demokrasiyi perdeleyen bir araç olarak da kullanıldığı çok görülmüştür. Tarih, halk oylaması yüzdesinde meşruiyet arayan nice diktatörlere tanıklık etmiştir.
Kimilerinin piyasa demokrasisi adını verdiği bu sistem, seçim ve oy sandıklarına dayandırılıyor.
Bırakalım, “halk ne eylerse güzel eyler” popülizminin halk dalkavuklarıyla, halkı“sürü” olarak algılayıp, başına çoban arayan seçkinciler, kısır tartışmalarını sürdüredursunlar.
Siyasal yaşamda bu olgu egemen olduğu sürece, sandık, halkın demokratik eğilimini değil, etnik ve kimlik yandaşlığının göstergesi olmaya devam edecektir. Sandığın sonucu da buna bağlı olarak, nitel bir anlam kazanmaktan çok, nicel bir aritmetik toplamanın ifadesi olmaktan öteye geçemeyecektir.
Kamuoyunun ön yargılarına dayanılarak zevzek lafazanların değerlendirmelerini ciddiye almak, son derecede tehlikeli ve yanlış olmasının yanında, günümüzün zihinsl tembelliğini de gözönünde tutarsak, bu gevezelikler karşısında yazılan ve söylenen bilinçli söylemleri suskunlukla geçiştirmek de yanlıştır.
Schimitt’e kol kanat geren Herman Georing de Nürenbeg mahkemelerinde (1946) şöyle söylüyor:
“Sesli yada sessiz, kitleleri her zaman liderlerin peşine takmak mümkündür. Bu kolaydır. Bütün yapacağınız, onların saldırı karşısında oldukları söylemek, barışseverleri vatansever olmamak ve ülkeyi tehlikeye sürüklemekle suçlamaktır. Bu kural her ülkede geçerlidir.”
Özetleyecek olursak, emperyalizmin natocu Gladyo politikaları sonuna geldi. Her petrol kuyusu başına bir şeyh oturma politikaları iflas etti.
Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de, “demokrasinin”kimlik pazarlıklarına dönüştürüldüğü gözlemleniyor.
Şu yada bu sınıfın çıkarlarını gizlemeye yönelik etik, dinsel, siyasal ve toplumsal söylem ve vaadlerin nedenlerini aramayı öğrenmedikleri sürece, siyasetteki aldanma ve aldatmaların ahmakça kurbanı olmaya devam edeceklerdir.
Bir milyon insan “Batı değerleri”, “ifade özgürlüğü” için terörü lanetliyerek yürüdü. Ama kimse Gazze’de çoğu sivil olan 2200 kişiyi öldüren, kumsalda oynayan çocukları bombalayan İsrail vahşetinedünya seyirci kaldı. İsrail’in 17 Filistin gazetecesini öldürülürken, “basın özgürlüğü”nden sözeden olmadı.
Zamanının siyaset bilimcisi ve propaganda uzmanı Harold Lasswell, I. Dünya Savaşı öncesinde propagandayı, “Önemli simgelerin kullanılmasıyla, ortak davranışların yönetimi ve fikirler üzerinde kontrol kurulmasıdır” diye tanımlıyordu.
Gerçekten de, propaganda, doğruyu yalandan ayırdetme yetisini ortadan kaldırır, insanın dünyayı algılamasına, düşüncelere hükmeder. Eğer simgeler yeterli değilse, simge yaratırsınız, türban, Arap alfabesi, imam hatip gibi. Ardından İslamcı davranışları yönetirsiniz. Üniversitelere camiler, kuran kursları,kutlu doğum haftası, umre seferleri vb gibi. Sonra her türden düşünceyi din temeli üzerinden inşa edersiniz. Toplumu istediğiniz doğrultuda yönlendirmenizin önünde bir engel kalmaz.
Açımlarsak, toplumumuzda başörtüsü bir simgedir. Kuran, cami, ezan, genel kabul gören dinsel simgelerdir. Bayrak, vatan, namus vb gibi toplumsal simgeler vardır. Bu simgeler ortak davranışları yönlendirebilecek olan kavramlardır. Bu davranışlar yönetildiğinde, toplumun inanç ve düşüncelerini istediğiniz doğrultuda kullanabilirsiniz.
Nazi Almanya’sının ünlü siyaset bilimcisi, Dr Carl Schimitt, bir dış düşman, birbirlerinden ayrık ögelerin birliğini ve o birliğin sürekliliğinin sağlamanın önkoşuludur diyor. Bunu da açımlayacak olursak, peşinizde sürüklediğiniz yığınların bütünlüğünü koruyabilmenin yolunun dikkatlerinin karşıt bir kutupta odaklanmasıdır. Bu kanlı düğünün sürdürülebilmesi için, dinlilerin, dinsizlere, vatanseverlerin hainlere ihtiyacı vardır. Siyonizmin anti-semitizme ihtiyacı var. İslamcı siyasetin islamofobiye ihtiyacı vardır. Bu diyalektiğin “zıtların birliği yasası”yla tam da uyuşuyor.
Ortadoğuda “Mısırsız barış, Suriyesiz savaş olmaz” söylemi yaygındır.
Suriye, dünyayı yönetmeye kalkan egemen güçler arasındaki çatışmayı belirgin hale getiriyor. Şii-Sünni çatışması ekseninde yürütülen egemenlik savaşının dehşet dengesi, Suriye’de sahneye çıkıyor.
Credit Suisse’in 2014 Küresel Zenginlik Raporu[7] yayımlandı. Buna göre, dünya nufusunun en zengin yüzde birlik bölümü, dünya zenginliğinin yarısını elinde tutuyor. İlk yüzde onu, toplam zenginliğin %87’sine sahiptir. Hızla artan yoksullaşma karşılığında servet birikimini ellerinde tutanlar arasındaki uçurum açılıyor. En alttaki yüzde elli, yüzde birini elinde bulunduruyor. 1.5 milyar müslüman nüfusun yayıldığı coğrafyada bu dağılımın çok daha dengesiz olduğunu söylemek olanaklı.
Geçtiğimiz Yüzyıl, tarihin en kanlı yüzyılı olmuştu. 170 milyon insan öldürülmüştü. Bunların tümünde de, doğrudan yada dolaylı, ABD emperyalist parmağı vardı. ABD sivil halka karşı, ilk nükleer silah kullanan, ilk kimyasal, biyolojik silah kullanan ülkedir.
21. Yüzyıla Dünya kapısını gene kanla açtı. Irak’ta 1.5 milyon, Suriye’de 200 bin, Libya’da 50 bin insan öldü. Afganistan’da ölenlerin sayısını bilen yok. Yemeni, Afrika’yı da bilemiyoruz. Dünya bir üçüncü paylaşım savaşının eşiğinde dolaşıyor.
Dünya petrol rezervinin yüzde 75’i islam ülkelerinde bulunuyor. Dünya rezervinin yüzde 56’sı Ortadoğu coğrafyasında.
Yeni sayılabilecek bir olgu da, bölgenin çok geniş gaz rezervlerine sahip bulunması. Mısır’dan İskenderun’a uzanan Akdeniz sahil yatağı boyunca zengin gaz rezervleri büyük güçleri iştahını kabartıyor. İsrail, şimdiden 100 yıllık ihtiyacını karşılayacak gaz yataklarını kullanmaya başlamıştır. Yeni bir paylaşım rekabeti, gündeme oturuyor.
2013 rakamlarına göre üretilen petrolün değeri 1 trilyon dolar dolayındaydı. 1915 yılı içın bu gelir yüzde 60 oranında azalacak görünüyor, 600 milyar dolayında bir kayıp sözkonusu. Bu gelişme, küresel kaosun ilk habercisi.
Ortadoğu’da “yaratıcı kaos”, “yapıcı kaos”, “kanlı doğum” söylemleriyle yaşanılmakta olan süreç, dünyayı da peşinden sürükleyerek, küresel bir kaosadönüşüyor. Ama her kaos, yeni bir dengelenmeye gebedir. Bu kanlı doğumdan nasil bir dünya doğacak, umutla ve merakla bekliyoruz.
30 Ocak 2015, Ankara
[1] Ziauddin Sardar, The New York Times, SEPT. 30, 2014.
[2] Dr. Abdullah Muhammed Sindi, “The Cannibalism and Bloodbaths of The Crusades”.
[3]Walter Buehr, The Crusaders (New York: G.P. Putnam's Sons, 1959), pp. 55-56. Aktaran, Muhammed Sindi, agm.
[4]Walter Buehr, The Crusaders (New York: G.P. Putnam's Sons, 1959), pp. 55-56. Aktaran, Muhammed Sindi, agm.
[5] Hürriyet, 13 Haziran, 2010.
[6]Cumhuriyet, 6.11. 2014.
[7] https://publications credit-suisse.
Ebu Hattab’ın annesi de röportaja katılarak oğluna destek verdiğini anlatıyor.
Savaşın çocukları çabuk olgunlaştırdığını söyleyen Fatima, oğlunun geleceğin lideri olmasını istediğini söylüyor. “Batılıları öldürürse buna üzülmem. Diğer oğullarım barışçıl sivil toplum gruplarıyla çalışıyorlar. Bu yüzden utanıyorum. Onlar da silahlanmalı” diyen Fatima, “Oğlun IŞİD için savaşırken ölürse ne hissedersin” sorusu üzerine “Çok mutlu olurum” diyor[6].
YORUMLAR